Müslümanlar kardeştir. Onların bu kardeşliği, dinimizce nesep bağından dahi üstün tutulmuştur. Geçen sayımızda, birbirleriyle kardeş ilan edilen müslümanların, din kardeşleriyle güzel ilişkide bulunmaları ve lakap takma, alay etme gibi zahiri fenalılarla oları rahatsız etmelerinin İslâmî dayanışmayı zedelediğinden söz etmiştik. Çevirimize, yine din kardeşlerimizle ilişkilerimiz noktasında bizlere yasaklanan batınî fenalıkların konu edildiği makalenin ikinci kısmından devam ediyoruz.
2- Bâtınî Fenalıklar:
Kalp ve duygularla alakalı olan bâtınî fenalıklara gelince buna misâl; su-i zandır (kötü zanda bulunma). Allah (c.c.) şu âyetinde zandan sakındırmıştır: ’Ey îman edenler! Zandan çokça sakının. Zira zannın bir kısmı günahtır.’(12)
Ebû Abdullah el-Kurtubî’nin de dediği gibi bu âyet-i kerîme, Nebî (s.a.v.)’in ashabından, arkadaşlarının gıybetini yapan iki kişi hakkında nâzil olmuştur. Nebî (s.a.v.) sefere çıktığında (maddî durumu zayıf) muhtaç birini, maddî durumları iyi olan iki kimseye katar, o da o iki kimsenin hizmetlerini görürdü. Bu minvalden olarak Salman’ı iki kişiye katmıştı. Salman, eve gitmiş uyku bastırınca da uyuya kalmış ve beraberindekilere (iki kimseye) yiyecek bir şey hazırlamamıştı. O iki kimse geldiklerinde yemek ve katık (hiçbir şey) bulamadılar. Salman’a ’Git, Nebî (s.a.v.)’den bizim için yemek ve katık iste.’ dediler. O, Nebî (s.a.v.)’e gelince Nebî (s.a.v.) ona: ’Üsâme b. Zeyd’e git. Eğer yanında fazladan yemek varsa sana versin.’ buyurdu. Üsâme (r.a.), Nebî (s.a.v.)’in hazinedarıydı. Salman (r.a.) onun yanına vardı. Üsâme (r.a.) ona: ’Yanımda hiçbir şey yok.’ dedi. Bunun üzerine Salman tekrar o iki adamın yanına vardı ve durumu anlattı. Onlar ’Onun (Üsâme’nin) yanında bir şeyler vardır. Ancak o cimrilik yaptı.’ dediler. Sonra Salman’ı sahâbeden bir grubun yanına saldılar. Onların yanında da hiçbir şey yoktu. Bunun üzerine o iki adam ’Salman’ı Semîha Kuyusu’na (Medine’de suyu bol, eski bir kuyu) salsak, muhakkak ki kuyunun suyu kurur.’ dediler. Sonra o iki adam Üsâme’nin yanında yiyecek bir şeyler var mı, diye gizlice araştırmaya gittiler. Nebî (s.a.v.) onları bu hâlde gördü ve onlara hitaben: ’Bana ne oluyor ki, sizin ağzınızda etin yeşilliğini görüyorum.’ buyurdu. Onlar: ’Ey Allah’ın Nebîsi! Vallâhi biz bu gün ne et, ne de başka bir şey yedik.’ dediler. Bunun üzerine Nebî (s.a.v.): ’Fakat Üsâme ve Salman’ın etlerini yediniz.’ buyurdu. Bu hadise üzerine: ’Ey îman edenler! Zandan çokça sakının.’ âyeti nâzil oldu.
Sahîhayn’de geldiğine göre Ebû Hureyre (r.a.)’den rivâyetle Nebî (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: ’Zandan sakının. Zira zan, sözlerin en yalanıdır.’(13)
Âyet-i kerîmenin sakındırdığı zan; töhmete dayalı olan, esası ve zannı gerekli kılacak herhangi bir sebebi olmayan zandır. Mesela; zannını doğrulayacak herhangi bir alamet belirmediği veya ittiham etmesini gerektirecek herhangi bir sebep bulunmadığı halde takva ve salah ehli bir kimseyi içki içmek veya kötü bir iş yapmakla ittiham eden kimse gibi. Bu durumda bu insan hakkında su-i zanda bulunmak haram olmuş olur. Ancak insanlar arasında şeriata muhalif hareketleri ve masiyetleri açıktan açığa işlemesi ile bilinen bir kimse bu durumun dışındadır. Böyle bir kimse hakkında yapılan zan haram olmaz.
Su-i zannı evvela tecessüs, sonra da gıybet takip eder. Zira mesnetsiz olarak bir insanı töhmet altında bırakmak, insanın, düşüncesini zorlayan şeyi araştırmasına sebep olur. Böylece o kişi zannının doğruluğunu ispat edebilmek için tecessüse (gizli hâlleri araştırmaya) çalışır. Böylece o, zan derecesinden tecessüs derecesine intikal etmiş olur. Bundan sonra o kimsenin, bildiği veya bilmediği mevzular üzerinde tecessüsle durması o kimseyi kardeşinin gıybetini yapmaya davet eder. Böylece o kimse daha kötü ve düşük bir hâle yani gıybete intikal etmiş olur...
İslâm, toplumun -muhtelif tabakalarıyla beraber- havasını temizler. İnsanların birbirleri arasında, hatta yönetici ile yönetilenler arasında oluşan su-i zannın nasıl ciddi bir tehlike oluşturduğunu beyan eder. Zira yönetici, insanlardan yana bir şüphe edinirse, bu, aralarını (yönetici ile yönetilenler) ifsat eder. Rasûl (s.a.v.), gıybet ve tecessüsün tehlikesini açıklar. Gıybet edenler ve başkalarının kusur ve ayıplarını araştıranlar, ceza ve karşılıklarını âhiretten evvel bu dünyada görürler. Aleyhissalâtü vesselâm buyurdular ki: ’Ey diliyle îman edip de kalbine îman nüfuz etmemiş olan (münafık)lar! Müslümanların gıybetini yapıp arkalarından çekiştirmeyin, kusurlarını araştırmayın. Zira, kim müslümanların kusurlarını araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rüsvay eder.’(14) Bundan dolayı selef-i sâlihînimiz tecessüsün tehlikesini idrak ettiler ve (insanları) bundan nehyedip sakındırdılar.
Selef-i sâlihînimiz, tecessüsün tehlikesini ve haramlığının şiddetini biliyorlardı. Bu sebeple onlar tecessüsten ve insanların sırlarını araştırmaktan uzak duruyorlardı. İsterse tecessüs ve insanların sırlarını araştırma üzerine Allah’ın hadlerinden (Allah’ın belirli suçlara belirli miktarda koymuş olduğu değişmez cezalar) bir haddin veya şeriat hükümlerinden bir hükmün yerine getirilmesi terettüp etsin. Abdurrahman b. Avf şöyle anlatmaktadır: ’Bir gece Medine’de Hattab oğlu Ömer’le birlikte gece teftişine çıktım. Bize kapısı, gürültü ve yüksek ses çıkaran bir grubun üzerine kapalı olan bir evin ışığı göründü. Ömer: ’(Burası) Rebîa b. Ümeyye b. Halef’in evi ve onlar şu anda içki içiyorlar. Ne diyorsun (ne yapalım)?’ dedi. Ben ona: ’Ben, bizim (şu anda) Allah’ın yasakladığı bir şey yaptığımız kanısındayım. Zira Allah Teâlâ: ’Tecessüs etmeyin’ buyuruyor. Biz ise tecessüs ettik.’ dedim. Bunun üzerine Ömer oradan ayrıldı ve onları kendi hâllerine terk etti.
Gıybetin Keffareti
Yasaklanan kötü ahlâklardan birisi de gıybettir. Allah Teâlâ: ’Biriniz diğerinin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin).’ buyurmuştur. Rasûl (s.a.v.) de gıybetin mânâsını açıklamıştır. Müslim, sahîhinde Ebû Hureyre (r.a.)’den şöyle rivâyet eder: Rasûlullah (s.a.v.) (ashabına): ’Gıybetin ne demek olduğunu bilir misiniz?’ diye sordu. Sahâbeler: ’Allah ve Rasûl’ü daha iyi bilir.’ dediler. Rasûlullah (s.a.v.): ’(Gıybet), kardeşini onun hoşlanmayacağı bir biçimde anmandır.’ buyurdu. ’Şâyet kardeşimde söylediğim haslet varsa durum nasıldır?’ denilince, Nebî (s.a.v.) cevaben: ’Söylediğin haslet onda varsa onun gıybetini yapmış olursun. Şâyet dediğin haslet onda yoksa bu durumda ona iftira etmiş olursun.’ buyurdu.(15)
Rasûlullah (s.a.v.) İsra-Miraç gecesinde bu azgın gıybetçilerin hissedilir bir şekilde durumlarını ve azaplarının keyfiyetini gördü. Enes bin Mâlik (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ’Miraca çıkarıldığım vakit bakırdan tırnakları olan bir topluluğa uğradım. Tırnaklarıyla yüzlerini ve göğüslerini tırmalıyorlardı. ’Ey Cibril! Bunlar kimlerdir?’ dedim. O cevaben: ’Bunlar insanların etlerini yiyen ve ırzlarını (şereflerini) pây-mal edenlerdir.’ dedi.’ (16)
Kur’ân-ı Kerîm, gıybet eden kimseyi çirkin bir hâl ile kalp bozukluğu, nefsânî düşüklük ve tabiat bozukluğuna delalet eden bir surette tasvir etmiş ve ’Sizden biriniz ölü kardeşinin etini yemek ister mi? İşte bundan iğrendiniz.’ buyurmuştur.
Allah Teâlâ gıybeti ’ölü eti yemek’ şeklinde tasvir etmiştir. Zira ölü kimse, etinin yendiğini bilmediği gibi diri olan kimse de kendisinin başkası tarafından çekiştirildiği bilmez.
Şimdi Rasûl (s.a.v.)’in gıybeti tasvirine bakalım. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Mâiz, Nebî (s.a.v.)’e gelerek zina ettiğine dair kendi nefsi aleyhine şahitlikte bulundu. Bunun üzerine Rasûl (s.a.v.) de onu recm etti. Daha sonra Nebî (s.a.v.) ashâbından iki kişinin konuşmasını işitti ki, biri diğerine: ’Şuna bak, Allah onun günahını gizlediği hâlde nefsi onu bırakmadı (günahını söylettirdi) da köpekler gibi recm olundu (taşlandı)’ diyordu. (Nebî (s.a.v.) onların bu sözleri karşısında) sustu, (bir şey demedi). Sonra bir miktar yürüdüler ve şişkinlikten ayağı havaya kalkmış bir eşek leşinin yanına geldiler. Nebî (s.a.v.):
’- Filan ve filan nerededir?’ buyurdu. O iki şahıs:
’- Buradayız yâ Rasûlallah!’ dediler. Nebî (s.a.v.) onlara:
’- İnin ve bu eşeğin leşinden yiyin.’ buyurdu. Onlar:
’- Ey Allah’ın Nebî’si! Bunu (leşi) kim yiyebilir.’ deyince, Nebî (s.a.v.):
’- (Gıybet neticesinde) kardeşinizin ırzından (şerefinden) kazandığınız günah, bunu yemekten daha şiddetlidir. Nefsim kudret elinde olan Allah’a yemin olsun ki, o (Mâiz) cennet nehirlerine dalmış (yüzüyor) bir hâldedir.’ buyurdu.(17)
Gıybetin Hükmü
Gıybet, (kebâirden) büyük günahlardandır. Rasûlullah (s.a.v.): ’Canlarınız, mallarınız ve ırzlarınız (bunlara tecavüz etmeniz) size haram kılınmıştır.’(18) buyurmuştur. Âlimler, gıybetin, işlenmesinden dolayı tevbe edilmesi gereken büyük günahlardan olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak gıybet eden kimse gıybetini yaptığı kimseden helallik diler mi dilemez mi, bu hususta ihtilaf edilmiştir.
1- Bir kısım âlimler gıybetin, bu günahı işleyen kimseyle Rabbi arasında gizli kalan bir günah olduğunu ve bu sebeple helallik dilemenin gerekmediğini söylemişlerdir. Bu görüşün sahipleri delil olarak şunu söylemişlerdir: Gıybet eden kimse, gıybetini yaptığı kimsenin ne malından bir şey almış, ne de bedenine (noksanlığa sebep olacak) herhangi bir zarar vermiştir. Bunda herhangi bir haksızlık yoktur. Zira helallik dilemeyi gerektirecek haksızlık, mal ve bedende (verilen bir zarardan dolayı) olur.
2- Diğer bir grup âlim ise; ’Gıybet zulümdür. Bunun keffareti de gıybetini yaptığı hak sahibi için (Allah’a) tevbe-istiğfar etmektir.’ demişlerdir. Görüşlerine delil olarak da Hasan (rh.)’in: ’Gıybetin kefareti, gıybetini yaptığın kimse için istiğfarda bulunmandır.’ sözünü getirmişlerdir.
3- Diğer bir grup âlim ise; ’Gıybet zulümdür ve sahibinden helallik dilemek gerekir.’ demişlerdir. Görüşlerine delil olarak Buhârî’nin Ebû Hureyre’den rivâyet ettiği hadisi göstermişlerdir. Ebû Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: ’Kimin üzerinde kardeşine karşı ırz veya başka bir şey sebebiyle hak varsa, dinar ve dirhemin bulunmadığı kıyamet (ve hesaplaşmanın olacağı) günü gelmezden önce daha burada iken helalleşsin. Aksi takdirde o gün, sâlih bir ameli varsa, zulmü nispetinde kendinden alınır. Eğer hasenâtı yoksa, arkadaşının günahından alınır, kendisine yüklenir.’ (19)
Biz, Buhârî’nin rivâyet ettiği hadisten dolayı gıybet edenin gıybetini yaptığı kimseden helallik istemesi gerektiğini savunan üçüncü görüşü tercih ediyoruz. Hadis helallik dilemenin lüzumuna işaret etmektedir. Bu mevzuda da hüccet ve doğru beyan Rasûl’ün hadisidir. Aynı şekilde helallik dilemek karşılıklı sevgi ve merhamete işaret eder ki, bu da af kabilindendir. Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: ’Kim affeder ve barışırsa onun mükafatı Allah’a aittir.’(20)
Ancak helalleşme neticesinde büyük bir hata oluşmasından ve büyük bir fitnenin alevlenmesinden korkulursa bu durumda, uygun bir zamanın gelişine kadar helallik dilemez, kardeşi için tevbe ve istiğfarda bulunur.
Birinci ve ikinci görüşlere gelince; birinci görüşün sahipleri ’(Gıybette) mal ve bedene herhangi bir zarar gelmediğinden dolayı bir zulüm yoktur, bu sebeple helallik istenmez.’ demişlerdi. Doğru olansa şudur: ’Bir kimseye ’zina etti’ diye iftira eden kimse, iftira attığı kimseye, mal ve beden itibariyle zarar vermediği halde zulmetmiş olur ve iftira haddi olan (80 değnek) cezayı çekmesi gerekir.’ Görüşü üzerinde âlimler ittifak etmişlerdir. İşte bu örnek zulüm ve haksızlığın mal, beden ve aynı zamanda ırzda da geçerli olduğunu ispat eder.
’Gıybette zulüm vardır, bundan dolayı gıybet eden gıybetini yaptığı kimse için istiğfarda bulunur.’ diyen ikinci görüşe gelince; onların bu sözlerinde çelişki vardır. Zira onlar ’Gıybet zulümdür.’ demekle gıybet edilen kimsenin hakkına zulmedildiğini ispat ettiler. Ancak, zulüm sabit olunca, zalimden zulmün eserini ancak mazlumun hakkını helal etmesi giderebilir. Bu hükümler hak ile alakalı diğer bütün mevzularda da geçerlidir.
Hevâsına tabi olan, (kötü fiilleri açıktan işleyerek) fıskını ilan eden fasık ve zalim yöneticiye gelince; bunlar hakkında konuşmak gıybet sayılmaz. Zira utanma (haya) örtüsünü üstünden atan kimsenin hakkında konuşmak gıybet değildir. Bilakis onların işlediği kötülükleri söylemek onların noksanlıklarını ortaya çıkarır ve insanların bu kimselerden sakınmalarına sebep olur.
Rasûlullah (s.a.v.): ’Fâcir insanı, kendisinde olan kötü hasletleriyle anın ki, insanlar ondan sakınsınlar.’ buyurmuştur.(21)
Din kardeşliği, müminin yüceltilmesini, kendinden ve toplumundan tüm fenalıkları gidermeyi gerektiriyor ve müslümanın kardeşine saygı göstermesini, yardımcı olmasını, canı, malı ve ırzı hususunda ona eza verecek şeylere karışmamasını zorunlu kılıyorsa... bu vd. en yüce prensipler müslümanı yüceltmek içinse... İşte Allah Teâlâ bu kardeşlik dairesini genişletmiş ve İslâm âilesini akrabalık, nesep, zaman, mekan, ortam, toplum gibi kayıtlarla sınırlamamış, aksine İslâm, tebaasının önüne tanışma ve dostluk ufuklarını açmıştır. Onları milletler ve kabileler kılmakla, meyvesini, birbirlerini ikmal edip tamamlama olarak verecek bir tanışmayı hedeflemiştir.
Onların renk, dil, mal ve kuvvetteki farklılıklarını, büyüklenme ve ayrıcalıklı olma sebebi kılmamış, bu unsurların şeref ve üstünlük için birer unsur teşkil etmelerini önlemiştir. İslâm, makamlarını belirleyecek hakiki ölçüyü tek bir şeye münhasır kılmıştır ki o da: ’Allah korkusu (takva)’dur.
Allah Teâlâ buyurdu ki: ’Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Ve birbirinizi tanımanız için de sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah katında en üstün olanınız ondan en çok korkanınızdır. Allah en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır.’(22)
Kaynakça:
12. El-Hucurât 49/12.
13. Buhârî, Nikah 45.
14. Ahmed ; Ebû Davud ; Tirmizî, Birr.
15. Müslim, Birr 70.
16. Ebû Davud, Edeb 40
17. Ebû Davud.
18. Müslim, Hac 194.
19. Buhârî, Mezâlim 10.
20. Eş-Şûrâ 42/40.
21. İbn-i Ebi’d-dünya ; İbn-i Adiy ; Taberânî.
22. El-Hucurât 49/13.
İslâmî Dayanışmayı Ayakta Tutan Unsurlardan... -ıı
Özlenen Rehber Dergisi 22. Sayı
bir insana iftiralar atan bir insan, gidipte hak sahibinden bana hakkını helal et derse,helallik almış olurmu? helallik nasıl alınır?