Bir evvelki sayımızda Sünnet-i Nebevinin hakkıyla anlaşılamama noktasında sadece ilmihallerle iştigal eden okuyucuların fıkhî kavramları genellemesi sonucu oluşan hatalara değinmeye çalıştık. Oluşan boşlukların, yani farklı sünnetleri tanıyamayan ve haliyle tatbik edemeyen halkın bu durumda olma sebeplerinden biri de, ilmihallerde fıkhî hükümler ağırlıklı olduğu için yeterli derecede farklı sünnetler ve sahabelerin farklı konulardaki yaşantı tarzlarına dair ahlâkî bilgilerin olmamasıdır.
Okur düzeyi daha zayıf olan kişilerde ve genellikle eğitim seviyesi düşük olan camiî cemaatinde durum daha da büyük bir sorun olmaktadır. Şöyle ki; daha evvel kendilerine sünnet kültürü tanıtılmamışsa ve sünnetlere aşinâ bir kişi bazı sünnetleri toplum veya cami içerisinde işlemeye kalkarsa hemen tepki göstermektedirler. O kişinin ‘din’i bozduğu varsayılmaktadır. Hatta farklı dedi kodular dolaşmaya başlamaktadır. Eğitim seviyesi düşük olan camiî cemaatlerinin bir çoğunda, Sünnet-i Nebeviyi yaşama ve tebliğ gayretleri hemence ‘eski köye yeni adet getirme’ olarak görülmekte ve bir çok yakıştırmalar yapılmaktadır. Bu cemaatlerin çoğu henüz sünnet kavramını sadece sünnet düğünlerinde çocukların sünnet ettirilmeleri olarak duydukları için, işlenen bu güzel ahlâklara bir anlam verememektedirler.
Camiî cemaatinin, görevliler üzerindeki olumsuz yaptırımları hasebi ile görevliler bilseler de bir çok sünneti işleyememektedir. Sünnet kelimesini, bu kişiler bir de namazın sünnetleri ve evlenmenin sünnet oluşu gibi bir kaç yerde daha duymaktadırlar; fakat bu duyuşların içerisi boş kalmıştır. Bilmedikleri bir sünnetle karşılaşılınca, çoğu zaman sormaya bile hacet duymadan, “Bizim eski hoca yapmıyordu, sen ondan daha mı iyi bileceksin?” gibi basit itirazlar doğmaktadır. Camiler düzeyindeki bu problem vaazlar vasıtasıyla giderilmeye çalışılsa da en iyi tebliğ yaşarak anlatma olduğu ve birebir insanlara sünnetler görsel olarak ulaşamadığı için bir türlü istenilen düzeye çıkmamaktadır.
Farklı sünnetler yetkililerce işlenmeli ve önemi de ayrıca anlatılmalıdır. Bu husustaki en belirgin sorunlardan birisi de emekli olmuş, yıllarca sadece Hanefî bir toplum içerisinde yaşadığı için İslâmı kendi bildiklerinden ibaret sanan ve hacca gidip de; hak olan farkı mezheplerin amellerini görüp, oradaki farkı ırktaki hacıları dini bilmemekle suçlaması ve kendisinde bir cesaret bulması ile olmaktadır.
Yine cemaat düzeyindeki bir problem de eğer bir sünneti bir şekilde çok önceleri öğrenmişse artık onu farz gibi telakki etmesi ve bazen onların aksaması durumunda din elden gidiyormuş gibi bir havaya girmeleridir. Bu tavırların hepsi sünnet telakkisine balta vurur durumdadır.
Efendimizin gerek ibadet gerekse muâşerette bizler için bir çok sünnetleri mevcuttur. İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin ifade ettiği gibi: “Eğer mevcut bir sünnet hayatın her hangi bir yerinden çıkarılırsa onun yeri mutlaka bir bid’atle dolacaktır.” Ne yazık ki şimdi camilerde ve sosyal hayatta bir çok bid’atle karşılaşmak mümkündür. Bazı illerimizde, camilerde mutat olarak her perşembe ‘nikah tazeleme’ adeti bu yanlış hareketlere bir örnektir. Bu bid’ate çoğu kez din görevlilerinin de alet olduklarına şahit olmak mümkündür. Nikah tazelenmektedir sözde, sanki bayatlıyormuş gibi. Bu yanlış anlayışın topluma yerleşme nedeni din eğitiminden hakkıyla nasiplenemeyen Müslümanların ağızlarından çıkan ve nikahların sıhhatine halel getiren ifadelerdir. Onlar tarafından bu ifadelerin sakıncası bilindiği için hemen böyle bir çare uydurmuşlardır. Halbuki nikahta şakanın ve bu tür gafletlerin bile affının olmadığını evlenip de bilmemek ne kadar yazıktır. Ve ayette buyrulduğu gibi talâk yani boşama iki defadır, üçüncüsünde artık ipler kopar. Her perşembe yapılan bu mutat hareketi nikahın sıhhatleri açısından eleştirmeden varın dindeki yerini siz değerlendirin.
Sünnetin gereği gibi anlaşılmamasına etken olan unsurlardan bir diğeri de, kasıtlı olarak radyo ve televizyon programlarında programa çıkartılan gayri samimi ve cahil insanların ilahiyat profesörü hocalarımızla tartıştırılmasıdır. Tabi ki, duruşu net ve samimi olmayan bilim adamalarının da varlığı mümkündür. Yani bilim adamları her zaman İslâm âlimi olamayabilir. Vatanımızda Müslümanların fıkhî ihtiyaçlarına, müftülükler, sorunlar kendisine iletildiği müddetçe yeterli derecede karşılık verdiği ve verebilecek düzeyde kapasitesinin olduğunu sanki bilmiyorlarmış gibi bu programlarda ekseriyetle delilleri itibari ile farklı hükümler verilmiş meseleler gündeme getirilmektedir. Halk bu tartışmaları izlemektedir. Sorun ilmî bir ortamda çözülüp cevabı halka tebliğ edileceğine, kasıtlı olarak halkın kafasını bulandırma hedef alınmaktadır. İşte bu tartışmalarda klasik olarak bilgisiz, seviyesiz kişiler demagoji yaparak genelde meseleyi - ki mesela kurbanın hükmü konusu (aslında tüm mezheplerce hükümleri açıktır) - “Söyle bakalım farz mı, sünnet mi?” diye sonuca varılmaya çalışılacaktır. Tabi bu bağlamda izleyiciler; eğer tartışmadan farz çıkmazsa “kurban kesilmez” anlayacak veya sünnet denirse klasik mantık olarak yapmasan da olur, diye sonuç çıkaracaktır. Sünnetin, Efendimize ittibanın ne anlam ifade ettiğini bir evvelki sayımızda genel olarak anlatmaya çalışmıştık. Netice itibari ile bu tür programlar yer yer sünnet anlayışını zedeleyen unsurlardan biri olmaktadır.
Diğer ve en önemli sorunlardan biri de ekseriyetle ilim ehlince nelerin sünnet dahiline gireceği yönündeki, kendi geleneği ile tutarsız ve ters düşen anlayışları ve sünnete ittibada ehl-i ilmin zayıflığıdır.
Sahabe sonrası sünnet anlayışında sınırları git gide daralan bir yapı oluşmuştur. Sahabelerin Rasûlullah Efendimize ittiba anlayışları şeksiz şüphesiz olup, onun güzel ahlâklarını yaşamada, bu ahlâkların illâki emredilmesini beklememişlerdir. Şu hadis-i şerif bunun en güzel ifadesidir. Ebû Mes’ûd demiştir ki: “(Sadaka âyeti nâzil olup da) Rasûlullâh (s.a.v.) bize sadaka vermemizi emrettiği sıralarda sadaka vermeğe kudreti olmayan her hangi birimiz (sırf Rasûlullah Efendimiz mübarek sözlerinden istifade etmek için ), çarşıya gider ve arkasında (ücretle) yük çekerek iki avuç hurma kazanırdı. (Ve bu kazancından sadaka verirdi.) Bu gün ise bu insanlardan bazılarının yüz binlerle serveti vardır. (Fakat gerektiği gibi infakta bulunmuyorlar.)” Bu hadis-i şerifte açıkça görülmektedir ki Sahabe-i Güzin (R.Anhum) imkânları olmadığı ve kendilerine emir veya farz ile hüküm giymedikleri, kendileri bir avuç hurma sadaka almaya muhtaç oldukları halde, sırf Efendimiz (s.a.v.)’in mübarek ağızlarından çıkan her emir, tavsiye ve sözleri “ Benim imkanım yok” gibi basit nefsî itirazlar ile görmezlikten gelmemişler bilakis onları harfiyen yerine getirmişlerdir.
Netice itibari ile bizim için en güzel örnekler, Rasûl-i Zîşânın kıymetli talebeleri ve âşıkları olan Sahabe Efendilerimiz, sünnete uyma noktasında bizim için en güzel örneklerdir. Zaten: “Onlara uyanlar kurtuluşa erer.” buyurulmamış mıdır.
Onlar Efendimizden sadır olup da kendileri için yasaklanmayan her hâlini taklit etmeye çalışmışlardır. Bu hâlleriyle Peygamberimizle aynileşmişlerdir. Sahabenin bu hâlini Cenâb-ı Hakk Kur’an’da övmekte, onların bu tavırlarından memnûniyetini ve rızasını bildirmektedir. Müzzemmil sûresinde, kendilerine gece namazı emredilmediği halde sırf Efendimiz yaptı diye onu takip eden Sahabelerin bu ittibasını Allah (c.c.), bildiğini ve bu namaz için, “ Kur’an’dan neresi kolayınıza gelirse okuyun.” diyerek onlardan bu namazı kılmalarını istemiş ve onları bu gayretleri hasebi ile övmüştür. Aslında ilk olarak gece namazı yalnızca Efendimize emredilmiştir. Bu emir neticesinde Efendimiz bazen yorgunluktan kalkamazsa, gece namazını ‘dûhâ’ vaktinde kaza etmiştir. Hz. Âişe Annemizden bu hususta birçok rivayet mervîdir. Biz kılamadığımız teheccüdleri kaza etmeyiz, bununla yükümlü değiliz; fakat Allah (c.c.)’nun, kendilerine emredilmediği halde gece namazını kılan Sahabenin hâlini övmesi sonrası Efendimiz gece namazını bizden de istemiş ve hakkında sayısız emr-i nasihat etmiştir. Teheccüd namazının fazileti, bu namazı kılanların derece ve kıymetlerini ve teheccüd namazının kılınışına dair bir çok sünneti öğrenmemiz için hadis eserlerinin teheccüd ve vitr bölümlerine bakmamız yeterli olacaktır. Bu namazın ikamesinde hem Müzzemmil suresindeki ayetten hem de hadislerden mülhem olarak en çok göze çarpan husus Hakk’ın hoşnutluğu ve rızasıdır. Bize Allah’ın hoşnutluğu değil de ne lazım acaba? Kırık dökük amellerimizle Allah’ın rızasını mı bulacağız; fakat gece namazı sırf kendi gayretimize ve içimizdeki sevgiye baktığı için ve tüm insanlar gaflette iken gece kalkıp, yalnız başına Rabbinin rızasına tâlip olan ile, “ Canım gece namazı emredilmedi, farz değil ki.” diyerek, kılmayan âyette ifade edildiği üzere Allah (c.c.)’nun hoşnutluğunu kazanan kişi ile Allah katında müsavi mi olacak?
Sünnetlerin farzlar gibi niçin emredilmediğine önceki sayımızda da biraz değinmiştik. Sahabeler, Efendimiz (s.a.v.) bizim gibi bir insandır, beşerdir, şaşar diye hiç düşünmezlerdi. Aksine Allah’ın terbiye ettiği bir Râsûl’ü olarak görürler ve onu bütün hayatlarına üst men olarak kabul etmişlerdir. Yemesinden içmesine kadar bir insan olarak her hâlini taklit etmişlerdir. Hatta en mahrem hallerini bile taklit etmek için gidip, utana sıkıla onun ev ve gece hallerini onun pâk zevcelerine sormuşlardır. Aslında Efendimizin kendine has olarak, beşer kisvetinin gereği, bir çok ameli, hukûken sünnet diye alınmamıştır. Zirâ hukuk direkt ibadetleri öncüller. Fakat daha önce de söylemiştik ki hukukî terimler içerisinde sünnet kavramı hükmîdir. Bu kavram, Efendimizin hadislerinde bizi sık sık uyardığı, onlarla iştigal edenleri müjdelediği, onun her hâlini içerisine alan bir kavramdır. Bu sünnet kavramı içerisinde farzlar da, vacipler de, menduplar da, müstehaplar da, mubahlar da var. O halde “Sünnetime tâbî olmayan benden değildir.” hadisi ile sadece namazın sünnetleri gibi bir kaç alanı kapsamamaktadır. Efendimiz (a.s.) bir insandı. Bizler de bir insanız. Allah onu bize örnek olsun diye gönderdi. Aksi halde sadece belli başlı ibâdetlerin yapı tarzını göstermesi için onun insan olarak gönderilmesinde bir espri yatmamaktadır. Yani onları insan olmayan bir peygamberle de pekâlâ bizlere tarif edebilirdi. Fakat o bir insandı ve biz ondan kullukla beraber insanlıkta öğrendik. Hatta mutat ibadetlerin dışında kulun her hâlini Allah için yapıp da onları nasıl ibadete tebdil ettiğini öğrendik. Bizlere yemek yemesini bile o öğretmiştir. “Kibrinden dolayı yemek yemsini öğrenmeyenlerin de ellerinin kuruduğunu” hadis eserleri bizlere nakletmiştir. Fıkhî olarak helâl olan yemeklerin yenmesinin hükmü mubahtır. Bazıları, “ Yemek yemekte sünnet mi olur.” derlerken şu noktayı görememektedirler: Yemek yemek elbette mubahtır; fakat yemeği Rasûlullah gibi yemek sünnettir. Bu yemeği nasıl olsa yiyeceğiz. Yemek yemeden yaşayan yoktur. O halde Efendimiz gibi, yemek öncesi ve sonrası ellerini yıkayarak, misvak kullanarak, yemeği önünden, sağ elinle, besmele çekerek, tuzla başlayarak, dua ederek, yerde sağ bacağını dikerek, elle yenmesi gereken şeyleri üç parmakla yiyerek, temiz ve mutedil olarak, yavaş ve hazmederek vb. bir çok sünnete uyarak yersek, Allah bu sünnetlere uymaksızın yemek yiyenlerle elbette bizleri bir tutmayacaktır.
Sahabe Efendilerimizin hepsinde sünnet anlayışının bir olduğunu ifade etmek zordur. Daha doğrusu onların Efendimizden istifadeleri farklı farklı olmuştur. Öyle ki Efendimizden daha fazla şeyler öğrenen, daha fazla hadis işiten Sahabeler elbette farlılık arz edecektir. Bu bağlamda bazı Sahabelerin amel edip de her birinde görülmeyen bu sünnetler, büyük bir dikkatsizlik sonucu râvilerinin azlığı bahane edilerek geri planda kalmıştır. Bize düşen, her biri yıldız gibi olan Ashabın hepsinden ayrı ayrı istifade etmeyi bilme olmalıdır.
Ehl-i ilmin sön dönem itibari ile sünnet anlayışındaki kırılmalar, modern dünya ve bilmi karşısında bir çok hadis ve sünneti kendi yetersizliği sebebi ile uçuk yorumlara kalkmaları veya Efendimizin ifadelerindeki hikmetleri anlayamamaları sebebi ile sanki bilime tersmiş gibi görüp onları inkar faaliyetleri sünnet-i seniyyenin toplum nazarında yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermektedir. Bu tavırlarını zayıf hadislerde görmek bir parça mantıklı görünebilmektedir; fakat temel sahih eserlerimizde sıhhatinde hiçbir sorun olmayan hadisler karşısında da aynı inkâr tavırları sünnet-i nebevinin toplumda fonksiyon yitirme sebebi sayılabilmektedir. Meselâ Sahih-i Buhâri’de Tıbb-ı Nebevî kabilinden olan mantarla ilgili rivayetler bu hususa örnek teşkil etmektedir. İlgili rivayetlerde Efendimiz (a.s.): ’Kızılım tırak, beyaz mantar (dolaman mantarı), kudret helvası (gibi Allah’ın külfetsiz ni’metleri) nev’inden bir rızıktır. Suyu da göz ağrısına şifadır.’ buyurmuştur. Bu hadis hakkında hemen şu sorular sorularak basit bir ikna yöntemi ile hadis inkâr edilmiş olacaktır: “Siz gözünüz ağrısa doktora mı gidersiniz, gözünüze mantar suyu mu dökersiniz?”. Aslında itiraf etmeliyiz ki günümüzde hiçbir Müslüman gözü ağrıyınca doktora gitmekten geri kalmaz; fakat sorun bu değildir. Sorun bu hadisten gereği gibi istifade edilemediğidir. Efendimiz (a.s.) Veda Haccı’nda şöyle buyurur: “Sizler benden işittiklerinizi sizden sonrakilere onlar da kendilerinden sonrakilere iletsinler. Zira belki de sonradan benim ifadelerim daha iyi anlaşılabilir.” Efendimizin ‘mantar hakkındaki hadisini’ Veda Hutbesi’ndeki bu uyarıları cihetinde ele alırsak, günümüzün modern bilimi karşısında durarak değil aksine bilimi kendimiz oluşturarak ancak bu hadisten müstefit olabiliriz. Biz Müslümanlar tıp konusunda henüz bilim yapamıyor aksine batıdan bilim ithal ediyoruz. Şu halde bilim ithal eden bir toplumun acizane doktora gitmekten başka çaresi de olmayacaktır. Fakat bilim yapan bir toplum olsak o zaman bizler bu hadise sahip çıkıp mantarın içerisinde, suyunda ondaki şifayı bulmaya çalışırız. Zaten ilaçlar kimyasal bileşkeleri yanı sıra bitkilerden yapılıyor değil midir.? Şu halde Veda Hutbesi’ndeki uyarı muvacehesinde bugün Efendimizin bu kabilden buyurdukları hadislerini anlamak ve onlardan istifade etmek mümkün olacaktır. Aksi halde biz hiçbir surette takvaya mütemayil bir çok hadisi Sahabeden daha iyi anlayan toplulukların daha sonra geleceği zannında değiliz. Asr-ı Saadete yaklaşmak imkân dahilinde olsa da onun aynını yakalamak ihtimal dahilinde değildir. Nihayet Efendimiz (a.s.)’in mantar hakkındaki bu hadislerinin sünnete ittiba noktasındaki tezahürü bu gün itibari ile ondaki bu şifayı günümüz teknolojisinin imkânlarından istifade ederek ortaya çıkarmak, insanlığın faydasına sunmaktır. Zira Efendimiz şayet böyle buyurmuşsa, ki hadis gayet sarihtir; onda da mutlaka şifa vardır. Zira Efendimiz aslâ yalan konuşmaz.
İşte ehl-i ilim olan bir çoklarının üstte zikrettiğimiz hususta çok ciddi yanlışlara düştüğü görülmektedir. Bu tür çıkışlar samimi Müslümanlara zarar vermeyeceği ümit edilse de yine takvası zayıf bir çok din kardeşimizin saf akıllarına, en temel dinî eserleri hakkında, şüphe düşüreceği kesindir. Bu hususta toplumumuzun ve gelecek nesillerin hadis ve sünnetleri daha iyi anlaması için samimi ve ehl-i gayret kişilere ihtiyacımız vardır. Bu mümtaz şahsiyetler de umulur ki sünneti önce kendi nefsinde yaşayan ve insanlara yaşayarak öğreten kimselerden olacaktır.
Asıl itibarla çok farklı örneklerle konumuzu daha anlaşılır kılmak mümkündür; fakat biz samimi olmayan ilim ehli kimselerin de hadis ve sünnetleri anlama noktasında düştükleri hatalara bu kadarı ile değinmeye çalıştık. Bu vesile ile Rasûlullah (a.s.)’ı anlama noktasında genel olarak farklı ‘menfî vesilelerin’ oluşturdukları zaafları ve bunların alternatifleri üzerinde durmaya çalıştık. Rabbimiz bütün Müslüman kardeşlerimizi, içerisinde bulunduğumuz “Kutlu Doğum Ayı’na” bu kıymeti veren Sevgili Peygamberimizin hürmetine Sünnet-i Rasûlullah’ı hakkıyla anlayan ve yaşayan kullardan etsin.
Sünnet Anlayışımız Üzerine İı
Özlenen Rehber Dergisi 2. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.