Doğdu ...! Ahmed doğdu 571 yılı Rebîu’l-evvel ayının 12. günü pazartesi sabahı. Hz. Adem’in alnında zikir seslerini duyduğu Rasûl, Hz. İbrahim’in duası, Hz. İsa’nın müjdesi, yüz deve karşılığı kurban edilmekten azat olan Abdullah’ın yetimi, Âmine’nin göz bebeği doğdu. Hz. Ahmed, doğuşuyla şeref verdi kâinata...
Dünyanın seyrini değiştirecek bir çocuk doğdu. Kabe’yi yıkmaya gelen Fil Ordusu’nun Ebâbillerle helâk edilmesinin ardından henüz elli gün geçmişti ki Allah, âlemlere rahmet bir çocuk ihsan etti insanlığa. Daha doğmadan geleceği müjdelenen, bütün mahlukâtın yolunu gözlediği, âşıkların, sevgiye doymamışların hasret kaldığı ve her peygamberin görmek istediği ve Rabb’imizin ikiz kardeş bile vermeyerek kıskandığı Habibî, sevgilisi bir çocuk dünyaya geldi.
Sabah erkenden bir ses duyuldu Mekke sokaklarında. Adı Yusuf olduğu söylenen bir Yahudi idi bu kişi. Rasûlullah Efendimiz (s.a.v)’in doğduğu gün, henüz Kureyş’in ve Mekke müşriklerinin hiçbir haberi yokken şöyle seslendi Kureyşlilere: “Ey Kureyş! Bugün sizin ümmetinizin peygamberi doğdu.” Yahudi böyle dedikten sonra o gün Mekke’de henüz bir çocuğun doğup doğmadığını araştırmaya başladı. Nihayet Abdulmuttalib’in meclisine geldi. Onun ailesinden bir erkek çocuk doğduğunu söylediler. Bunun üzerine Yahudi: “Tevrat’a yemin ederim ki bu çocuk peygamberdir.” dedi.
Aynı olayı Hassan bin Sabit de o gün Medine’den şöyle nakleder: “Vallâhi ben yedi sekiz yaşlarında, duyduğunu anlayabilecek bir yaştaydım. Yesrib’te bir yahudinin evinin damından şöyle seslendiğini duydum: “Ey Yahudi milleti! Bu gece beklediğiniz ve adı “Ahmed” olacak olan peygamberin yıldızı doğdu.”
Sevinmişti herkes, gün geçtikçe daha da çok anlayacaklar ve sevineceklerdi. Çocuk, kadın erkek... Çünkü erkek bir çocuk doğmuştu. Kız çocukların “dayına gidiyorsun” denilerek diri diri gömülmeye götürüldüğü cahiliye Mekke’sinde. Sonraları sevmeseler de, düşman olup öldürmek isteseler de, hiç düşünmeden ve tereddüt etmeden adını el-Emin koymuş olsalar da, doğmuştu artık son peygamber, âlemlerin Efendisi...
Ebû Leheb bile sevinmişti ve sevincinden bir kölesini âzâd etmişti o bereket dolu pazartesi gününde. Peygamber olduktan sonra O’nun yollarına dikenler atan, o mübarek ayakların eza görmesi, acı çekmesi için hanımıyla elinden geleni ardına koymayan ve hakkında azaba düçar olduğu ifade edilen bir sûre bile inen Ebu Leheb de sevinmişti.
Mekkeli müşrikler de sevinmişti O’nun doğumuna. Daha sonra yurtlarından çıkarmış olsalar da. Dedesi Abdulmuttalib Mekke’nin lideri olduğu günlerde kimseler onun yerine oturamazken, “Buranın gerçek lideri benim.” der gibi O oturmuştu. Ve nihayet Mekke Fetih’ten sonra da bu gerçekleşmişti Rabb’imizin izni ile.
Sevmişti O’nu herkes, adâleti, güvenilirliği, dürüstlüğü, doğruluğu, ve sayılamayacak kadar çok güzel huy ve ahlâkı sebebiyle. Çünkü O’nu Rabb’i terbiye etmişti de edebini ne güzel eylemişti. Tevâzu sahibi idi. Hiç bencil davranmazdı. Kâbe hakemliğinde de öyle yaptı. Kâbe’yi tamir eden Mekkeliler Hacerü’l-Esved’in yerine konmasında ayrılığa düşmüşler ve ilk geleni hakem seçerek onun dediğini yapmayı kabul etmişlerdi. Ve ilk gelen Âlemlerin Efendisi olmuştu. Herkes çok memnun olmuştu bu gelişe. Çünkü O, el-Emin idi. Haksızlık yapmaz, problemi adaletle hemen çözerdi. Hakem seçilmesine rağmen, “ Hacerü’l-Esved’i yerine koymak benim hakkımdır.” demedi. Hırkasını yere serdi ve herkesin bu yükün ucundan tutmasını istedi. Sanki kısa bir zaman sonra getireceği yeni dini, tevhid dinini haber vererek ve “Ey insanlar! Bu yükün altına girmeniz kaçınılmazdır.” diyerek...
Böyleydi bizim Peygamberimiz... Merhametli, şefkâtli, kendisine en fazla düşmanlık edenleri bile: “Ya Rabb’i! Onlar bilmiyorlar. Bilseler böyle yapmazlardı.” diyerek affeden bir rahmet ve sevgi deryasıydı. Zaten âlemlere rahmet olan bir peygamberin de başka türlü davranması düşünülemezdi.
Tarih boyunca onu gören, görmeyen herkes O’na aşık olmuş ve sevdalanmıştır. O’nun hakkında birçok övgüler ve naâtlar söylenmiştir ve o nur Deryası’nı tam olarak anlatmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır. Olmayacaktır da... Zira O, Rabb’i tarafından sevilmiştir ve övülmüştür.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), Arap ve Acem olarak ayrılan insanlar içerisinde Araplardan; Araplar içinde Kureyş’ten; Kureyş içinde Hâşimilerden; Hâşimiler içinde de en hayırlı aileden seçilmiştir. Burada hemen şunu vurgulamakta fayda vardır. Rasûlullah (s.a.v.)’in aralarında zuhur ettiği kavmi ve içinde bulunduğu kabileyi sevmek, Rasûlullah (s.a.v.)’i sevmenin gereğidir. Bu sevgi fert ve cins yönünden değil aksine açık hakikât yönündendir. Zira bu kabile ırk, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin bu koldan gelmesiyle şeref kazanmıştır.
O Rasûl ki, yetim olarak dünyaya gelmiş ve kısa zaman içinde önce annesini, dedesini ve sonra da amcasını kaybetmiştir. Buradan şunları anlamak mümkündür. (Allah, en iyisini bilir.) Allah, O’nu yetim ve başında bir büyüğü olmadan, Abdulmuttalib gibi Mekke’nin ileri gelenleri ve bilgilileri arasında büyütmeyerek bir mânâda müşriklerin; “O Muhammed ki, bildiklerini şu büyüklerinden öğrendi.” demelerine müsaade etmemiştir. Yine Rabb’imiz, Habibi’ni arkasına yaslanacağı baba gibi kudretli bir yakını olmadan kendisi terbiye etmekle; insanlık fıtratı gereği kötü yollara düşmesine ve Allah’tan başkasına güvenerek mal mülk sevgisi ile gönlünü doldurmasına izin vermemiştir. Çünkü O, her an Rabb’imizin gözetimi altında idi.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.), daha çocukken de Allah indinde kıymetliydi ve seviliyordu. O’nun çocukluğu diğer çocuklardan çok farklıydı ve O, olağan üstü bir gelişme süreci geçirmişti. Hz. Halime’ye verildiğinde yaşlı ve zayıf olan bineklerinin birden hareketlenmesi, kuvvetlenmesi ve canlanıp Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizi gerisinde kaldıkları kâfilenin önüne geçirmesi bundandı. Nasıl ki Hz. Halime daha O’nu ilk görüşte O’nun alelâde sıradan bir çocuk olmadığını anlamışsa; Allah (c.c.), bu anlayışı insanlar dışındaki mahlukâta da vermişti. Sâd Oğullar’ı obası yeniden yeşermiş, yaşlı develer yeniden süt verir olmuşlardı.
Yine Hz. Halime’nin yanında iken Cebrail (a.s) tarafından göğsünün açılarak kalbinin çıkarılması ve şeytanın nasibinden temizlenmesi O’nun farklılığın bir göstergesiydi. Zira bu olay O’nun bir peygamber olarak seçildiğine bir işaret, vahy almaya daha çocukluktan başlayan bir hazırlık ve ileride el-Emin olmaya namzet bir günahsızlık ameliyesidir.
Ne var ki âlemlerin O’nun geleceğinden haberdar olmasına, önceki kutsal kitaplarda müjdelenmesine ve peygamberlerin haber vermelerine rağmen insanlar O’nu tanımadı veya tanımak istemedi. Mesela Yahudiler geleceğini bildikleri ve haber verdikleri halde onu inkâr ettiler ve üzerlerine lânet yüklendiler.
Mekke’nin müşrikleri de tanımadılar ve O’nu yalanladılar. Nitekim Ebu Cehil: “O, Benî Hâşim’den olduğu için inanmıyorum.” diyordu. Günümüzde de, “Peygamber bir Arap idi. O’nun hareketlerine yani sünnetlerine arzu edersem uyar, arzu etmezsem uymam. O’nun hareket ve davranışları beni bağlamaz.” şeklinde kullanılan bir takım ifadeler vardır. Bu gibi ifadeler, Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün sevgisi ile dolu bir kalbi asla sarsmamalı, aksine o gönlü bu sevgi ve aşkla daha da doldurmalıdır. Zaten bu sevgi ve rahmet nurunun taşkınlığının önünü kesmeye, kimsenin gücünün yetmediği bilinen bir gerçektir.
Ahzab süresi 21. ayet-i kerîmesinde de Rabb’imiz şöyle buyuruyor: “Andolsun ki Allah’ı ve âhiret gününü arzu eden ve Allah’ı çokça anan kimseler için Allah’ın Rasûlü’nde çok güzel örnekler vardır.” öyleyse örnek alınması gereken Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’dır. Zira Kur’an O’na indirilmiş, din O’na gönderilmiştir. Hz. Aişe’nin (r.anha) ifadesiyle de Kur’an’ı kendisine en güzel O ahlâk edinmiş ve Rabb’inin rızasını kazanmıştır.
Rasûlullah (s.a.v.)’i sevmeyen Allah’ı (c.c.) da sevemeyecek, Allah (c.c.) da ancak güzel Rasûlü’nü sevip itaat edenlerin sevgi ve kullularını, tevbelerini, yakarışlarını kabul edecektir.
Görülüyor ki; güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilen Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e itaat, Allah (c.c.)’ya itaattır ve farzdır. Sünnetleri kısımlara ayırmak, aslında Hz. Rasûlullah’ın hayatını daha iyi tetkik etmek ve O’nu daha yakından tanımak için olmalı, yoksa sünnetin bir kısmını terk etmek veya reddetmek için olmamalıdır.
Öyleyse ahlâk, kulluk ve her halimizi Sahabeler misali ve O’na benzetmek bizim en önemli görevimiz ve sorumluluğumuzdur. Böylece Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) gibi sadece Allah’a (c.c. kulluk borcumuz olur. Bir başkasına minnet burcumuz olmaz.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)’i sevmeli ve O’nun doğum gününü bir bayram neşesi içerisinde kutlamalıyız. Onun doğumu ve risaletinin, bizleri irşâdı sebebi ile îman, İbadet ve ahlâk nimetlerine kavuştuğumuz için, bizlere bu nimetleri ihsan etmesi hasebi ile, her hâlimizde, yapacağımız kullukla Rabb’imize hamdimizi gerçekleştirmeliyiz. Bu güzellikler neticesi olarak Efendimiz’e teşekkürümüz, onun sünnetlerine harfiyen uymak ve ona bol salâvat getirmek olmalıdır.
Efendimiz’in dünyaya teşrifi sırf, ‘insanlığı hidayete davet vazifesi’ içindir. Şu halde onun doğumundaki hakikati kavrayarak Efendimiz’in dünyaya teşrifi için sadece kutlu doğum haftasında değil, tüm hayatımızda sevinmeliyiz. Ona lâyık olmaya çalışmalıyız. Onun şeriatı, sünnetlerini tüm insanlara ulaştırma gayreti içerisinde olmalıyız. Efendimiz’in ahlâkını yaşamalı ve tebliğ vazifesinin yükünü yüklenmeliyiz. Bu yolda aslâ tembellik ve atâlet göstermemeliyiz. Hedefe varmak için gayretimiz Hz. Halime’nin bineği, hicrette Kusva’sı, İsra’da Burak, Miraç’ta Refref’i ve mescidindeki kütüğü gibi olmalıdır.
Kutlu Doğum ve Efendimizi Anlamak
Özlenen Rehber Dergisi 2. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.