İnsan belirli bir gaye ve maksadın hasıl olması için imtihan evi olan dünyaya gönderilmiştir. Bu dünya hayatında kendisi için belirlenen yollardan herhangi birisini tercih ederek ebedî olan âhiret hayatına hazırlık yapar. Sınırlı olan ömür tükenince de yaptıklarının karşılığını mükafat veya ceza olarak görmek üzere din gününün sahibinin huzuruna varır.
Kainatta olan biten her şey bir nizam ve ahenk içerisinde meydana gelmektedir. Rızık, doğum ve ölüm hatta alıp verdiğimiz her bir nefes dahi belirlenmiştir. Ecel geldiği zaman ruh hiçbir erteleme olmaksızın Allah’a teslim edilir. Hâl böyle olduğu halde insanoğlunun kıymetini bilmeyip en fazla israf ettiği en kıymetli nimet ömürdür.
Kişi ebedî hayata bir nevi mukaddime sayılan dünya hayatını hangi gaye uğruna harcadı ise karşılığını eksiksiz bulacaktır. O gün nedamet ve pişmanlık günüdür. ’Ölüp de pişman olmayan yoktur, mutlaka herkes nedamet duyar: İyi yolda olan hayrını daha çok artırmadığı için pişman olur, nedamet duyar. Kötü yolda olan da nefsini kötülükten çekip almadığına pişman olur, nedamet duyar.’ (1)
Ölümle birlikte amel defteri kapanır. Dünyada iken işlenen iyi ve kötü amellerle baş başa kalınır. Lakin belirli bir zaman veya mekan ile sınırlanmadan hâlisane yapılan bazı ameller vardır ki, bunlar kişinin amel defterinin öldükten sonra da açık kalmasını sağlar. Yani, bu ameller neticesinde oluşan hayırlar baki kaldığı müddetçe meydana gelen sevaplar amel defterinin sevap hanesine yazılmaya devam eder.
Allah’ın biz günahkar kullarına merhameten takdir buyurduğu bu nimete kavuşturan amellerden bir tanesi de salih evlattır. Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde: ’Bir insan ölünce ameli kesilir. Ancak şu üç şeyden dolayı ameli kesilmez: Sadaka-i câriye, istifade edilen bir ilim veya kendine dua edecek sâlih bir evlat.’(2) buyurmuşlardır. Bu hadiste zikredilen ’kendisine dua edecek sâlih evlattan maksat; Allah’ın emirlerini yerine getiren yasaklarından kaçınan, Allah’a ve Rasûl’üne itaat eden ve bu şekilde sürekli hayır işlerle meşgul olan hayırhâh evlattır.
Çocuğun dünyaya gelmesiyle birlikte ebeveyni üzerinde çocuğa ait maddî manevî bir çok hak terettüp eder. Her bir ebeveynin, dünyaya gelmesine vesile olduğu çocuğuyla alakadar olması, dünya ve âhiret hayatında onun için gerekli olan imkanları sağlaması gerekir. Bu haklar doğumun akabinde kulağına ezan ve kamet okumak, sünnet ettirmek, güzel isim koymak, yiyecek ve giyeceğini temin etmek vs. olduğu gibi aynı zamanda onun terbiye ve eğitimiyle ilgilenmek şeklinde tezahür etmektedir. Ebeveynler, çocuklarını güzel ahlâk ve İslâmî bir terbiye ile yetiştirmekle sorumludurlar.
Fertlerin, himayeleri altındaki çocuklara dinî bir eğitim vermeleri farzdır. Bu eğitim, yaşları yediye ulaşınca onlara namaz kılmayı emretmekle başlar. Rasûlullah Efendimizden gelen rivayetlerde çocuklara yedi yaşında namazın emredilmesi, on yaşına geldiklerinde ise şayet namaz kılmazlarsa (terbiye maksatlı ve hafif bir şekilde) dövülmeleri emredilmektedir. (3)
Bu rivayetten hareketle bir çok âlim yedi yaşından itibaren çocuklara namaz kılmalarına yetebilecek miktarda Kur’an âyetlerinden ezberletmenin farz olduğu hükmüne varmışlardır. Zira namaz kılmak için belirli sure ve duaların ezberlenmesi gerekir. Dolayısıyla anne ve baba, çocuklarına ’temyiz yaşı’ denilen bu yaşta Kur’an öğretimine başlamalıdır.
İyi ve kötü şeylerin yavaş yavaş ayırt edilebildiği bu yaşlarda çocuklara öğretilecek veya ezberlettirilecek Kur’ân ayetlerinin tesirinin ölünceye kadar üzerlerinden gitmediğini müşahede etmekteyiz. Baştan sona nur olan, içerisinde hayırdan başka bir şeyin emredilmediği Kur’ân-ı Kerîm’le meşgul olan akıl ve kalpten Cenâb-ı Allah’ın nurunun, sevgi ve haşyetinin silinmesi mümkün değildir.
Geçmiş dönemlerde Kur’ân-ı Kerim’in öğretimine ve ezberlenmesine ziyadesiyle önem verilirdi. Çocuklara ufak yaşlarda Kur’ân-ı Kerim ezberlettirilir, bir çoğuna hafızlık yaptırılırdı. Çocuklarının Kur’ân-ı Kerim’i okumayı öğrenmesi ebeveynlerin en büyük temennisi ve hayaliydi. Âileler bununla övünür, çocuklarının özellikle hafız olmasıyla iftihar ederlerdi. Zira onlar, Allah’ın son peygamberine inzal buyurduğu mukaddes kelamını bu hafızlar vasıtasıyla muhafaza ettiğine kani idiler.
Aileler kendilerine çocuklarını terbiye hususunda peygamberimizin şu telkinini düstur edinmişlerdi. ’Evlatlarınızı üç haslet üzere terbiye edin (onlara şu üç şeyi aşılayın): Peygamberinizin sevgisi, onun Ehl-i Beyt’inin sevgisi ve Kur’an tilaveti. Zira Kur’an hafızları (hamilleri) Allah’ın nebileri ve asfiyâları ile birlikte hiçbir gölgenin bulunmadığı günde Allah’ın gölgesinde gölgelenirler.’(4)
Zamanımızdaki okullarla aynı statüye sahip olan küttâb, mektep veya medreselerde eğitim, Kur’ân-ı Kerîm öğretimi ile başlardı. Kişi, öğretimine hangi dalda devam ederse etsin Kur’ân-ı Kerîm’le meşgul olurdu. Zira onlar bütün ilimlerin esasının Kur’ân’a dayandığı hakikatini kavramış, dolayısıyla tüm ilimlerini Kur’ân-ı Kerîm’le temellendirmiş ve bütünleştirmişlerdi. Bu durum son dönemlere kadar bu şekilde devam etmiştir.
Günümüzde ise bunun tam aksine bir düzen takip edilmektedir. Tüm ilimlerin Kur’ân’la alakası kesilmiş, her alanda Hakk’ın kelâmı saf dışı bırakılmıştır. Bundan ötürü birkaç nesil muhtaç oldukları Kur’ânî eğitim ve öğretimi almadan yetişmiş, dolayısıyla toplumda büyük ahlâkî bozukluklar meydana gelmiştir.
Bu durumda yapılacak tek şey vardır. O da, Müslüman ailelerin çocuklara verilmesi gereken dinî eğitim ve anlayışları kişisel gayretlerle yerine getirmeleridir. Toplum, ailelerden; aileler ise fertlerden teşekkül eder. Dolayısıyla toplumda herhangi bir bozukluk varsa bu, ailelerin ve fertlerin bozuk olduğuna işaret eder. Meselenin özüne inildiğinde ise bunun, insanı insan eden ve ona Allah korkusunu aşılayan Kur’ânî eğitimin verilmeyişinden kaynaklandığı görülecektir.
Günümüz ailelerine baktığımızda ise gerekenin aksine bir durumla karşılaşıyoruz. Çocuğun dünyalık ihtiyaçlarının büyük bir itina ve özenle sağlanmaya çalışıldığını; ancak uhrevî gereksinimlerinin göz ardı edildiğini görüyoruz. Çocuğun yeme ve içmesi, giyim-kuşamı vs. maddî ihtiyaçları hususunda her türlü hassasiyet gösterilirken, asıl lazım olan rûhî ihtiyaçlarını temin etme hususunda aynı hassasiyet gösterilmemektedir.
Okusun, yüksek yerlere gelsin veya çalışsın da dünyasını mamur etsin diyerek türlü fedakarlıkta bulunuluyor. Herhangi bir yabancı dili öğrenmesi için yüksek oranda gayret ve paralar sarf edilirken, Hz. Allah’ın kelamını öğrenmek veya bu kelamı anlamak hususunda hiçbir gayret ve çaba gösterilmiyor. Bu şekildeki davranışlarla, her şeylerini dünyaya bağlamış aileler çocuklarını da kendileri gibi dünyaperest bir hâle getiriyorlar. Halbuki bir hadis-i şeriflerinde Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: ’Bir baba çocuğuna güzel ahlâktan daha üstün bir miras bırakamaz.’(5) diğer bir rivayet ise şu şekildedir: ’Kişinin çocuğunu bir kerecik terbiye etmesi, onun için bir sa’ miktarında yiyecek tasadduk etmesinden daha hayırlıdır.’ buyurarak
O halde Müslüman ailelere düşen evlatlarının maddi yönden her türlü ihtiyaçlarını sağlamalarının yanı sıra onların manevi, ruhi gereksinmelerini de temin etmeleridir. Ancak bu şekilde her yönden üstün nesiller yetiştirilebilir.
Bir hadîs-i şerîflerinde Peygamber Efendimiz (s.a.v.): ’Sizin en hayırlınız Kur’ân’ı Kerîm’i öğrenen ve öğretendir.’(6) buyurmuşlardır. Bu hadisten anlaşılan şudur: Amellerin en hayırlısı sözlerin en hayırlısını öğrenip öğretmektir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’i ilk öğrenen ve öğreten Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.)’dir. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm’i öğreten, öğrenen ve ezberleyen kimseler Rasûlullah Efendimizin bir sünnet-i seniyyesini yerine getirmiş olmaktadırlar. Bu yüzden özellikle hafızlar Allah (c.c.) indinde özel bir yere ve kıymete haizdirler.
Hz. Ali (r.a.)’den rivayetle Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’Kim Kur’ân’ı okur, ezberler, helâl kıldığı şeyi helâl kabul eder, haram kıldığı şeyi de haram kabûl ederse Allah, o kimseyi cennete koyar. Ayrıca hepsine cehennem şart olmuş bulunan âilesinden on kişiye şefaatçi kılınır.’(7) Bu hadîs-i şerifte, Kur’ân’ın hamillerindeki hayır ve bereketin sadece kendileriyle sınırlı kalmayıp aile fertlerine ve diğer insanlara da yansıdığını açıkça görmekteyiz. Yine diğer bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: ’Kim Kur’ân’ı okur ve onunla amel ederse, kıyamet günü babasına bir tâç giydirilir. Bu tâcın ışığı, güneşin dünyadaki herhangi bir evde bulunduğu takdirde vereceği ışıktan daha güzeldir. Öyleyse, Kur’ân’la bizzat amel edenin ışığı nasıl olacak, düşünebiliyor musunuz?’(8)
Kur’ân-ı Kerîm okumayı öğretip içindeki hükümlerle amel etmeleri telkin ettiğimiz hayırlı ve salih evlatlarımız amel defterimizin hayır yönünde kapanmamasını sağlayacak, kimsenin kimseye bir faydasının dokunmadığı kıyamet gününde karşımıza çıkacak ve onca günahlarımız için bize şefaat edip elimizden tutarak cennete girmemize vesile olacaklardır. Bunun aksine Kur’ân tilavetinden ve onun ahlâkından uzak yetiştirdiğimiz evlatlarımız da -Allah muhafaza- her günah işlediklerinde bu günahın aynısı bize de yazılacak, hesabımız çetin olacak, dolayısıyla bizler için hem bu dünyada hem de ebedî hayatta hüsran vesilesi olacaklardır.
Özenle yetiştirip büyüttüğümüz, gözümüzden sakındığımız ciğer parelerimizin arkamızdan bizler için bir Fâtiha okumalarını istiyorsak onlara Kur’ân’ı öğretelim. Rabbimizin, bizlere terbiye ve güzel ahlâk üzere yetiştirmemiz için emanet ettiği yavrularımızı yakıtı insanlar ve taşlar olan ateşten koruyalım.
Şu boş geçen günlerde onları televizyon ve sair eğlencelerden birkaç saat dahi olsa ayırıp onları hayırlı işlerle meşgul edelim. Onlara, Kur’ân okumasını şayet biliyorsak kendimiz öğretelim. En azından namazda okumaları gereken sure ve duaları ezberletelim. Onlara hayatlarının her safhasında lazım olacak dini bilgileri aktaralım. Şayet bizler bu yeterlilikte değilsek bu hususların temini için gerekli mekanlara gönderelim. Ukbe ibn-i Âmir (r.a.) anlatıyor: Biz Suffe’da iken Rasûlullah (s.a.v.) (dışarı) çıkarak: ’Hanginiz her gün hiç günah işlemeden ve akrabalık bağlarını da bozmadan Buthân’a veya Akik’e gidip oradan (zahmete ve masrafa girmeden) iki adet iri hörgüçlü dişi deve tutup getirmeyi ister?’ diye sordu. Biz: ’Ey Allah’ın Rasûl’ü! Bunu hepimiz isteriz.’ dedik. Hz. Peygamber (s.a.v.): ’O halde birinizin mescide gidip orada Allah’ın kitabından iki âyeti öğrenmesi veya okuması, kendisi için iki deveden daha hayırlıdır. Üç âyet onun için üç deveden, dört âyet onun için dört deveden ve okunacak âyetler kendi sayılarınca deveden daha hayırlıdır.’ buyurdular.(9)
Şunu bilelim ki; Allah’ın kitabını okuyup öğrenmek maksadıyla toplanıp bir araya gelinen mekanlar Allah’ın rahmetinin sağanak sağanak indiği meleklerle takviye edilen hususi mekanlardır.
Kaynakça:
1. Tirmizî, Zühd 59.
2. Müslim, Vasıyyet 14.
3. Ebû Dâvûd, Salât 26.
4. Şirâzî Fevâid’inde rivayet etmiştir.
5. Tirmizî, Birr 33.
6. Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân 21.
7. Tirmizî, Sevâbu’l-Kur’ân 13.
8. Ebû Dâvud, Salât, 349.
9. Müslim, Salatû’l-Müsâfirin 251
Tatili Değerlendirelim, Kur'an Okumayı Öğrenelim
Özlenen Rehber Dergisi 18. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.