Rivayete göre Firavun’un sarayında köle olan, sonra da İbrahim (a.s.)’a zevce olan annemiz Hacer…
Diğer bir rivayette Hz. Hacer’in Firavun’un sarayında köle olduğu, Sara annemize hediye edildiği söyleniyor. Evin ihtiyaçlarıyla ilgilenmesi için evlerinde kalan cariye olduğu ve Hz. İbrahim (a.s.)’ın çocuk sahibi olamadığından dolayı üzüntüsünden, Hz. Hacer annemizi İbrahim (a.s.) ile evlenmeye Sara annemizin teklif ve teşvik ettiği İsrailî kaynaklarda anlatılıyor.
Hz. İbrahim (a.s.) eşi Sara annemiz bir evlat sahibi olamayınca, annemizin de rızasıyla Hz. İbrahim (a.s.) ile Hacer annemiz evleniyor. Aslı Mısırlı görünüş itibariyle siyahi olarak bilinen içi ay parçası gibi olan annemiz nihayet bir evlat sahibi olacaktı. Hem de öyle bir evlat ki Allah yolunda kurban olmaya diri diri razı olacak bir evlat… Hz. Hacer gebe kaldıktan sonra yine evin işlerine yardımcı olacak şekilde yaşantısına devam ediyor. O dönemlerde annelerimiz arasında pek bir anlaşmazlık olmuyor. Nihayetinde Halilullah neslinin devamı İsmail (a.s.) dünyaya geliyor. İsmail (a.s.)’ın doğmasından sonra İbrahim (a.s.)’ın şefkatle yaklaşmasından ve yakınlığından sonra Sara annemiz bir hayli sorun yaşıyor. Ve Hacer annemizle çatışma içerisine giriyor. Kıskançlık daha çok kadınların kalbinde ortaya çıkan psikolojik bir hastalıktır. Sevginin olduğu yerde kıskançlık olabiliyor ancak aşırısı zarardır, nefsi hastalıktır.
Âişe (r.anha) annemiz anlatıyor: ’Rasûlullah (s.a.v) bir gece yanımdan çıkıp gitti. Kendisini kıskandım. Geri dönüp geldiğinde tavrımı(n değiştiğini) görünce:
- ’Aişe, ne o kıskandın mı?’ dedi
- ’Benim gibi biri, senin gibi birisini nasıl kıskanmasın?’ dedim.
- ’Vallahi sana şeytanın gelmiş’ dedi.
- ’Ya Rasûlullah! Benim şeytanım mı var?’
- ’Evet’
- ’Ya Rasûlullah! Senin şeytanında mı var?’
- ’Evet var! Lakin Allah bana yardım etti de şerrinden emin oldum’ dedi. (Sahih-i Müslim, Mişkat 280/ Hayatü’s-Sahabe, s. 193 cilt 3)
Kıskançlık ne özenilecek bir davranıştır ne de kazanılacak. Allah hepimizi o hastalıktan kurtarsın inşallah.
Hz. İsmail’in doğumuyla birlikte Hacer annemiz için zor ve meşakkatli bir hayat başlamıştır. Anlaşmazlıklar sürekli devam ediyor, Sara annemiz artık İsmail ve annesini istemiyordu. Tabii İbrahim (a.s.) eşinin isteğiyle çocuğu ve diğer eşini gönderecek değildi.
İlahi emir sonrasında seksen altı yaşında iken nasip olduğu evladını annesiyle birlikte Belde-i Haram’a götürülmesi vahyedildi. (İbnü’l-Esir, c. s. 103.)
Hz. İbrahim (a.s.) Kendi elleriyle eşini ve çocuğunu, yeşilliklerin, suyun, yiyeceğin olmadığı bir yere bıraktı. Mekke ufuklarında, kızgın kumların içerisinde… ellerinde bir süre yetecek kadar hurma ve bir matara su vardı. Ama Hacer annemizin gönlündeki itaat, aşk öyle kuvvetliydi ki bir gün sonrasını bile düşünmeksizin emre itaat etmişti. Yarın bu hurma yetmezse ne yaparım diye bile düşünmedi. Öyle bir sadakatin aşkın içindeydi ki ne yalnızlığına baktı ne de başka bir şeye. ’Bana Allah yeter!’ diyerek ısssız çölde tek başına yaşantısına devam etti. Annemizin zamanla sütü de bitmişti, çocuğunu emziremiyordu, yiyecek içecek de tamamen tükenmişti. Çocuğun dudakları kurumuş, annesine bakıyordu. Hangi anne çocuğunun susuz kalmasına, aç kalmasına dayanabilir? Hacer annemiz de dayanamadı. Daha iki yaşındaki İsmail’i güneşin yakıcı ışınları altında, susuzluk ve sıcaktan iyice yanıp yakılmış bir şekilde sıcaktan ağlıyordu. Buna daha fazla dayanamayan annemiz, etrafta su bulabilirim ümidi ile Kâbe’ye en yakın dağ olan Safa tepesine çıktı. Hiç kimse yoktu. Safa tepesinden indi. Kurak dereyi geçerek, koşar vaziyette Merve tepesine çıktı. Yine kimse gözükmüyordu. Safa ile Merve tepeleri arasında koşarken ellerini açarak: ’Ey merhametlilerin en merhametlisi! Bize sen merhamet etmezsen başka kim merhamet edecek’ diye dua ve niyazda bulunuyordu. Böylece Safa’dan Merve’ye dört defa gitmiş ve Merve’den Safa’ya üç defa yalınayak bir şekilde gelmiştir. Bu esnada Cibril (a.s.) görünmüştür. Kanatlarından biriyle yere vurmuş ve oradan su çıkmaya başlamıştır. Çölün ortasında topraktan fışkıran bir nimet… Yüce Mevla, girdiği tehlikeli imtihanı, yüz akıyla veren Hacer validemize, imtihanın mükâfatını hemen takdim etmiş, kıyamete kadar bereketi devam edecek olan Zemzem suyunu O’nun emrine tahsis etmiştir.
Zemzem alın teridir. Zemzem Ab-ı hayatı temsil eder. Sa’y bitiş, zemzem başlayıştır. Sa’y emek, zemzem ödüldür. Sa’y salih amel, zemzem cennettir.
Çölün ortasında yerden fışkıran su, kendince bir yol ilerlemeye çalışıyorken Hacer annemiz, bu suyun çölde yok olup gideceğinden endişe ederek suya ’zem zem…’ diye, dilimizde ’dur dur’ diyerek haykırmıştır. Hz. Hacer, bir yandan akmasın diye suyu, havuz gibi toprakla çevirip gölet yapıyorken, diğer yandan da kırbasını doldurmaya devam ediyordu.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: ’Allah’ü Teâlâ İsmail’in anasına rahmet eylesin. Eğer kendisi Zemzem’i olduğu gibi bıraksaydı(yani etrafını toprakla çevirerek çeşme haline getirmeseydi) bu akan bir çay olurdu’ (Müsned, Ahmed bin Hanbel, c.1 s.25)
Hacer annemiz susuzluğunu gideren, karnını tok tutan bu sudan içiyor, yavrusuna içiriyor, Mevlâ’sına hamdediyordu.
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz: ’Hacer Zemzem’den içiyor, içtikçe İsmail’i emzirmek için sütü çoğalıyordu’ buyurarak, Zemzem’in süt çoğaltıcı etkisini gözler önüne seriyordu.
Cenâb-ı Hakk’ın özel olarak Cibril-i Emin’le kazandırdığı bu kuyunun suyu, dünyanın en değerli en mübarek suyu idi. Acıkanı doyuran, susayanın susuzluğunu gideren bir özelliğe sahipti.
Zemzem’in muhtevasında; eriyici madenî tuz, milyonda 1620 mg.; Klor grubu, milyonda 234 mg.; Karbonat grubu, milyonda 365 mg.; Kükürt grubu, milyonda 190 mg. mevcuttur. Nitrat ve sülfat yoktur ki şu an içtiğimiz hazır sularda bulunan sülfat oranındaki fazlalık vücuda zarar vermektedir. Bizler hazır su alırken sülfat oranı az olsun diye bakınırken, Yaradan öyle güzel doğal bir nimet yaratmış ki içinde faydanın faydası var.
Zemzem ile ilgili olarak Ebu Zer (r.a.), bir hatırasını anlatıyor: ’Yemin olsun otuz günle gece arası (Mekke’de) durdum. Zemzem suyundan başka (hiçbir) yiyeceğim yoktu. Ama semizlendim. Hatta karnımın büküntüleri kıvrıldı. Karnımda açlık zafiyet hissetmedim. (Sahih-i Müslim)
Hacer validemiz o içinde bulunduğu şartlar altında, tevekkülün gerçek manasını da bizzat yaşayarak bizlere göstermiş bulunuyordu. İçine bırakıldığı çember içinde; inancını kaybetmemiş, fakat etraftan yardım gelecek diye de oturup kalmamış, bir insanın yapabileceği her çeşit çareye takatinin sonuna ulaşıncaya kadar sarılmış ve Cenâb-ı Hakk’ın ğaybi yardımına mazhar olmuştur. İşte, Allah (c.c)’ın bizden istediği teslimiyet ve tevekkül de bu idi. Hacer annemiz böyle samimi bir şekilde herşeyi Allah’tan bekleyerek, tam bir teslimiyet sonrasında en güzel nimetlere sahip olmuştur. Yakınlığı ancak bu şekilde kazanmıştır. Bugün yaşantımızda maruz olduğumuz imtihanlar bu kadar ağır değilken o hakiki sevgiyi, aşkı, itaati kavrayamamak acı… Allah hepimize Hacer validemiz gibi bir teslimiyet, tevekkül, aşk nasip etsin…
İbrahim (a.s), oğlu ve karısını Mekke çölüne bıraktıktan sonra, onlarla bütün alakasını kesmiş değildi. Aksine arada sırada onların yanına gider, bir süre beraber kalırdı.
Bir gün İbrahim peygamber rüyasında oğlu İsmail’i boğazlarken görür. Bu rüya üç defa tekrarlanınca artık oğlunu kesmeye karar verir ki, bu güne bu sebeple ’Nahr (boğazlama) Günü’ denir. İbrahim (a.s.) oğlu ve eşinin yaşadığı yere gider, çadırlarına yaklaşır. İsmail babasını içeri davet eder. İbrahim (a.s.) oğluna evin önündeki iple bıçağı göstererek: ’Evladım! Şu iple bıçağı al, peşim sıra gel, ikimiz birlikte şöyle biraz uzaklaşalım’ dedi. Baba oğul, çalılığa doğru gittiler. Tabii İbrahim (a.s.) rüya gördükten sonra oğlunu alıp kurban etmek için, Mekke’ye gelirken yolda şeytan bir adam kılığında görünerek ona vesvese ile yaklaşmaya çalışıyor. Ama İbrahim (a.s.) tam bir teslimiyetle yolundan dönmüyor. Bu defa Hacer validemize görünüyor. Ve eşin İbrahim oğlunu boğazlamaya götürüyor, Onu Allah (c.c.) emretti diyor. Yani Haktan yaklaşarak Hacer validemizi kendi fikrine yaklaştırmaya çalışıyor. Ancak teslimiyet abidesi annemiz, yıllarca evvel dediği gibi ’Allah bizi koruyacaktır. O bize yeter. Eğer bunu Allah emretti ise yapmalıdır. Bize düşen Allah’ın emrine teslim olmaktır’ dedi. (İbnü’l-Esir)
Böylece Hacer validemiz, hayatının ikinci büyük imtihanını vermiş oluyordu. Yıllar evvel gösterdiği tevekkülün aynısını, oğlu İsmail on üç yaşındayken de aynı tazelik ve canlılıkla bir defa daha ispatlamış oldu. Bu defa oğlu İsmail’e aynı şekilde yaklaşan şeytan yine boşa çıkmıştır. İbrahim (a.s.) bıçağı bileyip oğlu İsmail’in boynuna iki üç defa sürmüştür lakin bıçak kesmemiştir. Bu esnada bir ses duyulur. Bu ses, ’Allah’ü Ekber, Allah’ü Ekber’ diyordur. İbrahim (a.s) başını kaldırır, Cibril-iEmin, yanında semiz bir koç ile semadan inmektedir…
Sonuç
Kurbanın değerini, kurban edildiği kapının değeri belirler. Allah’ın kapısına kurban olanlar, o kapıya değer yüklemek için değil, kendileri o kapının değerinden pay almak için kurban olurlar. Mal, evlat ve kadının; insanın sevgisini celb ettiği, her şeye tercih edildiği, hatta insanın Allah’tan gayri şeylerle meşgul olduğu şu zaman diliminde bu derslere ne kadar da muhtacız. İnsan, dünyanın geçici süslerine takılıp kaldığı ve varlığının sebebi, devamının kaynağı olan ebedi hakikati terk ettiği zaman ne kadar da küçülmektedir. Asıl olanı unutup batıl olana tutunduğu zaman eline hiçbir şey geçmediğini bile bile, yanlışta ısrarcı olmak ne kötü. Bizler ancak samimi gönüllerle, teslim olabildiğimiz sürece yakınlık nimetine erişmeye hak kazanabiliriz. Sahte gönüllerle, kurbanlarla, teslim olmamış gönüllerle, bir kişilik olan gönlümüze birden çok sevdalar yükleyerek sadece kendi kendimizi zayi ederiz.
Kurbiyet Yolunda Hacer Olmak
Özlenen Rehber Dergisi 139. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.