Özlenen Rehber Dergisi

108.Sayı

Unutulmayanlar; Son Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sabri Efendi (1869-1954)

Tahir Türkmen Özlenen Rehber Dergisi 108. Sayı
Geçtiğimiz son yüzyıl ilmi manada derinlik sahibi yüzlerce âlim zatın değişik sebeplerden ötürü öz yurtlarından başka başka diyarlara sürgüne, zorunlu ikamete mecbur bırakıldıkları bir zaman dilimi olarak geçti düşünce tarihimize. Özellikle Osmanlı Devleti’nin dünya siyaset sahnesinden çekilmesiyle birlikte kurulan yeni Cumhuriyet rejiminin inkılaplar/devrimler olarak ortaya koyduğu icraatların neticesinde sayısız ilim adamı sürgüne ve bir o kadarı da ’rejim karşıtı’ iddiasıyla idama mahkum edildi. Burada tarihi sorgulamak, ne gidenlere ne de onların gitmesine sebep olanlara fayda ya da zarar mülahaza etmez zaten maksadımızda o değil. Ama tarihi olayları mümkün mertebe ifşa etmek; geleceğe ışık tutmak ve geçmişten kopuk bir gelecek algısından beri olmak adına pek mühim olsa gerek.
İşin, ehemmiyet sadedinde bir başka boyutu daha var ki, bana göre ’can alıcı nokta’ işte tam orası. Şöyle ki; Tarihimiz, özellikle İslam’a hizmet noktasından bu yana Türk milleti adına eşsiz şeref ve izzetle doludur. İslam’a gönül vermiş binlerce güzel insanımızın varlığı ve onların kalemlerden dökülerek ortaya konulan sayısız eser bu hakikatin izharı noktasında verilebilecek en belirgin örnektir.
İşte o binlerce âlimden ve sayısız ilmi eser ortaya koyan üstadlardan bir tanesi de geçtiğimiz 20. Yüzyılın büyük bilgini, Osmanlı Medreselerinde yetişmiş ve Osmanlıya şeyhülislamlık yapmış, müderris, müftü, muharrir, mukarrir, mütefekkir Mustafa Sabri Efendi’dir.
Bundan tam 58 yıl önce 12 Mart 1954 yılında vefat eden Mustafa Sabri Efendi’yi yâd ediyoruz bu ayki ’Unutulmayanlar’ bölümümüzde.
Rabbim zenbini mağfur, sa’yini meşkur eylesin. (Âmin)
Hayatı

Yüz yirmi yedinci Osmanlı şeyhülislamı olan Mustafa Sabri Efendi, 1869 senesinde Tokat’ta doğdu. İlk tahsilini memleketinde yaptıktan sonra Kayseri’ye gidip, Kayseri Medresesi’nde Divrikli Hacı Emin Efendi’den ilim öğrendi. Daha sonra İstanbul’a gelerek ’huzur dersleri’ mukarriri (padişahın huzurunda bir konuyu etraflıca anlatan) Ahmed Asım Efendi’den ilim öğrenip icazet aldı.
1890 senesinde yapılan rüus (dinî ilimlerde bir derece) imtihanını kazanarak, yirmi iki yaşında Fatih Camii’nde ders vermeye başladı. Padişah II. Abdülhamid’in katıldığı ’huzur dersleri’ne on altı yıl boyunca devam etti. Elliden fazla talebeye icazet verdi. 1900 yılında II. Abdülhamid Han’ın kitapçılığına getirildi, kendisine bir adet altın liyâkat madalyası ve dördüncü rütbeden Osmanî nişanı verildi. Bir dönem Silistre Müftülüğü de yaptı. Farklı zamanlarda Peyâm-ı Sabah, İkdam, Yarın ve Alemdar gibi mevkutelerde yazılar kaleme alan Mustafa Sabri Efendi, II. Meşrutiyetin ilanının ardından 1908’de Tokat mebusu seçildi. Bu arada Fatih Camii müderrisliği görevini de yürüttü.
İttihat ve Terakki Fırkası’na karşı çıkıp, o zaman ’Cemiyet-i İlmiye-i İslâmiye’nin yayın organı olan Beyanü’l-Hakk Dergisi’nde başyazar olarak yazılar yazdı. 1913 Bâb-ı Âli baskını, giderek sertleşen iktidarın tutumu ve İttihat ve Terakki Fırkası’na mensup olanların kendisini öldürme teşebbüsleri üzerine önce Mısır’a, oradan da Romanya’ya gitti. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı ordusunun Romanya’ya girmesi üzerine Gemlik’e gönderilerek mecbûrî ikamete tabi tutuldu. Daha sonra İstanbul’a dönüp Süleymaniye Medresesi’nde Hadîs-i Şerif müderrisliği yaptı. Aynı yıl Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azalığına seçildi. 4 Mart 1919 tarihinde I. Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislamlığa getirildi. 6 Haziran 1919’da Paris Konferansı’na giden Damad Ferid Paşa’nın yerine Sadrazam vekilliği de yapan Mustafa Sabri Efendi, aynı yıl kabinenin düşmesi üzerine Âyan (senato) azalığına atandı. Cemiyet-i Müderrisîn’in birinci reisliğini yaptı. Buradaki mesai arkadaşları; Mustafa Saffet, İskilipli Mehmet Atıf ve Bediüzzaman Said Nursî idi. Kısa bir süre sonra bu görevden ayrıldıysa da 1920 yılında ikinci defa kurulan Damad Ferid Paşa kabinesinde tekrar Şeyhülislamlığa getirilen Mustafa Sabri Efendi, kabine üyeleriyle anlaşamadığından bu görevi de kısa süreli oldu ve istifa etti. Aynı yıl teşkil edilen ’Mutedil Hürriyet ve İtilaf Fırkası’ kurucuları arasında yer aldı. (Sadık Albayrak, Son Devrin İslâm Akademisi Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye, Yeni Asya Y. , 2. Baskı, İstanbul 1973, s. 179)
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, aslında İstiklâl Hareketi’ne karşı değildi. Karşı gibi olup, son padişah Sultan IV. Muhammed Vahdettin Han ile büyük dikkat göstererek İstiklâl Mücadelesine ve mücâdelenin merkezi Ankara’daki Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne el altından büyük yardımlarda bulunuyordu. İşgal altındaki İstanbul’da, işgal kuvvetleri tehlikesi olduğundan, doğrudan istiklâl hareketini savunamıyor ve yardım yollayamıyordu. Doğrudan olması payitahtta nice felaketlere sebep olabilirdi. Ancak Mustafa Sabri Efendi ve oğlu İbrahim Sabri, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mukâvemet gösterdikleri için Cumhuriyet’in ilânından sonra 150’likler arasında yer almışlardı. (150’likler, Kurtuluş Savaşı sonrası mal varlıklarına el konularak Türkiye’den sürülen insanlara verilen isimdir. Listenin ilk sırasında Sultan Vahdettin bulunuyordu. 28 Haziran 1938’de 150’liklerin yurda girmesini engelleyen yasa kaldırılsa da geri dönen çok kişi olmadı.)
Mustafa Sabri Efendi, 1922 yılında İstanbul’dan Kahire’ye, oradan da sırasıyla Mekke, Mısır, Lübnan, Romanya, Gümülcine, Kahire, İskenderiye ve son olarak tekrar Kahire’ye giderek oraya yerleşti. Bir hayli çileli ve çokça inişli-çıkışlı bir hayat yaşayan bu vatan evladı, Kahire’de kaldığı evi bir okul haline getirdi. Bu arada 1 Haziran 1924’te vatandaşlıktan çıkarıldı. Vefat ettiği 1954’e kadar Kahire’de yaşayan Mustafa Sabri Efendi; verdiği dersler, yaptığı sohbetler, yazdığı makaleler ve kitaplarla Mısırlıların olduğu kadar İslam dünyasının takdirle takip ettiği bir kişi olarak hayatını tamamladı. Hatta öyle ki, Mısır uleması Mustafa Sabri Efendi’nin yazdıklarını okumadan hayatına yön vermemeye başlamıştı. (Yusuf Şevki Yavuz, ’Mustafa Sabri’, TDV İslâm Ansiklopedisi, c. 31, İstanbul 2000, s. 350- 353)
İlimde çok kuvvetli bir derecede olan Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Ezher Medresesinde bulunduğu sırada verdiği derslerde talebelere son derece faydalı oldu. Doğru yoldan ayrılarak kendi görüşüne göre sapık bir yol tutan Abduh ve ona aldananlarla yaptığı ilmi münazaralarda, onların bozuk fikirlerini çürüterek sapıklıklarını ortaya koydu. Böylece birçok kimsenin bunlara aldanmasını önledi. Ehl-i sünnet itikadına saldıranların maskelerini indirdi. Mezhepsizlere karşı sağladığı başarıyı şöyle ifade etmiştir: ’Benim bu başarım hakkı müdafaa etmiş olmamdandır.’
Mustafa Sabri Efendi, Mevkifü’l-Akl ve’l-İlm adlı eserinde, doğru yoldan ayrılarak sapık bir yol tutan Muhammed Abduh ve Cemaleddin Efgani hakkında çok sert eleştirilerde bulundu. Söz konusu şahısların Ezher’i karıştırdıklarını, adım adım dinsizlere yaklaşarak zararlı gelişmelere sebep olduklarını sert bir şekilde ifade etti, onların bozuk fikirlerini çürüterek sapıklıklarını ortaya koydu. Böylece ehl-i sünnet itikadına saldıranların maskelerini indirmiş ve birçok kimsenin bunlara aldanmasını önlemiş oldu. (Mustafa Sabri Efendi, Yeni Rehber Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi Yayınları, c. 15, s. 29 )
Görüldüğü gibi Mustafa Sabri Efendi’nin yaşadığı yıllar, büyük bir çınarın dallarının budanıp, suyunun kesilip, bahçıvanın yetersiz bırakıldığı bir döneme rastlamaktadır. Osmanlının sonunu gören bu değerli âlim, yeni Türk devletinin, yurdundan uzak yaşamaya mahkûm ettiği isimler arasında yer almaktadır. Nitekim Mustafa Sabri Efendi, hilafetin sona erişini yurtdışında üzüntü içinde gözlemlemiştir.
Böylesine çalkantılı bir dönemde yaşayan, buna rağmen ilmî ve siyasî dirayetiyle, velûd kalemiyle büyük bir çığır açan Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, 12 Mart 1954’te Miraç gecesinin sabahında Kahire’de ahirete irtihal etmiştir.
Madalyonun öbür yüzü;
Yukarıda Mustafa Sabri Efendi’nin biyografisi olarak takdim ettiğimiz bilgiler gerçek olmakla birlikte hemen herkesin ilk bakışta görebileceği açıklığa sahiptir hiç şüphesiz. Yaşanılmış bir ömür ve Hakkın kaderi dâhilinde başa gelen hadiseler...
Ama herşey bu kadar sığ değil, olmamalı... Yani Mustafa Sabri Efendi ve onun gibi yüzlercesinin sürgünü, ya da idam edilmeleri deruni noktada da birşeyleri ayan etmeli mesela...
Sürgün/Zorunlu gurbet bir istihdam-ı ilahidir elbette. Allah’u Teâlâ; Osmanlı medreselerinin son döneminde yetiştirdiği iki büyük âlimi Mısır’a sevk etmişti; Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Şeyhülislam Vekili Düzceli Zahid Kevserî. Asrın başında İslam Âleminin iki ilim merkezinden biri olan İstanbul’da medreseler kapatılmış, hocalar büyük takip ve baskı altına alınmıştı. İkinci ilim merkezi olan Mısır ve Ezher ise Batı’dan gelen fikri akımların öncüleri Kasım Emin, Muhammed Ferid Vecdi, Muhammed Mustafa el-Meragi, Muhammed Hüseyin Heykel, Ali Abdürrazık gibi isimlerin etkisi altındaydı.
Tüm İslam Âleminin gözbebeği hükmündeki Ezher’in itikadî açıdan tahribinin ümmeti çok zor duruma düşüreceği ise aşikârdı. Dinin Sahibi iki büyük âlimi Mısır’da istihdam ederek Ehl-i Sünnet itikadını muhafaza ettirdi.
Mustafa Sabri Efendi dirayetli ve işinin ehli bir âlim idi. Yazdığı eserlerindeki ilmilik, edebi üslup, konulara vukufiyet ve Kur’an Sünnet endeksli din algısı ile dönemin tehlikeli kişi ve düşüncelerine karşı Ehl-i sünneti müdafaası bu özelliğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Mustafa Sabri Efendi Osmanlı Medreselerinin zeval denilebilecek döneminde yetişmiş bir ilim adamıydı. Buradan hareketle medreselerdeki ilmi çalışmaları, dirayeti, müktesebatı varın siz düşünün. Daha 15. ve 16. Yüzyıl Osmanlı medreselerini, Ebussuud Efendi’yi, İbn Kemal’i Zenbilli Ali Efendi’yi ise hiç telaffuz dahi etmiyorum.
Dinî-Felsefî Görüşleri

Mustafa Sabri Efendi, kendi döneminde yaygın olan ’pozitivist’, ’materyalist’ ve ’ateist’ akımların etkisiyle daha çok kelâm ve usûlü’d-dîn konuları üzerinde durmuştur. Dikkat çeken görüşleri şöylece özetlenebilir:
Allah’ın varlığına en büyük delil Kur’an’dır;
’Allah’ın varlığını ispatlayan en önemli delil Kur’ân’da da sık sık işaret edilen ’gâye’ ve ’nizam’ delilidir. Evren hakkındaki bilimsel buluşlar bu delili beslemiş ve daha güçlü hale getirmiştir. Bunun yanında evrenin yaratılmış olduğunu vurgulayan ’hudûs’ ve ’imkân’ delilleri de rasyonel açıdan hâlâ geçerlidir. Kant’ın iddiasının aksine Allah’ın varlığı rasyonel bilgilerle kanıtlanabilir.’ (Mevkıfü’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem II, Beyrut, 1981, s. 343–386)
Maddeci ve Tabiatçılara reddiye;
’Bilinebilen varlıklar içinde sadece insanın irade sahibi olması maddeci ve tabiatçı felsefelerin temelsizliğini gösterir.’ (a.g.e., III, s. 63. ) ’Maddecilerin bilgiyi gözlem ve deneye münhasır kılıp aklî istidlali reddetmeleri doğrulanabilir temelden yoksundur; aksi takdirde mantık, felsefe ve matematik gibi rasyonel bilgiye dayanan disiplinleri de reddetmek gerekir. Maddecilerin, inkar düşüncesini Allah’ı duyularla algılamanın imkansızlığına dayandırmaları da mantıkî bir temele oturmaz. Çünkü duyularla algılanmamak, var olmama sonucunu gerektirmez. Allah’ın varlığı aleyhinde delil diye ileri sürülen evrim teorisi zan ve tahminlere dayanır.’ (a.g.e., s. 77-78, 276, 301-302.)
Vahdet-i Vücûd;
’Vahdet-i vücûd telâkkisi, ’varlığı zorunlu olmayan kâinatı, varlığı zorunlu olan Allah’a nispetle yok hükmünde kabul etmek’ şeklinde anlaşıldığı takdirde benimsenebilir, Allah-âlem ve Allah-insan ayırımını ortadan kaldıran anlayışlar ise kişiyi küfre götürür.’ (Mevkıfü’l-Beşer Tahte Sultani’l-Kader, Kahire, 1352, s. 233)
Peygamberlere ihtiyaç var idi;
Nübüvvet inancını ulûhiyete ve uhrevî sorumluluğa iman etmenin bir gereği olarak gören Mustafa Sabri Efendi, Allah’a ve âhirete inanan Batılı teist filozofların peygamberliğe olan ihtiyacı görememelerini şaşırtıcı bulur; (El-Kavlü’l-Fasl Beyne’llezîne Yü’mimûne Bi’l-Ğayb Ve’llezîne Lâ Yü’minûn, Kahire, 1986, s. 14, 154–159) onların nübüvveti felsefî bir problem saymamalarının Hz. İsa’nın tanrılaştırılması inancından kaynaklanmış olabileceğini düşünür.
Peygamberlerin yaptıkları;
’Peygamberlerin getirdiği dünyevî ilkeler insanlar arası münasebetlerin ana kaynağını teşkil eder. Bunların bir kısmını hukukun dışına itmek dinin ruhuyla bağdaşmaz.’ (Mevkıfü’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem IV, Beyrut, 1981, s. 161–162, 281–29)
Roma hukuku İslam hukukuna kaynak değildir;

Mustafa Sabri Efendi, dinî hayatı bayramlara indirgeyen bir anlayışın ortaya çıkmasından yakınarak Hıristiyanları taklit etmekten kaynaklandığını düşündüğü bu yaklaşımın dinin içini boşaltmak anlamına geldiğini belirtir. Ona göre ’Roma hukukunun başlangıçta İslam hukukuna kaynaklık yaptığına ilişkin iddialar gerçeğe aykırıdır ve her iki hukuk sisteminin farklılıkları bunun açık delilidir.’ (a.g.e., IV, s. 304-305)
Başörtüsü İslamîdir;
’İslâmî açıdan kadının örtünmesinin gerekmediğini iddia etmek bu konudaki açık emir ve hükümleri reddetmek demektir. Kasım Emîn gibi bazı yazarların ileri sürdüğü iddianın aksine; örtünmenin bilgisizlikle alakası olmadığı gibi örtünme İslamî bir emir olup başka kültürlerden intikal etmiş bir yaşama tarzı değildir.’ (a.g.e., I, s. 283-291, 487-488)
Mustafa Sabri Efendi, Batılılaşma hareketine karşı İslâmî inanç ve değerleri savunan çağdaş İslâm düşünürleri arasında yer alır. Özellikle Emmanuel Kant’ın rasyonel bilgiyi teolojik alandan dışlamasını eleştirmesi, evrim teorisinin gözlem ve deneye dayanmadığını vurgulaması ve inanç konularının bilimsel bilgilerle temellendirilme yönteminin yanlışlığını belirtmesi dikkat çekicidir.
’Ben yirmi iki yaşımda müderris oldum, hâlâ ilme doyamadım.’ diyen Mustafa Sabri Efendi, milletinin ilme lakayt kalışı karşısında derinden üzülüyor, ’Dinin ilk emri ’Oku!’ olan bir millet, nasıl câhil kalır, kalabilir?’ (M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu Hatıralar 2, Kaynak Yay., İstanbul, 2007, s.51) şeklinde vaveyla ediyordu.
İlim ehli’nin ne derece ulvi ve mukaddes bir yükün hamalı olduğunun farkında olan Mustafa Sabri Efendi bu konudaki düşüncelerini de ’Milletin bir içi, bir de dışı vardır. Cismi var, ruhu var; maddesi var, mânâsı var; toprağı var, dini, imanı var, ırzı var, namusu var... Milletin dışını, maddesini, toprağını ordusu korur. İcâbında âyette emrolunduğu gibi, bütün bir millet bu cihada katılır, savaşır. Ama milleti millet yapan asıl değerler, ruh, mânâ, din, iman, ahlâk, namus ise, mânevî ordu olan ilim adamlarının koruması altındadır. Asıl millet, bu değerlerden meydana gelir. Bunlar korunabilirse, bir millet, her zaman ve her yerde, kendisini yeniden inşa edebilir. İşte o mânevî ordu, sizlersiniz. Milletin mânevî müdafaasını ehl-i ilim yapar. Sizler, bu mukaddes vazifeyi yapacak olan mânevî ordunun kumandanlarısınız.’ (a.g.e., s. 50) diye ifade ediyor, sonra da kendisini samimi bir şekilde dinleyen gençlerden etkilenerek ’Ah keşke, ben de sizin gibi talebe olsaydım.’ diye iç geçiriyordu.
Eserleri
Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyyesi
Mûsâ Cârullah Bigi’nin cehennem azabının ebedî olmadığını savunan Rahmet-i İlâhiyye Burhanları adlı eserine reddiyedir. (İstanbul, 1335; nşr. Sibel Dericioğlu, Bedir Neşriyat, İstanbul, 1998) (Ömer H. Özalp her iki eseri ve Mûsâ Cârullah’ın İnsanların Akîde-i Nahiyelerine Bir Nazar adlı küçük çalışmasını sadeleştirerek birlikte yayımlamıştır. (Pınar Yay. , İstanbul, 1996)
Dinî Müceddidler yahut Türkiye için Necat ve Î’tiîâ Yollarında Bir Rehber:

’Yeni Müslümanlar’ adını alan Haşim Nahit ve arkadaşlarının İslâm’da reform yapılması gerektiğine dair görüşlerine karşı yazılmıştır. (İstanbul, 1341, 1969, 1987, 1994)
En-Nekîr Alâ Münkiri’n-Ni’me Mine’d-Dîn ve’l-Hilâfe ve’l-Ümme:
Çağdaş İslâm-siyaset düşüncesi ve hilâfet-siyaset ilişkisiyle ilgili konuları ihtiva eder. (Oktay Yılmaz tarafından Hilâfetin İlgasının Arka Plânı adıyla Türkçeye çevrilmiştir. (İnsan Yayınları, İstanbul, 1998)
Mes’eletü Tercüme-ti’l-Kur’ân:

Namazda Kur’ân’ın Türkçe mealinin okunması teşebbüslerini savunanlara karşı bir reddiyedir. (Kahire, 1932) (Süleyman Çelik, Kur’ân Tercümesi Meselesi adıyla Türkçeye çevirmiştir. Bedir Yayınları, İstanbul, 1993)
Mevkıfü’l-Beşer Tahte Sultâni’l-Kader:

Kader ve irade hürriyetine ilişkin görüşlerin tartışıldığı eserde insanın irade açısından icbar altında bulunduğu ileri sürülür. (Kahire, 1352) (İsa Doğan, İnsan ve Kader adıyla bu eseri tercüme etmiştir. Kültür Basın Yayın Birliği, İstanbul, 1989)
El-Kavlü’l-Fasl Beyne’llezîne Yü’mimûne Bi’l-Ğayb Ve’llezîne Lâ Yü’minûn:
Mevkıfü’l-Akl adlı hacimli eserinin özeti mahiyetinde olup pozitivizmin yayılmasından sonra İslâm dünyasında nübüvvet, hissî mucizeler, kıyamet alâmetleri ve âhiret konularında yapılan yanlış yorumların eleştirisini kapsar. (Kahire, 1361, 1407/1986)
Mevkıfü’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem:
Usûlü’d-dîne dairdir. Allah’ın varlığına ilişkin deliller, vahdet-i vücûd, bilim-din ve bilim-akıl münâsebeti, nübüvvet ve âhiret inancının delilleri, İslâm’a göre din-siyaset ilişkisi gibi konuları içerir. (I-IV, Kahire 1369; Beyrut, 1981) (Eserin, müellifin oğlu İbrahim Sabri tarafından yapılan Türkçe tercümesi henüz yayımlanmamıştır.)
İslâm’da İmâmet-i Kübrâ:
Hilâfet ve siyaset konularında Yarın gazetesinde çıkan bir dizi makalesinden derlenerek kitap hâline getirilmiştir. (Kahire 1925)
Savm-ı Ramazân:
Yarın gazetesinde tefrika edilmiş olup oruç tutmak yerine fidye verilmesini öneren Süleyman Nazif’e reddiyedir. (Gümülcine, 1927–1928)
Dîn-i İslâm’da Hedef-i Münâkaşa Olan Mesâil:
Müellifin Beyânü’l-Hakk dergisinde yayımlanan sosyal ve ekonomik muhtevalı dinî makalelerinin bir araya getirilmesinden ibarettir. (Osman Nuri Gürsoy tarafından sadeleştirilerek İslâm’da Münakaşaya Hedef Olan Meseleler adıyla neşredilmiştir. (Sebil Yayınları, İstanbul, 1976)
Kavliü’l-Mer’e ve Mukârenetüh Biakvâli Mukallide-ti’l-Garb:

El-Feth dergisinde çıkan bir dizi makalesinin derlenmesinden oluşmuştur. Eserde, İslâm dininin kadınların örtünmesi ve evlilikleriyle ilgili hükümleriyle Batı kültürünün kadınlara dair anlayışının birbirine uymadığı tezi savunulur. (Beyrut, 1410/1990) (Mustafa Yılmaz, kitabı ’Kadınla İlgili Görüşüm ve Bu Görüşün Batı Taklitçisi Sözlerle Karşılaştırılması’ adıyla Türkçeye çevirmiştir. (Esra Yayınları, Konya, 1994)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.