Özlenen Rehber Dergisi

71.Sayı

Filistin' de Hüzün, Gözyaşı ve Muhacir Olmak...

İbrahim DEMİR Özlenen Rehber Dergisi 71. Sayı
Yıllar geçiyor ki ya Muhammed (s.a.v.)
Aylar bize hep Muharrem oldu.


Hüzün, müslümanın genel hâlinin adıdır aslında. Gözyaşı ise Allah’ın (c.c.) kuluna rahmetinin göstergesi, ilâhi teskin ve rahmetin kalpteki tezahürüdür, ancak bu hâller akabinde bir tevbe ve dönüşe vesile olursa anlamlıdır. Hz. Pir Abdulkadir Geylânî’nin (k.s.) buyurduğu gibi; “Şu anda yanımda oturuyor ve sözümü dinliyorsunuz. Gözlerinizden yaş da akıyor. Az sonra dışarı çıkıyorsunuz, sanki az önce öğüt dinleyen siz değildiniz. Ve gözlerinizden yaşlar akmıyor. Kalbiniz hemen katılaşıyor. Bu anlatıyor ki yalandan ağladın sözlerimi dinlemedin. Sözlerimi Allah için dinlemelisin. Gözyaşların da Allah için akmalı.” (Fethu’r-Rabbânî, 2. Meclis) Sözler bu günlerde hep öfke ile meydanlarda dillendirilen sloganlarla başlar da, gönüller bir anlık teskinle adeta dudağına bir parmak bal çalınmış ağlayan çocuk misali susturulur. Yeni tabirle ‘patlamaya hazır kitlelerin modern tepki verme özgürlüğü ile gazı alınır da kendisinin dönüş yapması gerekliliği unutturulur’ (Bu tür gösterilerin Uluslararası kamuoyuna verdiği mesajı bir kenara koyuyoruz.). Nefsî hezeyanlarla isyanlarla dolu hayata dönmek için engel de kalmamıştır artık!. Ya sonra! Evet sonra hayat devam eder! Tüm bu olanlar bizleri muhacir yapmaya yetmez. Tevbe-i nasuha yönlendirmez. O yüzdendir ki; 90’larda Bosnalı kardeşlerimiz için gözyaşı döktük. Orası harap oldu ve kan dindi; ve sustuk, sonra Çeçenistan için ağladık ve sustuk, sonra Bağdat harap oldu yine sadece ağladık, bir kaç ekmek ve ilaç gönderdik kardeşlerimize ve alıştık! Bu gün ise Gazze için ağlıyoruz, ama sonra susacağız. Ya sonra!... Haberlerde görünce ağladık, vurulan çocukları... Sonra devam ettik, duaların kabûlüne mani, Rabbi Rahim’den fersah fersah uzaklaştıran hallere. Düşmana ağzımıza gelenleri saydık, İslâm âleminin parçalanmışlığından dem vurup, sanki o kırık yapının parçası değilmişiz gibi acıyarak baktık İslâm coğrafyasına; ama bu olaylardan sonra gafletle uyuyan gönülleri uyandırıp, onu kötülüklerden Allah (c.c.)’a iltica eden muhacirler yapmadık. Hakikat şu ki; bu halden kurtuluş büyük birtakım sosyal değişimler ve milletlerin önderleri eliyle gerçekleşecek değişiklikle olacak değildir. Parçalar ancak bir bir tamir olunursa sağlam bir vücut meydana gelecektir. “Bir topluluk nefislerini değiştirmedikçe Allah (c.c.) onlarda değişiklik yapmaz.” (Ra’d sûrsesi, 11) Nefsi hastalıklar ve günahlarımızla nasıl gür hisli ve gür imanlı olabiliriz. Nasıl ilâhî nusreti isteriz? Hani Akif merhumun da bu günlerin başlangıcı sayılabilecek bir dönemde terennüm ettiği gibi;
“Ben böyle bakıp durmayacaktım, dili bağlı, İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.
Gür hisli, gür imanlı beyinler coşar ancak, ben zaten uzun boylu düşünmekten uzaktım” Tefekkür etmez, Rasûlullah (s.a.v.)’i dinlemeyiz de, buna mukabil nefsimizi avutmak için mazlum müslümanlara ne kadar üzüldüğümüzü her fırsatta dile getiririz. Hele kardeşlerimizin acıma duygusuyla karışık ifadeleri, meydana gelen hadiselerin idrakinde olmadığımızın da delili aslında. Çünkü onlar bizim bir parçamız. Rasûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Bir mümin yekdiğerine bir duvarın tuğlaları gibidir yekdiğerini sımsıkı tutarlar...” Efendimiz (s.a.v.) bunu söylerken mübarek parmaklarını birbirine kenetlemiştir. Uyanma ve ayıkma zorunluluğu da buradan geliyor zaten. Bir anlık tepki ve gündem işgali ile geçiştirilecek, gündemden düşmesiyle unutulacak olay olmamalıdır. Dün Keşmir, Afganistan, Bosna, Çeçenistan, bu gün Bağdat, Gazze.... Ya yarın! Neden hep hep yarınlar da mahzun? Vücudun o azalarındaki ağrı, beyni uykusuz bırakıp kalbi acıtmadığından olsa gerek. Nebiyi Zişan (s.a.v.) buyurdu ki: “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” Modern çağ! Müslümanları dünya sevgisiyle meşgul etmekten başka bir şey getirmedi. 2 asırlık bu ‘uhrevi olandan uzaklaşma hâli’ bizlere kan ve gözyaşını sundu. Hep, Sabikun olanları yerme, bidayete hakaret etme silahlarını kullandı. Oysa bidayetteki büyüklerimizin samimiyeti ve İslâm’a bağlılığı yüreklerini bir yapmış, ortaya koydukları gayretler, fetvalar ve fermanlar bu gün kan ve gözyaşı olan beldelerimizde adalet ve huzuru tesis etmişti. İdrakinden dahi aciz olduğumuz “Fırat’ın kenarında bir kurt kapsa koyunu, ilâhî adalet gelir Ömer’den (r.a.) sorar onu” anlayışıyla, şimdi gözyaşı dolan yere imanın verdiği kuvvetle adalet götürülmüştür.
Müslümanların modern çağında, Rasûlullah’a (s.a.v.) imanda ise hep problemler var! Rasûlullah’ın (s.a.v.) meşhur ‘ğargat hadisi’(*) (bkz. Buhârî, Cihâd 94, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 82) zaman ve mekânlar ötesinden korkusunu kâfirlerin gönlüne indirmiş, beldelerini o ağaçla donata gelmişler, İslâmî araştırmalar içindeki akademik çevrelerimiz ise, Ahir zamandan haber veren Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sözlerini idraklerindeki soruna bakmaksızın, topyekûn sorunlu addetmişlerdir. Tevazu ve ihlâs ile ilme yönelmeyene ilmin kapıları açılır mı ki? Bu zaaf hâlinden sıyrılıp, Allah’ın (c.c.) ipine sarılmak, kurtuluş yolumuzu ortaya koymaktadır. Hâli pür-melalimizi Hz. Sevban (r.a.)’dan gelen hadis-i şerif çok hazin ortaya koymaktadır. Hz. Sevban (r.a.) anlatıyor: ’Râsûlullah (s.a.v.) buyurdular ki:
’Size çullanmak üzere, yabancı kavimlerin tıpkı sofraya çağrışan yiyiciler gibi, birbirlerini çağıracakları zaman yakındır.’ Orada bulunanlardan biri: ’O gün sayıca azlığımızdan mı?’ diye sordu. ’Hayır, buyurdular. Bilakis o gün siz çoksunuz. Lakin sizler bir selin getirip yığdığı, hiçbir ağırlığı olmayan çer-çöpler durumunda olacaksınız. Allah (c.c.), düşmanlarınızın kalbinden size karşı korku duygusunu çıkaracak ve sizin kalplerinize zaafı atacak!’ Zaaf (vehem) da nedir ey Allah’ın Rasûlü?’ denildi. “Dünya sevgisi ve ölüm korkusu!’ buyurdular.’ (Ebû Dâvûd, Melahim 5)
İslâm’ı yaşama hususundaki samimiyetsizlik kardeşlik duygusunu köreltmiş, yaşana gelen ızdırapların artması sonucunu doğurmuş, yarınları hep hüzne, tefrikaya bırakmıştır. Oysa o güzel Peygamberin (s.a.v.) Ashabının kalpleri gibi yürekler toplu vursaydı, onu top sindiremeyecek, hatta fersah fersah ötedeki düşmanın kalbine bu birlikteliğin, bu imanın korkusu yayılacaktı. Gelen ateşkes haberiyle rahat bir “oh” çekip, “hayat devam ediyor mu desek ne yapsak?” yoksa; “Ba’de harabu-l-Gazze (Gazze harab olduktan sonra), çocuklar öldükten sonra, bu ızdırap dinmez gayri, yeni Gazze’ler, Bağdatlar olmasın, biz nefislerimizi düzeltiyoruz Allah’ım, senin ipine sımsıkı sarılacağız. İtaat hususunda yardım ve inayetinle gayretkâr olacağız” diyerek muhacirler mi olacağız? Nefisleri Allah (c.c.) ve Rasûlullah (s.a.v.)’in emirlerine muti kılıp, 2 asırdır uyuduğumuz gaflet uykusundan uyanmak, musibetten sonra necat yolunda yapmamız gereken elzem amel bu olsa gerektir. Asrı Saadet’ten gelen nura rücû için, yeni bir uzvun harabını beklememelidir. Bize iyilik yollarını hatırlatacak; şeytanî ve nefsî hallerin esiri kılan modern (!) çağın çağrılarına karşı Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün (s.a.v.) sevgisini hatırlatacak; ömrümüzü tüketip helâke götüren menfî meşguliyetlerden kurtaracak kardeşler bularak muhacirliğe ilk adımı atmalıdır.
Allah Rasûlünün (s.a.v.) diliyle: ’İnkâr edenlerle mücahede devam ettiği müddetçe hicret sona ermeyecektir.’ Çünkü Rasûlullah (s.a.v.) ’Hicret nedir?’ sorusuna; ’Kötülüğü terk etmendir’ cevabını verirken ’Muhacir kimdir?’ sorusuna ise; ’Hata ve günahları terk edendir’ buyurarak gaflet uykusundan uyanma hususunda nurlu yola daveti hatırlatmaktadır. Biz de Hz. İbrahim (a.s.) gibi: ’Gerçekten ben Rabbime hicret edeceğim. Hiç kuşkusuz o galiptir, hüküm ve hikmet sahibidir.’ (Ankebut suresi, 26) duasıyla Allah ve Rasûlü’ne isyan hâlini terk ederek itaate yöneldiğimizi ilan etmeliyiz. “Ve topluca Allah’ın ipine yapışın, ayrılmayın, Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman idiniz, kalplerinizi uzlaştırdı. O’nun nimetiyle kardeşler oldunuz. Siz ateşten bir çukurun kenarında bulunuyordunuz, sizi ondan kurtardı. Allah size ayetlerini böyle açıklıyor ki, yola gelesiniz” (Âl-i İmran suresi, 103) emri ilâhisine sarılmalı, müslümanları bir araya getiren ve güçlü bir kitle haline dönüştürecek olan İslâm kardeşliğine bağlanmalı, müslümanlara zarar vermek, onları parçalamak azminde olanların oyun ve argümanlarına karşı ayık olmalıyız.
Ey Rabbim! Zalimlere, daha fazla, çocukları ağlatma fırsatı verme! Bizlere de muttaki ve mutmain bir kalp ver. Müslümanlara ilâhî fermanla tesis edilen kardeşliğin hakikatini yaşamayı nasip et.

Allah için, ey Nebiyy-i ma’sûm,
İslâm’ı bırakma böyle bîkes,
İslâm’ı bırakma böyle mazlûm
(Âmin) Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldürür, nihayet Yahudi taşın ve ağacın arkasına saklanır. Bunun üzerine taş veya ağaç: ‘Ey müslüman, ey Allah’ın kulu! Şu arkamdaki Yahudi’dir. Hemen gel de onu öldür!’ der. Yalnız ‘Ğarkad (ağacı)’ müstesna! Zira o Yahudilerin ağaçlarındandır.” (Müslim, el-Fiten ve Eşrâtu’-Sâa, 18)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.