NEFİS MUHASEBESİ BAĞLAMINDA MUSİBETLERİ DOĞRU ANLAMAK اَوَلَمَّآ اَصَابَتْكُمْ مُص۪يبَةٌ قَدْ اَصَبْتُمْ مِثْلَيْهَاۙ قُلْتُمْ اَنّٰى هٰذَاۜ قُلْ هُوَ مِنْ عِنْدِ اَنْفُسِكُمْۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ ﴾
“Onların (yani müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde, ‘Bu nereden (başımıza geldi)?’ dediniz. De ki: ‘O (musibet), kendinizdendir.’ Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”
(Âl-i İmrân, 3/165)
Filistin’de Müslümanlar öldürülüp ırzları çiğnenirken, malları yağmalanıp evleri başlarına yıkılırken kahrolduk; ancak, bizleri asıl kahreden; Müslüman olarak acizliğimiz, bir şey yapamamamız, hadiselere müdahale edemememiz, zafiyet ve zilletimiz oldu.
Bugün, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın her bir yanında Müslümanlar zulüm altında, zillet içerisinde. Hâlbuki Allah (c.c.), Kur’ân-ı Hakîm’inde Müslümanların izzet sahibi olduklarını ve mutlaka galip geleceklerini haber vererek: “Hâlbuki izzet, ancak Allah’a mahsustur ve Peygamberi ile mü’minlere mahsustur. Fakat münafıklar bilmezler.” (el-Munâfikûn, 63/8) buyuruyor.
Âyette ifade edilen hakikatle, Müslümanların bugün içerisinde bulunduğu hal zıtlık arz ediyor. Allah (c.c.)’nun kelamı Kur’ân haktır, Rabbimiz’in onda olan vaatleri de haktır. Bizler buna iman ediyoruz. O halde tezat biz mü’minlerde!
İslâm tarihi, Müslümanların izzet dolu günleri, zafer ve fetihleriyle doludur. Bunlarla övünüyoruz; ancak özellikle son iki asırdan beri, Müslümanlar için mağlubiyet ve zilletten başka bir şey göremiyoruz. Bir zamanlar oturduğu yerden, aylarca mesafedeki kâfirin kalbine korku salan Müslümanlar, bugün yanı başında cereyan eden hadiselere dahi müdahale edememektedir.
Mü’minler kardeştir ve bir vücudun azaları gibidir. Ne yazık ki bugün, bu vücudun her bir azası kanlar içerisinde, sarılmayı bekliyor. Vücudu saran bu durum kökünden giderilmezse acılar dinmeyecektir. Bugün asıl yapmamız gereken, sıkıntının temeline inerek kaynağı tespit edip onun izalesine çalışmaktır. Yoksa bugün Filistin, yarın başka bir Müslüman! Müslümanların zilletinin sebebi nedir? Allah’ın alınlarına zillet ve meskenet mührünü vurduğu, gazabına uğrattığı, lanetini indirdiği bir millet olan yahudilerin aziz, aziz kıldığı bir dinin müntesibi ve Rasûlü’nün ümmeti olan Müslümanların ise zelil olmasının nedenleri nelerdir?
Kanaatimizce bugün, bunun irdelenmesi, Müslümanlarca işlenmesi, nefis muhasebesi yapılması ve ortaya buna göre bir reçete konması gerekmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’e baktığımızda, izzet ve zillet için birçok sebep zikredildiğini görürüz. Özellikle yahudilerden bahseden âyetlerde; Allah’ın âyetlerini inkâr, Rasûle itaatsizlik, nimetlere nankörlük, haramlarla iştigal, haset, kibir, dünya sevgisi gibi kalbî hastalıklar, zillete sebep olarak zikredilmiştir. Aslına bakılırsa bu ve diğerleri ‘nefis’ten kaynaklanan çirkin hallerdir. Zira kulun iyilik ve kötülüğü ancak kendinedir. “Eğer iyilik etmiş olursanız kendi nefisleriniz için iyilik etmiş olursunuz ve eğer fenalık etmiş olursanız kendi nefisleriniz için etmiş olursunuz.” (el-İsrâ, 17/7) Allah (c.c.), adalet sahibidir, kullarına asla zulmetmez. Kulun başına gelen olumsuzluklar, ancak kendi eliyle kazandığının bir neticesidir. “Ve size musibetten her ne şey isabet ederse kendi ellerinizin kazandığı şey sebebiyledir ve birçoğunu ise (Allah) affeder.” (eş-Şûrâ, 42/30)
Biz bu manaya, Asr-ı Sadette cereyan eden mühim bir hadiseden, Efendimiz (s.a.v.) ve sahâbesinin katıldıkları Uhud savaşından örnek vermek istiyoruz. Hadiseyi zikretmezden evvel şunu belirtmek istiyoruz. Sahâbe (r.anhum), Cenâb-ı Hakk’ın, Rasûlü (s.a.v.)’in arkadaşlığına, hizmetine ve maiyetine seçmiş olduğu güzide kullardır. Uhud vb. yaşadıkları hadiseler ise, Cenâb-ı Hakk’ın gözetiminde, O’nun izni ve iradesiyle olmuştur. Biz burada, hayatları kıyamete kadar mü’minlere örnek olacak o mümtaz şahsiyetlerin yaşadıkları bu olayı, naslara dayanarak kısaca aktarmaya çalışacağız.
Rasûlullah (s.a.v.), Uhud harbinden evvel İslâm ordusunu bizzat kendisi teftiş ve tanzim etmişti. İslâm ordusunun arkasında Uhud Dağı, yüzleri ise Medine’ye dönük idi. Efendimiz, harp sahasında mühim bir yer olan Ayneyn Tepesi’ne 50 kişilik bir okçu birliği yerleştirdi. Vazifeleri, Uhud ile Ayneyn Tepesi arasındaki geçidi muhafaza etmek, düşmanın arkadan saldırmasını önlemekti. Efendimiz, okçulara şöyle demişti: “Düşmanı yendiğimizi görseniz de, size haber vermedikçe, adam göndermedikçe yerlerinizden asla ayrılmayınız. Düşmanın bizi mağlup ettiğini görseniz de, yine kesinlikle yerinizi terk edip, ’yardımlarına koşalım.’ demeyiniz. Kuşların cesetlerimizi kapıştıklarını görseniz dahi, ben size adam göndermedikçe asla yerinizden ayrılmayınız.”
Harbin bidayetinde İslam ordusu galibiyet sağlamıştı. Müşrikler ikiye bölünmüş, kuvvetleri kırılmış ve kaçmaya başlamışlardı. Mücahitler bu durum karşısında kalan ganimetleri toplamaya başladı. O sırada Ayneyn Tepesi’ndeki okçular Uhud Meydanı’nı seyrediyorlardı. Bu arada, bazı okçular, harbin bittiğini düşünerek yerlerinden ayrılıp mücahitlere katılmayı istediler. Kumandanları Abdullah b. Cübeyr, kendilerine Rasûlullah’ın emrini hatırlattıysa da pek azı hariç diğerleri tepeyi terk ederek harp sahasındaki mücahitlere katıldılar.
Okçuların yerlerini terk etmesiyle, Müslümanların arka cephesi müdafaasız kaldı. Böyle bir fırsatı kollayan Kureyş ordusunun süvari kumandanı Hâlid b. Velid derhal harekete geçerek tepede kalan 10 kadar okçuyu şehid ettikten sonra, Müslüman saflarının arkasına daldılar. Harbin vaziyeti birden değişti. Kaçan müşrikler de geri dönmüştü. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında, toparlanamayarak dağılmak zorunda kaldılar. Peygamber Efendimizin etrafında müdafaa için sadece 10-15 kadar Sahabî kalmıştı. Bu arada atılan taşlardan biri, Rasûlullah’ın bir dişini şehid etti; diğer bir taş da alnını ve alt dudağını yardı. Bir kılıç darbesiyle de, elmacık kemiği yara aldı. Miğferi parçalandı ve iki halkası mübarek yüzüne battı.
Aralarında Rasûlullah (s.a.v.) ve pek çok büyük Sahâbî’nin bulunmasına rağmen Müslümanlar, galip başladıkları bir harbin sonunda kısmen de olsa böyle bir mağlubiyet yaşadılar. Aralarında Hz. Hamza, Mus’ab b. Umeyr gibi büyük sahâbelerin de bunduğu yetmiş Müslüman şehit düştü.
Savaş sona erip de Medine’ye dönünce, Ashâb’tan bazısı: “Biz Allah’ın dinine yardım ediyoruz, kâfirler ise batıl yolda savaşıyor. Allah bize yardım etme¬yi vaat etmişti. Böyle olduğu halde bu musibet nereden geldi?” dediler. Zira Allah (c.c.), sabır ve takva üzere hareket etmeleri halinde onlara zafer, yardım ve beş bin melek indirmek suretiyle teyit etme vaadinde bulunmuştu. (Bkz., Âl-i İmrân, 3/125)
Onların bu suallerine Cenâb-ı Hakk: “Onların (yani müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde, ‘Bu nereden (başımıza geldi)?’ dediniz. De ki: ‘O (musibet), kendinizdendir.’ Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.” (Âl-i İmrân, 3/165) buyurarak cevap verdi. İslâm ordusu, Bedir’de müşriklerden yetmiş kişi öldürmüş ve yetmiş kişiyi de esir almışlardı. Uhud harbinde ise 70 şehit vermişlerdi. Yine aynı şekilde Bedir’de ve Uhud savaşının başında galip gelmişlerdi. Ancak savaşın sonlarında mağlubiyet yaşadılar. Bu netice, Allah’ın vadinden dönmesinden dolayı değildi (haşa)! Allah vaadini yerine getirmiş, savaşın başında düşman bozguna uğramıştı. Aksine, bu netice mü’minlerin kendi nefislerinin kazandığıydı. Diğer bir âyette, bu açıkça ifade edilmektedir:
“Andolsun, Allah, izniyle, onları (yani müşrikleri) kırıp geçirdiğiniz sırada size olan vadini gerçekleştirdi. Nihayet sevdiğiniz şeyi size gösterdikten sonra, zaaf gösterdiniz. (Peygamber’in verdiği) emir konusunda tartıştınız ve emre karşı geldiniz. İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, âhireti isteyenler de. Sonra sizi denemek için onlardan yüzünüzü çevirdi. (Kaçıp hezimete uğradınız. Buna rağmen) sizi bağışladı. Allah müminlere karşı çok lütufkârdır.” (Âl-i İmrân, 3/152)Ayetteki; ‘O (musibet), kendinizdendir.’ ifadesinde ne kastedildiği hususunda müfessirler şunları söylemiştir: 1- Burada mana; “Siz bu musibete, isyan etmeniz, emre itaat etmemeniz sebebiyle duçar oldunuz...” şeklindedir. Bu ise şöyle gerçekleşmiştir: - Efendimiz Medine’de kalalım dediği halde, bazı sahâbînin ‘meydana çıkalım’ diyerek ısrar etmeleri.
- Âyette bildirildiği üzere gösterdikleri gevşeklik ve yılgınlık.
- Aralarında çıkan niza ve çekişme.- Okçuların bulundukları mevzii terk etmeleri. - Ganimet toplamakla meşgul olup, düşmanla savaşmak konusunda Rasûlullah’ın sözünü tutmamaları. Bunlar nedeniyle sabır ve takva şartı meydana gelmemiş ve buna bağlı olarak vaat edilenler de yerine gelmemiştir.
2- Hz. Ömer ve Ali (r.anhumâ)’dan gelen bir rivayete göre ise bu, Bedir gününde tutsaklara karşı fidye almayı seçmelerinden dolayı ileri gelmiştir. Bedir günü esirler alınınca Cebrail (a.s.) geldi ve: “Allah Teâlâ, ashabının esir almalarını hoş görmedi. Allah sana onları şu ikiden birini yapmakta muhayyer bırakmanı emrediyor: Ya onları getirirler, sen de boyunlarını vurursun, ya da kendilerinden de onların sayısınca adam (daha sonraki bir harbde) öldürülmek üzere fidye alırlar.” Rasûlullah (s.a.v.) ashabına durumu bildirince onlar: “Ey Allah’ın Rasûlü! Onlar akrabalarımız ve kardeşlerimiz, fidyelerini alsak. Bu aldıklarımızla düşmanla muharebe için kuvvetlensek de bizden onların sayısı kadarı şehit olsa. Bunda bizim hoşlanmayacağımız bir şey yok.” dediler ve Bedir günü aldıkları esir sayısınca Uhud günü kendilerinden 70 kişi şehit edildi. (Bkz., Tirmizî, Siyer, 18; Taberî, Câmiu’l-Beyân An Te’vîli’l-Kur’ân, c.7, s.376) Allah (c.c.), kullarına vermiş olduğu bir nimeti, onlar zayi edinceye ve hallerini değiştirinceye kadar çekip almaz. “Bir toplum kendilerinde bulunan (iyi haller)i değiştirmedikçe Allah onlara verdiği bir nimeti değiştirmez ve şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.” (el-Enfâl, 8/53)
Allah (c.c.), geçmişte kendisine ve Rasûlü’ne itaat edip îlâ-i kelimetullah için gayret eden Müslümanlara izzet vermişti. Onları düşmanlarına galip, yeryüzünün de hâkimleri kılmıştı. Ancak ne zaman Müslümanlar gevşeklik gösterdi, Allah’ın sapasağlam ipi Kur’ân’dan yüz çevirdi, Rasûlullah’a itaatten ayrıldı, heva ve heveslerini tercih ederek din uğrunda mücadele etmekten geri durdu, enaniyete kapılarak bölündü, ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ misali olan bitenleri umursamaz oldular, işte o zaman zillet onları kapladı. Burada şunu ifade etmek istiyoruz: Bilmeliyiz ki, dünyanın neresinde olursa olsun bir Müslüman zulme uğrasa, bu bizim nefsî zafiyetimizden, Allah’a Rasûlü’ne itaatteki gevşekliğimizden ileri gelmektedir. Kılmadığımız her bir namaz; vermediğimiz zekât; tutmadığımız oruç; kibir, şehvet, haset gibi kalbimizi kaplayan hastalıklar, Müslümanların zafiyetine, kâfirlerin ise kuvvet bulmasına bir sebep olmaktadır.
Şu durumda halimize tevbe ederek izzetin kendisine ait olduğu Allah’a ve Rasûlü’ne dönüş yapmalıyız. Tembellikten sıyrılmalı, İslâm ahlâkına bürünmeli, dinin yücelmesi için gayret etmeliyiz. Asıl düşman, içimizde, nefsimizdedir. Efendimiz’in dikkat çektiği büyük cihatta düşmanlarımıza galip geldiğimiz zaman Allah’ın izniyle izzet bulacağız!
Nefis Muhasebesi
Özlenen Rehber Dergisi 71. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.