“Amacımız, Allah’ın Rızasını Kazanmaktır.”
Abdullah Fârukî El-Müceddidî (rh.a.)
- Efendim, bildiğimiz kadarıyla Ankara’da “Farukiye Vakfı” adlı bir ilim, kültür ve yardımlaşma vakfı kurdunuz. Bu Vakfı kurma sebebiniz neydi? Bu alanlarda bir eksiklik mi gördünüz? Bu faaliyetlerinizi ne zaman başlattınız ve şu anda hangi aşamada?
- ‘94’te “Zâhirî ve Bâtınî İlimleri Yayma ve Yardımlaşma Vakfı”nı kurduk. Ve böylece yaptığımız çalışmaları daha geniş bir alana taşımak, insanlara daha fazla hizmet etmek, Vakıf çatısı altında yurtlar, ilim müesseseleri açıp insanlarımızı zâhirî ve bâtınî ilimler alanında eğitmektir. Amacımız Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu sebeple böyle bir vakıf kurduk.
Halen bir dergi çıkarıyoruz; Özlenen Fark diye bir dergi. Aylık çıkıyor. Siyasî değil, dinî konuları ihtivâ eden bir dergidir. İnşaallah yakında kaset çalışmalarımız olacak. Gerek video, gerekse teyp kasetlerimiz çıkacaktır.
Ve kitaplarımız yayınlandı: “Zâhirî ve Bâtınî Edebler” ki, uzun zamandır böyle bir kitap daha yazılmadı. Bunu okuyanlar göreceklerdir. Kaynakları gösterilerek hazırlanmıştır. Mutlaka her Müslümana lazımdır bu. Ankara ‘Farukiye Vakfı’ndan temin edilebilir. Kardeşlerimiz için zarûrîdir.Bir insan nasıl ki yemek yemeden duramıyorsa, bu dine mensup olanın da edeb öğrenmeden Allah’ın huzuruna çıkması mümkün değildir. Bakın kardeşlerim, şimdi insan, Allah’ın emirlerini yaptığı zaman (Allah’ın huzuruna) edebsizce çıkarsa, Allah onu huzurundan kovar. Ama Allah’ın emirlerini edebli bir şekile yaparsa Cenâb-ı Hakk ondan razı olur. O bakımdan mutlaka her Müslümanın bu kitabı okuması zarûrîdir. İnşaallah Allah rızası için bir hizmettir bütün amacımız. Bütün Müslümanlar kardeşimizdir, onların da bu edeblerden, Peygamber Efendimiz’in sünnetlerinden istifade etmeleri lazımıdır. Cenâb-ı Hakk, hepinizden razı olsun inşaallah.
- Sizi belde belde dolaşan biri olarak tanıyoruz. Türkiye’nin büyük bir kısmını geziyorsunuz. Bunun sebebi nedir Efendim?
-Teşekkür ederim, Allah razı olsun. Bu, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i müekkedesidir. O’nun ve Sahabîler’inin âdetidir. Onlar, Medine’de durmadılar. Peygamber Efendimiz bir hadis-i şerîf buyurmuştur: ’Kim Medine’de ölebilirse ölsün, şefaatim ona câridir.’ Ama buna rağmen Sahâbe öyle yapmadı; Rasûlullah, Cenâb-ı Hakk’a yürüdükten sonra onların çok az bir kısmı Medine’de kaldı. Bütün dünyaya, Çin’e, Kıbrıs’a, Anadolu’ya kadar dağıldılar.
Acaba amaçları neydi onların? Tek amaçları İslâm dinini yaymaktı. İşte bizim de gittiğimiz yol, o yoldur. Bu şekilde çeşitli insanlara ulaşmaktır. Bizde taassup yoktur, kapımız herkese açıktır. Çok insanlar (bu yol vesilesi ile) Müslüman oldular elhamdülillah. Yanlış inançlara sahip insanlar gelip, doğru İslâm akâidini benimsediler elhamdülillah.
-Peki Efendim, “ilâhî rıza şemsiyesi altında olmak kaydıyla eleştirilere, tavsiyelere açığız”, diyorsunuz. Bu şekilde eğer kişiler Allah rızasını gözeterek telefon açıp da, “Efendim, şu şu durumlar daha güzel olmaz mı?” diye tavsiyelerde bulunabilirler diyorsunuz.
- Tabi tabi, elbette. Bak oğlum, size bir hâdise anlatayım: Hz. Ebû Bekri’s-Sıddîk (r.a.), halife seçildikten sonra hemen bir hutbe îrad ediyor: ’Ey insanlar!” diyor, ’Sizden hayırlı olmadığım halde -haşa, hayırlıdır-, sizin başınıza getirildim. Ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat edin.’ diyor. İşte bizim yolumuz bu yoldur. Onun için kim bizde bir noksan görür, güzelce bizi ikaz ederse, biz de o hatadan döneriz. Ama eğer olmayan bir şeyi bize atfederse, o da iftiradır; iftira da katlden (insan öldürmekten) eşeddir (daha şiddetlidir).
-Doğrudur Efendim. Peki, benim şöyle bir sorum var: Şimdi tasavvufta ’meded’ olayı var Efendim, ’vesîle’ olayı var. Bunları biraz açıklamanızı istirham ediyorum.
-Dînimizde vesîle vardır; istiğâse vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hakk: ’Vesîleye yapışın’ buyuruyor.
Örnekler vereyim size: Biliyoruz ki Allah Teâlâ, Hazret-i Âdem ve Hazret-i Havvâ’yı cennetten dünyaya gönderdi; üç yüz küsur sene ağladılar, sızladılar; fakat Cenâb-ı Hakk onları affetmedi. Ama bir gün şöyle duâ ettiler: ’Yâ Rabbi! Hz. Muhammed’in hürmetine bizi affet.” dediler. Cenâb-ı Hakk da: ’Ey Âdem! Ben sizi Hz. Muhammed için affettim; ama, Hz. Muhammed’i nereden biliyorsunuz?’ deyince; ’Yâ Rabbi! Cennette görmüştük; orada ‘Lâ ilâhe illallah, Muhammedü’n Rasûlullah’ yazılıydı. Ben şimdi anladım ki, senin en sevgili kulun O’dur; onunla sana istiğâse ediyorum. O’nu vesîle ediyorum.’ Bunun üzerine affedildiler.
Şifâ-i Şerîf’te anlatılır: Bir gün Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’ın ayağına felç iniyor. Acaba nasıl bir ilaç yapalım, diye konuşulurken, içlerinden biri diyor ki: ’ En sevdiğin insanın adını çağırırsan ayağın iyileşir.’ O da; bütün gücüyle, ’Meded ya Muhammed!’ diyor ve ayağı derhal iyileşiyor. Bu hâdise Şifâ-i Şerîf’te yazılıdır, isteyen kardeşlerimiz oradan okuyabilir.
Demek ki meded varmış, Allah’tan (istemede) vesîle varmış. Diğer bir örnek de şudur: Hz. Ömer zamanında Rasûlullah’ın amcası Hz. Abbas’ı önüne getiriyor ve dua ederken diyor ki: ’Ya Rabbi! Bu Rasûlullah’ın amcası Abbas’tır. Bunun hürmetine bize yağmur yağdır.’ Daha elleri havadayken yağmur yağıyor. Bu da Buhâri-i Şerîf’te kayıtlıdır.
Dînimizde vesîle vardır; meded de diyebiliriz. Bunda herhangi bir şirk veya küfür yoktur. Çünkü bunu Sahabîler yapmıştır. Elbette onların yaptığını biz de yaparız. Her şeyi yapan, Fâil-i Mutlak Allah’tır. Fakat Allah’ın sevdikleri var, onları vesîle yapabiliriz. Yalnız, vesîle ile duâda hitâb, mutlaka Allah (c.c.)’ya olmalıdır. Yani isteyeceğimizi şahıslardan değil, Allah’tan istemeliyiz. Sadece, Allah’ın o sevdiği kullar hürmetine, yine Allah’tan istemelidir. Cenâb-ı Hakk, bu vesîleyi kendisi öğretmiştir.
Bir örnek daha vereyim: Sahâbe’den bir kişi geliyor Peygamber Efendimiz’in huzuruna, âmâ, gözleri görmüyor. Diyor ki: ’Ya Rasûlallah! Sen peygambersin, duâ et, Allah senin duanı kabul eder; benim gözlerim açılsın.’ Cenâb-ı Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) buyuruyor ki kendisine: ’Sabredersen, bunun karşılığı cennettir.’ O Sahâbî diyor ki: ’Ya Rasûlallah! Yalnızım, benim ihtiyaçlarımı görecek kimsem de yoktur; bu güzel sohbetinden mahrum oluyorum, mescide namaz kılmaya da gelemiyorum. Onun için, sen duâ et de gözlerim açılsın.’ O zaman Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki kendisine: ’Git, abdest al, iki rekat namaz kıl, başın secdedeyken, beni vesîle et. ’Yâ Rabbi! Hz. Muhammed’in hürmetine gözlerimi aç!’ diye duâ et Cenâb-ı Hakk’a.’ Adam, Efendimiz’in bu emirlerini alıyor ve o şekilde abdest alıp namaz kılıyor, Rasûlullah’ı vesîle edip duâ edince gözleri açılıyor. Bu, birçok hadis kitabında yazılıdır.
-Peki Efendim, ben son soruma gelmek istiyorum, sizi de çok yorduk, kusura bakmayın. Sizin dışınızdaki diğer ilim erbabıyla, Hocaefendilerle irtibat halinde misiniz? Yine bazı meşrepler arasında bir soğukluk var; birbirimize tam ısınamıyoruz. Bu soğukluğu nasıl telâfi edebiliriz? Nereden kaynaklanıyor bu soğukluk?
-Çeşitli anlayış sahiplerinin farklı terbiye-eğitim metotları vardır. Herkes o terbiye metoduyla kendi talebelerini eğitiyorlar. Kimisi bunu hafî yapıyor, kimisi cehrî yapıyor, aradaki fark buradan kaynaklansa gerektir; fakat, “İslâm inancında birleşme şuuruna kavuşmuş” çeşitli meşrep mensuplarıyla her zaman buluşup görüşüyoruz. Onlarla hem fikiriz; müştereklerde zaten biriz. Fikir alış-verişlerinde bulunuyoruz, ilmî konularda müzâkereler yapıyoruz ve karşılıklı sevgimizi yahut noksanlıklarımızı birbirimize bildiriyoruz.
Geçenlerde ilim ve irfan sahibi birkaç Hocaefendi’yi davet etmiştim, geldiler. Biz sohbetlerimize Kur’ân-ı Kerîm, hadis-i şerif, akâid, fıkıh ve edeb dersiyle başlıyoruz. Bir tanesi dedi ki: ’Şunu diyebilirim ki Allah’a şükür; bugün bir imtihan olsaydı, burası yüz üzerinden yüz alırdı.’ O kadar memnun oldu. Diğer bir Hocaefendi sevincinden ağladı: ’ Ben bu kadar güzel, edebli, ilimli, aşklı bir cemaat daha ilk defa gördüm.’ dedi. Diğerleri de aşağı-yukarı buna benzer sözler söylediler. Allah razı olsun. Aramızda herhangi bir soğukluk yoktur. Böyle ilmî konularda, fikir ve zikir hakkında beraberiz. Birbirimize yardımcı oluyoruz ve her halde (halükarda) birbirlerimizi ziyaret ediyoruz. Aramızda ayrılık yoktur.
-Peki üstadım, bir de şu olay var: Diyelim ki ben şu anda Gaziantep’teyim ve benim de faraza Almanya’da bir üstadım var. Diyelim ki benim üzerime bir köpek geliyor, uçurumdan aşağı düşmek üzereyim. ’Yetiş, ya üstad!’ diyerek bağırdım. Bu tür bir söylem caiz midir, dünyanın herhangi bir yerindeki bir zatı yardıma çağırmak uygun mudur veya o zat gerçekten gelip yardım edebilir mi? Bunlara bir açıklama getirir misiniz?
-Peygamber Efendimiz –Aleyhi’s-salât-u ve’s-selâm- buyuruyor ki: ’Herkes cennete çeşitli kapılardan çağrılacak: Namaz kılan namaz kapısından, hac eden, zekat veren, oruç tutan, tevhid ve zikir çeken, iyilik yapan, o kapılardan içeri girecekler.’ Ebû Bekri’s-Sıddîk (r.a.) Hazretleri diyor ki: ’Yâ Rasûlallah! Bu sekiz kapıdan bir anda bir insan (bütün kapılardan çağrılıp) cennete girebilir mi?’ “Evet (umarın sen onlardansın)” diyor. Bunun (başka bir) misali: Peygamber Efendimiz Aleyhi’s-selâm’ı rüyada binlerce kişi görüyor ve Efendimiz (a.s.) de buyuruyor: ’Beni rüyada gören,uyanıkken de görecektir; zira şeytan benim şeklime giremez.’ Buhârî’de geçer bu hadîs. Zübdetü’l-Buhârî’de 1482. sırada bu hadîs şöyle şerh ediliyor:
’Efendimiz’i düşünde gören, kıyamette de görecek, sevinecek, cennetlik olacak demektir. O’nu sevinçle görmek cennetliklere hastır. O’nun güzel cemâlini sık sık görmeyi Allah cümle kardeşlerimize nasip etsin. O büyük müjdedir. Çok şükür elhamdülillah. Allah (c.c.), Efendimiz’in mübarek kılığına girmek için şeytana müsaade etmemiştir. Kim, O’nu düşünde görürse, ister hakîkî şeklinde, ister başka şekilde olsun, doğru rüyadır. Tam simasıyla görürse hak, başka surette de saadettir. Sûfî’lere göre, Peygamberimiz’i rüyasında gören bahtiyarlar; murakabede ve uyanıkken de görürler. Bu, birçok iyi kişilerin başına da gelmiştir. Rüyada O’nu görüp zor işlerini anlatmışlar; çaresini bulmuşlar; dünya ve âhiret belalarından kurtulmuşlardır.”
İkinci bir olay da, Hz. Ömer (r.a.)’in hilafeti zamanında vuku bulan Sâriye hadisesidir. Malumdur ki, Hz. Sâriye, İran ordusu tarafından kuşatılmış, imha edilmek üzere iken, Hz. Ömer, Medine’de Cuma hutbesi esnasında: ’Ya Sâriye, dağa çekil!’ diye yüksek sesle seslenmiş ve ta Nihâvend’deki Sâriye, onu duymuş ve orduyu toparlamıştır.
Bütün bunlardan anlaşılır ki, istimdâd; ilahî feyzin ruhta aksiyonlaşmasını istemek ve fakat o feyz-i ilâhî kalpte bulunamayınca da vesîle yolu ile ilâhî feyze kavuşmayı sağlamak demektir. İstimdâdda bulunan kişinin çırpınışı, bu hali bulamadığındandır. Bu konuyu anlatmak için verilecek cevap da, ’vesîle’ ile ilgili sorunuza verdiğim cevabın aynısıdır.
-Çok teşekkür ediyorum. Bizleri kırmadınız, buraya kadar gelip programımıza konuk oldunuz.
-Allah sizden razı olsun. Ben de Vahdet Radyosu ailesine teşekkür ediyorum bu programı düzenledikleri için. Allah sonsuz razı olsun. Âmin. Ve’l-hamdulillâhi Rabbi’l-Âlemîn.
Gaziantep/Radyo Vahdet’in Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretleriyle gerçekleştirmiş olduğu bu röportaj, Özlenen Fark Dergisi Şubat 2000 (s. 8-9.) sayısından iktibas edilmiştir.
Gönül Tabibi ile Bir Röportaj
Özlenen Rehber Dergisi 47. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.