“Îmanın hakikati de sevgidir.”
Abdullah Faruki el-Müceddidi (k.s.)
“Îmanın hakikati de sevgidir” sözü, sevginin hakikatini anlamada ve kıymetini izhar etme noktasında çok manidardır. İnandığı için sevmek, sevdiği için görür gibi inanmak ve itaat etmenin kavle tecellisidir bu tarif. Ve Peygamber (s.a.v) Efendimize sevgiyi de bu bağlamda düşünmek gerekir.
Bu hususta Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır:
’Üç haslet vardır. Bunlar kimde varsa îmanın tadını duyar:
Allah ve Rasûlü’nü bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten daha çok sevmek, bir kulu sırf Allah rızası için sevmek, Allah, îmansızlıktan kurtarıp İslâm’ı nasib ettikten sonra tekrar küfre, inançsızlığa düşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak.’ (Müslim, Îman, 67)
Hz. Enes (r.a)’in naklettiği bu hadis-i şerife göre bir mü’minin îmanın halâvetini (tadını, güzelliğini) tadabilmesi için şu üç hususu yaşması gerekir:
a) Allah ve Rasûlullah kendisine başka her şeyden daha sevgili olmak.
b) Bir kimseyi yalnız Allah için sevmek.
c) Allah onu şirk ve küfürden kurtardıktan sonra küfre dönmekten ateşe atılırmışçasına korkmak.
Allah (c.c.) ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’i her şeyden çok sevebilmek...
Tevbe sûresi 24. âyetinde “Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabanız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticâret, hoşunuza giden evler sizce Allah’tan, Peygamberinden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise, Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez’ buyrulmaktadır. Îmanın tadına erebilmek için gönlü sahte sevgilerden tamamıyla arındırmak gerekmektedir. Bununla beraber âyet-i kerime’de beyan edildiği üzere kalbi kirleten bu şeylere yasaklandığı şekliyle sevgi göstermek, din ve Allah yolunda hizmetten insanı alıkoyacağından, ömrü boşa çıkaracak ve neticede hüsrana sebep olacaktır. Dünyayı ve içindekileri Allah ve Rasûlü’nün sevgisine tercih edenler ise îmanın halâvetine (tadına) ve kemâlâtına kavuşacaklar, dünya ve ahiret saadetine nail olacaklardır.
İnsanın Allah ve Sevgili Peygamberini kemaliyle sevebilmesi için elbette bir bedel ödemesi gerekmektedir. Bu öyle büyük bir nimettir ki karşılıksız değildir. Bu bedel de canıyla, malıyla, her şeyiyle kulun dinine sarılması, Allah’ın emirlerine yapışması, Rasûlü’nün sünnetlerini ve güzel ahlâkını hayatına örnek almasıdır. “Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun, ta ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret etsin” ( Âl-i İmran, 3/31)
İtaat-ı Rasûlullah ile kavuşulan sevgi kapısından içeri girmek zordur; ancak bunu başaran kullara ise artık hiçbir sûi kuvvetin galebesi söz konusu değildir.
Dünyadan bazı nimetlerin kula sevdirildiği doğrudur. Ancak kula verilen beşeri sevgi ile birlikte ölçü de verilmiştir. Ölçü kaçırılırsa maksattan uzaklaşılmış olur. Allah (c.c), Sevgili Peygamberimiz ve onların sevmemizi emrettikleri dışında kalan varlıkları sevmede de ölçü şudur: Allah’ı memnun etmeyecek sevmelerden ve buğzetmelerden kaçınmak, Allah’ın seveceği Hak dostlarını sevmek, Allah’ın sevgisine lâyık olmayacağı şer-i şerifle belli olan sefih, hevaperest, din düşmanı kimseleri sevmemek. Kısacası bizi Hakk’a davet eden her şeyi sevmek ve zıddından ictiba etmek. Kapısı Allah rızasına açılmayan sevgiler bizi dünyada ve âhirette zarara uğratacaktır. Nitekim Server-i Kâinât Efendimiz (s.a.v) “Ahirette kişi sevdiği ile berâber olacaktır’ buyurmuştur.
“Din sevgi ve buğzdan başka bir şey değildir’ (K. Sitte, Tercüme ve Şerhi, 1/84-85.) hadisini de göz önüne alacak olursak, dinimiz açısından ’sevmek ve buğzetmek’ duygularımızı kullanmanın ne kadar ehemmiyetli, hayatî bir iş olduğu anlaşılır.
Peygamberimiz (s.a.v) Tebük gazasına gidilmesini emrettiği zaman bazı kimseler: “Analarımızdan, babalarımızdan izin isteyelim” demişlerdi. Bunun üzerine Ahzab sûresi 6. âyet-i kerimesi nazil olmuştu. Bu âyette Yüce Rabbimiz: “Peygamber (Nebî) mü’minlere (her hususta) nefislerinden evladır...” buyurmuştur. (Elmalılı, 6/295.) Bu sevginin gereği olarak Allah ve Rasûlüne itaatten zerrece taviz vermemeli, Allah’ın ve Rasûlü’nün emirlerini her şeyin üstünde tutmalıdır. Bu hususla alakalı İbni Abbas (r.a)’ın bir rivayeti şöyledir: “Bir münafık ile bir Yahudi kavga etmişler. Yahudi yargılanmak için Peygamberimize başvurmayı, münafık da yahudilerin başkanı olan Ka’b b. Eşref’e gitmeyi teklif etmiş. Çünkü yahudi haklı, münafık haksızmış. Halbuki Peygamberimizin ancak hak ve adaletle hükmettiği Ka’b b. Eşref’in rüşvete düşkün bulunduğu her iki tarafça bilindiğinden yahudi, Peygamberimize başvurmayı, münafık da Ka’b b. Eşref’e başvurmayı istiyormuş. Nihayet yahudi ısrar etmiş, Rasûlullah’a başvurmuşlar. Yahudinin lehine, münafığın aleyhine hüküm çıkınca, münafık razı olmamış, “Haydi Ömer’e gidelim aramızda o hakem olsun.” diye teklif etmiş. Hz. Ömer’ in yanına varmışlar. Yahudi, “Rasûlullah benim lehime hükmetti, bu onun hükmüne razı olmadı.” Aramızda senin hükmetmeni istiyor demiş. O da “evet” demiş. Bunun üzerine “yerinizde durunuz, azıcık dışarı çıkayım, gelir hükmümü veririm.” diyerek çıkmış. Varıp kılıcını kuşanmış gelmiş ve derhal münafığın boynunu vurmuş, işini bitirmiş. Sonra “Madem ki beni hakem yaptınız, işte Allah’ın ve Rasûlü’nün hükmüne razı olmayan hakkında benim hükmüm budur.” demiş. Yahudi kaçmış. Bundan dolayı münafığın akrabaları Peygamberimize şikayet etmişler. Peygamberimizde Hz. Ömer’i getirtmiş, olayı sormuş, o da: “Hükmünüzü reddetti ey Allah’ın elçisi!” diye cevap vermiş. O zaman hemen Cebrail (a.s) gelip “Ömer, fârûktur, hak ile batılı birbirinden ayırdı.” demiş. Peygamberimiz (s.a.v) de Hz. Ömer’e “Sen Fârûk’sun” buyurmuştur. (Elmalılı, 3/21, 22)
Peygamberimiz (s.a.v)’in azadlı kölesi sahabe’den Zeyd b. Harise (r.a)’in Peygamberimize olan sevgisini ifade eden ibrete şâyan bir hadise ise kısaca şöyledir: “Babası ve amcasının onu satın alıp hürriyetine kavuşturmak istemesine karşı o: “Ben bu zâtta (Allah’ın Rasûlü’nde) öyle bir şey gördüm ki onu ebediyyen hiçbir şeye değişmem, ona karşı hiçbir kimseyi tercih edemem, bu mümkün değil.” deyince Peygamberimiz (s.a.v) Kâbe’nin avlusunda onu kendine evlat ve varis edindiğini ilan etti. (Tirmizî, Tefsîru’s-Sûre, 33/9, 12)
Hz. Bilal-i Habeşi’ye (r.a) ölüm anı gelince, ailesi “eyvah, eyvah” diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine Hz. Bilal (r.a) de: “Oh, oh (ne mutlu bana). Yarın dostlar, Muhammed (s.a.v)’e ve O’nun ashabına kavuşacak” dediler.
Hz. Ali’ye (r.a) “Siz Rasûlullah’ı nasıl seviyordunuz? diye sorulunca: “Allah’a yemin ederim ki, Rasûlullah (s.a.v) bize, mallarımızdan, evladımızdan, baba ve analarımızdan, (susamış olan kimsenin soğuk suya olan arzusundan ) daha sevgili idi. (Şifa-ı Şerif, 403-404) buyurmuşlardır.
Îmanın halavetine (tadına) ve kemalatına kavuşabilmek ancak ve ancak, kötülüklerin her nevinden şiddetle kaçınmak, her halimizde Hak rızası ve sevgisini gözetmek, Allah ve O’nun Rasûlü’nü de, Sahabe-i Kiram efendilerimiz gibi maldan, candan, evlattan ve her şeyden daha çok sevmekle mümkündür.
Cenâb-ı Hakk (c.c) bizlere îmanın halavetini (tadını) ve kemalatını kalplerimizde yaşamayı nasip ve müyesser etsin.
İmanın Tadını Almak
Özlenen Rehber Dergisi 47. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.