Bilindiği üzere geçtiğimiz aylarda Almanya’da bir üniversitede yaptığı konuşmada Katolik Kilisesi’nin lideri Papa 16. Benedikt, Hıristiyanlığı mantık ve akıl dini olarak nitelerken Müslümanların düşmanla mücadele ve cihad anlayışını eleştirdi.
Papa, şiddetin tanrı ve maneviyatın fıtratına aykırı olduğunu vurgularken, cihadın da şiddet eylemi ve ilâhî olmayan bir hareket olduğunu ileri sürdü. Sözlerine açıklık getirmeye çalışan Papa 16. Benedikt 14. yüzyılda Fars bir Müslüman’la konuşan Hıristiyan İmparator 2. Emanuel’den naklen şöyle dedi:
“Hadi bana Muhammed’in yeni olarak ne getirdiğini göster! Bu konuda, kendisinin vazettiği dini kılıç ile yayma emri türünden kötü ve insanlık dışı şeylerden başka bir şey bulamazsın.”
Kısacası Papa’nın bu sözlerinden İslâm’ın aklı ve mantığı dışlayan, şiddete dayalı bir din; Hıristiyanlığın ise akla uygun ve barışa dayalı bir din olduğu sonucu çıkıyor.
Papa’nın bu açıklamaları aynı gün tüm basın-yayın organlarında geniş yer bulurken, doğal olarak İslâm Dünyası’nda büyük bir tepkiyle karşılandı. Dini sahada yetkili ilim adamlarından, her alandaki akademisyene, siyasetçilerden köşe yazarlarına değin her alanda, konuyla ilgili karşı açıklamalar ve Papa’nın bu açıklamaları neden yapmış olabileceğine dair tahliller yapıldı, kınama mesajları yayınlandı. Son olarak yazımızın hazırlandığı sırada dinî sahada uzmanlaşmış, farklı ülkelerden 130 âlim ve mütefekkirden oluşan Âlimler Birliği de Papa’nın sözlerine cevap teşkil eden kapsamlı bir metni Vatikan’a yollamış bulunuyordu.
Papa’nın konumundan dolayı açıklamaların dinî bir boyutu olduğu gibi, siyasî boyutu da var. Biz, bu yazımızda açıklamaların dinî yanını okuyucularımız için ele almaya çalışacağız.
Öncelikle bu açıklamalar haksız ve mesnetsiz olduğu için biz Müslümanları ne kadar yaralasa ve kızdırsa da Âlimler Birliği’nin Vatikan’a yolladığı cevapta da vurguladığı gibi bizler, mücadelemizi İslâmî edep ölçüleri çerçevesinde sürdüreceğiz. Bu konuda rehberimiz, Yüce Allah’ın “Kitap ehlinden zulmedenler bir yana, onlarla en güzel şekilde mücadele edin.” (el-Ankebût, 29/46) kavli olacaktır.
Aslında Papa’nın dinimizle alâkalı saldırgan tutumu ve mesnetsiz iddiaları yukarıda bahsi geçen konuşmadan ibaret değil. Daha önce de çeşitli vesilelerle benzer açıklamalar yaptığı biliniyor. Son yaptığı konuşmayla ilgili değerlendirmelere geçmeden evvel Papa’nın İslâm’ı ne kadar kavrayıp kavramadığını daha iyi açıklığa kavuşturmak için 2005 yılının Eylül ayında bir kilisede düzenlenen İslâm ile ilgili bir programda yaptığı konuşmaya bakalım. İslâm’ın gelişmeye açık olup olmadığı konusunu ele alırken hiddetli bir şekilde şunları söylüyor: “Müslümanların nezdinde Allah’ın sözü, nasılsa öyledir, değişmez ve ebedîdir. Tevil götürmez veya yeni meseleler baş gösterdiğinde tefsir edilmez. Bu ise İslâm ile Yahudilik ve Hıristiyanlık arasındaki temel farktır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Allah’ın sözü insanoğlunun yorumuna bırakılmıştır. Yeni yeni şeylerle uyumlu bir şekilde yaşayabilmeleri için Allah bunu onlara bırakmıştır.”
Oysa inancımıza göre Yüce Allah’ın sözleri/âyetleri içinde muhkem ve kat’î, müteşabih ve zannî olanlar vardır. Allah’ın bu takdiri engin bir hikmet taşımaktadır. Allah Teâlâ bütün âyetlerini başka bir anlam içermeyecek şekilde tek bir anlam üzere indirebilirdi ve de bu durum O’na zor gelmezdi. Ancak kimi âyetlerini kat’î kılmıştır ki, şeriatın temellerini bunlar oluşturur. Müslümanlar bunlar üzerinde bir araya gelirler ve dinlerinin asıllarını bu temeller teşkil eder. Aynı şekilde bazı âyetlerini de müteşabih kılmıştır ki, bunlar da açılımı sağlar. Ümmetin tek bir tefsir, tek bir içtihat çerçevesinde hapsolmasını önler. Bu sebeple Allah’ın âyetlerinin anlamları sabitlik ve tefsire açıklık, kat’î ve zannî, muhkem ve müteşabih olma vasfına haizdir. Bundan dolayıdır ki İslâm Şeriatı, sonradan karşı karşıya kalınan ve kalınacak olan birçok meseleyi karara bağlamıştır, bağlamaya devam edecektir.
İslâm kütüphanelerinde binlerce cilt kitabın binlerce fıkhî meseleyi, ayrıca eşine rastlanmayacak içtihatları ve hükümleri içerdiği İslâm’la az çok ilgilenmiş olan gayri Müslim araştırmacılarca bile bilinen bir husustur. Bütün bu içtihatların zaman ve mekân itibariyle insanoğlunun ihtiyaçlarına çözüm ürettiği de ortadadır. Zamana ve mekâna bağlı olarak bazı fetvaların değişebileceği, illetin (yani bir hükmün nedeninin) ortadan kalkmasıyla hükmün de ortadan kalkacağı ilkesi hem teoride hem de uygulama da halen varlığını sürdürmektedir. İslâm hukuku ve İslâm fıkhının sarsılmaz yapısı ehline malumdur. Papa gibi üniversitelerde hocalık yapmış, dinî tahsille ömrünü tüketmiş bir adamın böyle bir durumdan habersiz olduğunu sanmıyoruz. İslâm âlimleri içtihat yolunu kullanırken de hiçbir zaman kesin bir helâli haram kılmamış, haram olan bir şeyi de helâle çevirmemişlerdir. Üzerinde ittifakın olduğu şer’î bir hükmü asla değiştirmemişlerdir. Kısacası Allah’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmemişlerdir. Dolayısıyla İslâm dini (Hıristiyanlığın ve Yahudiliğin aksine), tahrif edilmekten uzak kalmıştır.
“Yahudilik ve Hıristiyanlıkta Allah’ın sözü insanoğlunun yorumuna bırakılmıştır. Yeni yeni şeylerle uyumlu bir şekilde yaşayabilmeleri için Allah bunu onlara bırakmıştır” sözleriyle Papa, Hıristiyanlığın tahrif edilmişliğine de kanaatimize göre kılıf bulmaya çalışmaktadır. Bu durum tam anlamıyla Kur’an’ın da işaret ettiği bir haldir ki âyette: “(Yahudiler) Allah’ı bırakıp, hahamlarını; (Hıristiyanlar ise) rahiplerini ve Meryemoğlu Mesih’i rab edindiler. Oysa bunlar da ancak, bir olan Allah’a ibadet etmekle emrolunmuşlardır. O’ndan başka hiç bir ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları her şeyden uzaktır.” (et-Tevbe, 9/31) buyrulmaktadır. Onları rab edinmek; haramı helâl, helâli de haram kılmalarını kabul edip onlara uymak cihetiyledir.
İslâm’ın aklı ve mantığı dışladığı iddiasına gelince; şu gerçeği ifade edelim ki, Kur’ân-ı Kerim kadar düşünmeye ve tefekküre çağıran, aklın derecesini yücelten başka bir kitap yoktur. İlk emri “Oku!” olan Kur’ân-ı Kerim, aklı yücelten ve sorumluluk ile yükümlülüğün odağına aklı koyan bir kitaptır. Öyle ki bizim şeriatımızda akıl, sabit ve sarsılmaz esaslardan biri olmuş, aklı olmayan kişi mükellef (dinî emirlerle sorumlu) kabul edilmemiştir. Allah Teâlâ insanlara akıllarını kullanmalarını, göklerde ve yerde olanlar üzerinde düşünmelerini emir buyurmuştur. Ta ki insanoğlu, Allah’ın peygamberler ve nebilerle göndermiş olduğu gerçeği bizzat aklederek kavrayabilsin. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “De ki: Size tek bir öğüdüm vardır: Allah için ikişer ikişer ve tek tek kalkınız, sonra düşününüz, göreceksiniz ki arkadaşınızda bir delilik yoktur. O yalnız çetin bir azabın öncesinde sizi uyarmaktadır.” (es-Sebe, 34/46) Allah Teâlâ, vahyi üzerinde düşünmedikleri, bunu anlamaya çalışmadıkları için kâfirleri ayıplamış ve onları hayvanlara benzeterek şöyle buyurmuştur: “(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple düşünmezler.”
(el-Bakara, 2/171) Yine şöyle buyurmuştur: “Allah katında, yeryüzündeki canlıların en kötüsü gerçeği akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir.” (el-Enfâl, 8/22) Bu konuyla ilgili âyetler bir hayli çoktur. Kur’ân-ı Kerim hâla daha bütün açıklığıyla dünyanın önündedir. İslâm dininde, sahih akıl ile sarih nass arasında hiçbir şekilde çelişki görülmemiştir ve böyle bir şey de yoktur. Müslüman âlimlerin, akıl ile nakil arasında çelişki olmadığı hakkında yazmış oldukları birçok eser vardır.
Avrupa ortaçağ karanlığını yaşarken, aynı ortaçağda İslâm’ın araştırmaya, düşünmeye ve öğrenmeye verdiği önem sayesinde İslâm medeniyeti güneş gibi parlıyordu. Hastalarını yıllarca Avicenne adıyla tanıttıkları İbn-i Sina’nın kitaplarından öğrendikleriyle tedavi eden, İslâm hâkimiyetindeki Endülüs’te tahsil yapmayı şeref sayan Avrupa Hıristiyanları, gömüldükleri ortaçağ karanlığından, aklı, mantığı bilimi dışlayan kilisenin hâkimiyetinden kurtularak çıkabildiklerini çok çabuk unutmuş görünüyorlar.
Papanın “akıl ve mantık dini” olarak tanımladığı Hıristiyanlığa da bir bakalım isterseniz. Gerçi Hıristiyanlık semavî bir dindir; lakin kilisenin, rahip ve papazların tahrifatıyla semavî din özelliğini kaybetmesi, Cenâb-ı Hakk katında hükmünün kalkmasına neden oldu. Karanlık Ortaçağ döneminde birçok Hıristiyan bilgin, sırf düşünceleri ve bilimsel araştırmaları yüzünden Engizisyon mahkemelerinde yargılandı ve birçoğu idam cezasına çarptırılarak canından oldu. O dönemde bilimle mücadele öylesine ağır ve şiddetliydi ki, bir önceki Papa 2. Jhon Paul kilisenin bu mantıksız uygulamasından dolayı özür dilemek zorunda kaldı.
Doç. Dr. Orhan Atalay’ın, Hıristiyanlığı “akıl ve mantık dini” olarak niteleyen Papa’ya yönelttiği şu soruları da tekrar gündeme getirmek istiyoruz.
“Şimdi Papa’ya sormak lazım: Resmi amentünüze göre;
1- Tanrı’nın bir açıdan bir; diğer bir açıdan üç olmasını hangi rasyonel (aklî) temele dayandırıyor ve nasıl izah ediyorsunuz?
2- Anasından doğan her insanı babası Âdem’in günahıyla yükümlü tutmayı hangi sağduyuya, hangi akla ve mantığa dayanarak temellendiriyorsunuz? Vaftiz olmadan ölen çocukları bile ebedî olarak Cehennem’in diplerinde sürünmeye terk eden kilise, hangi yüzle hümanizmden, merhamet ve şefkatten bahsediyor?
3- Babalarının günahından sorumlu kıldığınız beşeriyeti bu günahın vicdanî azabından kurtarmak için ete ve kemiğe bürünerek kendisini günahkâr kulların elinde çarmıha geren bir Tanrı’yı hangi akıl ile tanımlıyor ve niteliyorsunuz?
4- İnsanların mallarını haksız gerekçelerle yemek amacıyla yeryüzüne salıverdiğiniz Papazların Cehennem’den azat etmek ve Cennet’ten arsa satmak karşılığında endulijans dağıtmalarının hangi rasyonel dayanağı vardır?
5- “Akıl Çağı”na ulaşmak amacıyla insanları, akıllarını kullanmaya davet eden nice düşünce ve bilim adamını engizisyonlarda tanrı adına cezalandırmaya ne dersiniz? Yüzünüzü kıyamete kadar kızartmaya yetecek derecede akla ve insana karşı işlediğiniz bu cürümün suçlusu olarak ’akıl’ kelimesini telaffuz etmeye utanmıyor musunuz?
6- “Ben özgürüm, kimsenin kölesi değilim. Ama daha çok kişi kazanmak için herkesin kölesi oldum. Yahudileri kazanmak için Yahudilere bir Yahudi gibi davrandım. Kendim Tevrat’ın denetimi altında olmadığım halde, Tevrat’a bağlı olanları kazanmak için Tevrat’a bağlıymışım gibi davrandım... Güçsüzleri kazanmak için onlarla güçsüz oldum. Ne yapıp ne edip bazılarını kurtarmak için herkesle her şey oldum.’ (Korintlilere Birinci Mektup) esasına dayanarak yeryüzünde yalana, kandırmaya, ikiyüzlülüğe dayalı dinî bir tebliğ harekâtı ile malul iken, samimiyetten, açık sözlülükten, doğruluktan nasıl söz edersiniz?
7- “Kilise’nin dışında felâh yoktur!” dogması ile kurtuluşu Kilise’nin tekeline alan sizler, ne zamandan beri akla da bir alan ayırdınız ki, “akla hitap eden” ayırıcı özelliğine sahip İslâm ile akıl ilişkisini değerlendirmeye cüret edebiliyorsunuz?
8- Akıldışı tüm dinî faaliyetleriniz nedeniyle Nietzsche’ye “Bizi bu halinizle Müslümanlar karşısında gülünç duruma düşürdünüz, bakın Müslümanlar haklı olarak bize gülüyorlar” dedirten Kilise değil midir?” (Atalay, Orhan, İslâm ve Kilise: Akıl ve Kılıç, Yeni Şafak Gazetesi, 24 Eylül 2006)
Yine konuşmasında Papa, İslâm’ın kılıç zoruyla yayıldığını iddia ediyor. Yani onun tabiriyle İslâm’ın verdiği savaşlar insanları zorla iman ettirmek içinmiş. Daha sonra Papa, bu durumun eşyanın mantığına ve tabiatına aykırı olduğunu belirtiyor. Bundan da öte, Rabbin tabiatına aykırı olduğunu, zira tanrının kan dökmeyi sevmediğini, imana giden yolun ancak söz ve ikna metoduyla olacağını söylüyor.
İslâm’da cihadın, Müslümanlara yönelik saldırıları defetmek, İslâm topraklarını korumak için teşri’ edildiği tartışma götürmez bir gerçektir. Yoksa insanları zorla iman ettirmek için değil. Müslümanlara karşı savaş açılmışsa, yapılan cihada savunma cihadı denir. Bu konuda bizim için şu âyet yeterlidir: “Dinde zorlama yoktur; artık hak ile batıl iyice ayrılmıştır.” (el-Bakara, 2/256) Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) hayatını tetkik edenler, onun düzenlemiş olduğu bütün gazve ve savaşların bu çerçeve dahilinde olduğunu görür.
Cahiliye döneminde Arap orduları, girdikleri yerlerin mahsullerini telef etmek, kasaba halkını öldürmek ve yangına vermek gibi tavırlar sergilemişlerdir. Ancak İslâm, böyle bir uygulamayı “fesat” olarak nitelendirip kesinlikle yasaklamıştır. (el-Bakara, 2/205) Bununla birlikte savaş ve çarpışma, dünyada zulüm, fitne, fesat ve tuğyan ortaya çıktığı takdirde zararın önlenmesi için yerine getirilmesi gereken bir görev olur. İşte bu sebepledir ki İslâm’da asıl olan barıştır. Savaş ise istisnadır ve –insanlığın hedefi olan- barışı temin etmek ve devamını sağlamak için zorunlu olduğu durumlarda ortaya çıkar. İslâm’da bütün çeşitleriyle savaş, her türlü dünyevî hedef ve gayeden; şöhret, üstünlük ve baskı sağlamak; mal, servet ve ganimet elde etmek arzusundan; intikam ya da düşmanlık gibi bütün hedeflerden arınmıştır.
Müslümanların savaş esnasında uymaları gereken bir takım esaslar vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v) savaşta yapılmamasını emrettiği şeyler arasında çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürülmemeleri, müsle (yani savaşta öldürülenlerin el, ayak, burun gibi organlarının kesilerek işkence) yapılmaması, kiliselerin yakılmaması, ağaçlara zarar verilmemesi, ihtiyaç dışı hayvanların kesilmemesi yer almaktadır.
Peygamberimiz’in sahabeleri de bu konulara titizlikle uymuş, uymayanlara engel olmuşlardır. Hz. Ebû Bekir (r.a.) da Suriye’ye yolladığı orduya aynı talimatları vermiş, ayrıca Peygamberimiz’in din adamlarının öldürülmemeleri şeklindeki talimatını da komutanlara hatırlatmıştır.
Dinî mekânların ve din adamlarının korunmasına yönelik talimatlar lafta kalmamış, uygulama haline de getirilmiştir. Örneğin, Arapların çoğunluğunun İslâm’ı kabul ettikleri bir ortamda, Müslümanlara karşı hiçbir başarı elde etme olasılığı olmayan Hıristiyan Necran halkı canlarına bir zararın gelmesinden korkmuşlar ve barış isteği ile liderlerini Medine’ye göndermişlerdi. Peygamber Efendimiz (s.a.v) onları Medine’de kaldıkları sürece mescitte ağırlamış ve namaz vakitleri dışında Mescid-i Nebevî’de ibadetlerini yapmalarına dahi izin vermiştir. Yapılan anlaşmada ise özetle şunlar yer almıştır: “Necranlılara ve onlara bağlı olanlara canları, dinleri, arazileri, malları ticaret kervanları ve timsalleri (yani haç, heykel gibi kiliseye koydukları sembolleri) Allah’ın himayesi ve Rasûlü’nün koruması altına alınmıştır. Onların haklarından ve timsallerinden hiçbir şey değiştirilmeyecektir.”
Efendimiz’in (s.a.v) sahâbesi de aynı yolu izlemiştir. Hz. Ömer (r.a.) hicretin 16. yılında bir barış antlaşması imzalamak için gittiği İllia’da toprağa gömülü yalnızca üst kısmı görünen bir yapı görmüştü. Yanındakilerden buranın eskiden bir havra olduğunu, Bizanslılar tarafından toprağa gömüldüğünü öğrendiğinde, derhal toprağı kendi elleriyle eteğine doldurup biraz ileriye bırakmaya başlamıştır. Derken, ordudaki askerler de onun yaptığını yapmış çok kısa zamanda ortaya çıkan havra temizlenerek yeniden ibadete açılmıştır. (MACİT Yunus, Savaş Kuralları Açısından Hz. Peygamber’in Sünnetinde Doğal ve Fizikî Yapının Masuniyeti, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, sayı:4, 2005)
İslâm kılıçla değil, tam aksine Rahmet Peygamberi olan Efendimiz’in (s.a.v) çok geniş merhameti, şefkati ve insanlara olan saygısı ile yayılmıştır. “...Şâyet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi...”(Âl-i İmrân, 3/159) âyeti de bunu dile getirmektedir. Tek bir insan olarak başladığı peygamberlik görevini yaklaşık 23 yıl sonra tamamlayan Efendimiz’in (s.a.v) Veda Hutbesi’ni 120 bin Sahâbe dinlemişti. Efendimiz’in katıldığı savaşlarda ölen insan sayısı ise her iki taraftan 400’ü bulmamıştır. Bu gün birileri Arap yarımadasında hâkimiyeti eline almaya çalışsa acaba ne kadar masum canından olur, bir düşünelim.
Efendimiz (s.a.v)’den sadece 15 yıl sonra Arabistan dışında Mısır, Suriye, Filistin, Irak, İran ve Güneydoğu Anadolu topraklarının tamamı İslâm hâkimiyetine girmiş, dahası halkları da İslâm’ı benimsemişti. Hangi kılıç gücü, o zamanın iki süper gücü olan Bizans ve Sasânî İmparatorluklarının elinden bu toprakları alabilir, bir de halkını zorla Müslüman yapar ve öyle kalmalarını da temin edebilirdi? Bunun için o topraklarda ne büyük bir ordu beslemek gerekirdi? Zaten Hıristiyan âleminde İslâm’dan rahatsızlık bu hızlı yayılma ile başlamış ve Papa’nın sözlerinde de görüldüğü gibi günümüze kadar da devam etmiştir.
Son olarak İslâm’ı kılıçla yayılmış, şiddete dayalı bir din olarak tanımlayan Papa’nın, seleflerinin ve başında bulunduğu Kilise’nin tahrif ettiği Hıristiyanlığın tarihine bir bakmasını öneririz. Endülüs’ün yakılıp yıkılması, Haçlı Seferleri, Avrupa’yı kasıp kavuran mezhep savaşları, milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan birinci ve ikinci dünya savaşları, Japonya’ya atılan atom bombaları, Vietnam ve daha dünyanın pek çok yerini sömürebilmek için girişilen işgaller, daha hafızalarımızdan görüntüleri silinmeyen Bosna ve Çeçenistan katliamları ve Irak’ın işgali. Bu savaşları hangi dinin müntesipleri çıkardı. Kitle imha silahlarını kimler geliştirip, gözünü kırpmadan kullanabildi ve hâlâ kullanıyor? Gittikleri her yere kan ve gözyaşı götürenler Müslümanlar mı, yoksa Papa’nın dinî liderleri konumunda olduğu kendi dininin müntesipleri mi? Papa’nın söylediklerini kendi dindaşları bile mesnetsiz bulup eleştirirken, ülkemizde “Müslüman’ım!” diyen bazı kimselerin alkış tutmaları ya da sözlerini tevile çalışmaları bizlere oldukça üzüntü vermektedir. Onlar için de Allah’tan hidayet ve doğruları görmelerine yarayacak basiret vermesini niyaz ediyoruz.
İslâm Kılıçla Mı Yayıldı?
Özlenen Rehber Dergisi 45. Sayı
allah razi olsun yazinizi cok begendim BERLIN DEN SELAMLAR HÜSEYIN
ALLAH ım Razı olsun inşallah ( Amin ) güzel ve güncel bir mesele hakkında aydınlatıcı bilgiler .. kimin ne oılduğu konusunda tartışmaların yerli yada yersizliğinden ziyade elimizden kaçan bu zamanın ve değerini bilmeden yaşamanın artık kimseye kar getirmediği aşikardır. ALLAH ım sen yar ve yardımcımız olsun inşallah....( Amin )
ALLAH RAZI OLSUN ÇOŞTUM RESMEN çok haklısınız sizden ve sizin gibilerden ALLAH C.C. razı olsun