Özlenen Rehber Dergisi

45.Sayı

Abdullah Fârukî El-müceddidî (k.s.) ve Velî Kavramı

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 45. Sayı
Muzaffer YALÇIN



Değerli âlim ve ârif Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretlerinin 11 Aralık 1999’da aramızdan ayrılışının yedinci seneyi devriyesini yaşamaktayız.

Abdullah Farukî hazretleri (k.s.), Yüce Mevlâ’nın irşat yolunda kendisine lütfettiği hususi nimetlere sahip bir Allah dostu olup manevî mertebesi, velîler içerisinde Cenâb-ı Hakk’ın hususi yakınlığına kavuşan veysîler zümresindendir. Veysîler; Allah’ın, kulları içerisinden seçip manen terbiye edip yakınlığına eriştirdiği muradlarıdır.

Nesebi ise, Rasûlullah Efendimiz’in lisanıyla, “Allah’ın ehli” olarak tasdik edilen Hz. Ömer efendimize ulaşır.

Ömrünü Cenâb-ı Hakk’ın rızasına tahsis ederek ikmal eden Muhterem Hocaefendi (k.s.), birçok insanın irşadına da vesile olmuştur. Kendisini rahmetle anıyor, Cenâb-ı Hakk’ın kendisiyle açmış olduğu yakınlık ilminin nice ehil gönüllerde Rabbimiz’e itaate vesile olmasını yüce Mevlâ’mızdan diliyoruz.

Kendisi hakkında kısaca bilgiler aktardığımız değerli Hocaefendi’nin velilik anlayışına geçmeden konu ile ilgili genel bir bilgi vermek istiyorum.

Kur’ân-ı Kerîm’in muhtelif âyetlerinde Cenâb-ı Zülcelâl Hazretleri, kendisinin, bütün Mü’minlerin dostu (velisi) olduğunu bildirmiştir.(el- Bakara, 2/257) Yunus sûresinde ise dostlarına, dünya ve âhirette onlara korku ve hüznün olmayacağını müjdelemiştir.(Yunus, 10/62) Mü’minlerden olup da sûî amel ve ahlâkları sebebiyle Cehennem’de cezalandırılanlar ise; bu dostluğun hakkını vermeyenlerdir.

Bu genellemeden sonra, yine Kur’ân’ın ifadesiyle yakınlık hususunda bazı üstün zümreler zikredilmiştir. İşte bu sınıflar içerisinde Hz. Allah’ın dostlukta kendisine en yakın kıldığı kimseler, Peygamberlerdir. Hem sevgide, hem de itaatte hiçbir beşer, Peygamber Efendilerimizin gönüllerindeki eşsiz teslimiyete ulaşamaz.

Peygamberlerden sonra ise dostluk mertebesinde Allah’a yakınlık derecelerine göre sıddîklar, şehitler, sâlihler gelir.(en-Nisâ, 4/69) Bazı âyetlerde ise bu yüksek zümreden olarak; Allah’ın kendilerinden razı olduğu ve Allah’tan razı olanlar, sâbikûnlar, muttakîler, ebrârlar da zikredilir. Bütün bu mertebelerin zikredilmesiyle şüphesiz, Allah’ın Mü’min kulları içerisinde özel sevgisine layık görülen nadide kimselerin varlığına dikkat çekilmiş ve onlar, diğer iman ehli kimselere özendirilmiştir. Bu mümtaz zümreler, üzerlerinde “Allah Mü’minlerin dostudur” hükmünün hususi nimetlerle izhar olduğu O’nun has kullarıdır.

Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde velîlerin vasıfları açık bir şekilde bildirilmiştir. Allah’ın velî kullarının ayırıcı kemâl vasıfları vardır. Efendimiz (s.a.v.), “Allah’ın dostları görülünce Allah hatıra gelir.” (el-İsfehânî, Hilyetü’l-Evliyâ) buyurmuştur. Sadece, “îman ettim!” demekle bu hususî nimete kavuşulamayacağı bir hakikattir.
Hakikat odur ki, bu nimete sahip olmayan bir kimse, Hz. Allah’a nispet edilen bu dostluğu, sadece nazarî bilgilerle anlatmaya güç yetiremez. Bu nimet ancak, hususi tecelliler ile kemal bulan gönül sahiplerinden öğrenilebilir ve yaşanılabilir. İşte biz de bu sayımızda, bir Allah dostu olan ve bu yakınlığı, yaşantısının her bir alanında zahir olan rahmetli Abdullah Fârukî Hocaefendi’nin bu konuya dair verdiği kıymetli bilgileri aktarmaya çalışacağız.
* * *
Rahmetli Üstadımız (k.s.) “velîliği” farklı vasıflarıyla ve birden çok yönünü vurgulayarak tarif etmiş, bu tariflerinde ise konuya dair bilgiler veren eserlerde zikredilenlerin tekrarını da yapmamıştır. Bunlar aynı zamanda; samimi, hissiyatın şer-i şerife tabi olduğu, gayet özgün ve dost olunan yüce makamın celâlini bittaarruf lisan-ı hikmetle şerh eyleyen bir ilmü’l-yakîn örnekleridir. İşte bu paha biçilmez tariflerden birisi şöyledir:

“Veli; bütün hâl ve işinin muradını Allah’ın üzerine aldığı ve yardımında bulunduğu kimsedir.”

Büyük bir hususiyet ifade eden bu tarif; kulun iradesinin mutlak manada ilâhî iradeye tabi oluşunun, kayıtsız şartsız Âlemlerin Fahri’ne tabi olmakla hâsıl olan nefsin tezkiyesi ve ruhun urûcu neticesinde ortaya çıkan nimeti çok güzel izah etmektedir. Bu, evvelde kulun cüzî gayretiyle başlayıp, Vedûd olan Zülcelâlin kulunu sevmesinden sonra ise kulun nihayetsiz ihsanî tecellilere mazhar olmasıyla kemal bulan bir nimettir. Bu nimet, Risâlet Penahı’nın mübarek lisanlarından şu yüce hadis-i kudsî ile tebşir edilmiştir:

“Her kim benim velî bir kuluma düşmanlık ederse, muhakkak ben, ona harp açarım. Bir kulum bana kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevimli bir amel ve ibadetle yaklaşamaz. Kulum bana, yaptığı nafile ibadetler ile yaklaşır, yaklaşır... Nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi, artık ben o kulumun işiten kulağı, gören gözü, şiddetle kavrayan eli ve yürüyen ayağı olurum. Eğer benden bir şey dilerse ona verir, bana sığınırsa muhakkak onu himaye ederim.” (Buhârî, Rikâk 38)
Hadîs-i kudsîde zikredildiği üzere, Rabbimiz’in sevgisine eren kul, yani velî, bütün hâl ve işlerinde Allah’ın muradı üzere yine O’nun kudreti ile hareket ederler. Duaları geri çevrilmez. Allah’ın himayesi onların üzerindedir.

Abdullah Fârukî hazretleri, velîlerin takvalarına göre derece derece farklı makamlarda bulunduklarını ifade ederken; “Veliler, yaptıkları amellere göre derecelenirler. Bütün farzları, vacipleri, sünnetleri, mendupları, helâl ve haram hudutlarını çok iyi bilip, onlara göre hareket edip nefislerinde bu amelleri tatbikte çok titiz davranırlar.” buyurmaları da zikrettiğimiz bu mübarek kutsî hadiste bildirilen yakınlık şartlarına dikkat çekmek içindir. Zira kul, kendisini ilâhi sevgiye taşıyacak farz ve nafilelere muhtaçtır. Kastedilen, sadece ameldeki çokluk değildir. İşte Hocaefendi (k.s.) “...amelleri tatbikte çok titiz davranırlar.” sözüyle amellerin, Allah sevgisini celbedebilecek ihlâs ve kuvvete sahip, bunun da ötesinde gafletten şiddetle kaçınan, daimi bir ayıklığa haiz kalp ehlinden sadır olması gerektiğini anlatmaktadır.

Zira Allah dostu olmanın tezahürü; sürekli olarak Cenâb-ı Hakk’a karşı kalplerin ayık olması, Zât-ı Zülcelâl’e karşı kalbî gaflete düşülmemesidir. İşte bu sebeple insanda hilkatle beraber var olan korku ve hüzün, onlarda mülk ve saltanatın yegâne sahibi ve hâlıkı olan Hz. Allah’a tam bir teslimiyet sebebiyle zahir olmaz.

Veli olmak için sâlih amel şarttır. Sâlih ameller sâlim kâlp ehlinden sudur eder. Bunun içinse nefis tezkiyesi şarttır. Kul kendi çabasıyla da yüksek dereceler kat edebilir; ancak bir rehberin, Hakk dostunun önderliğinde ulaşılan nimetler daha büyüktür. Yakınlık hususunda kulun kendi istek ve gayretinin “mürit yolu” diye tabir edildiği bu terbiye ve tezkiye usulünde, maksada eren kullarda sıfat-ı ilâhîler tecelli eder. Bununla beraber hâssü’l-havâs (hasların hası) olan yüksek bir zümre vardır. Bunlar; peygamberler, sıddîklar ve şehitlerle aynı mecliste bulunmakla şereflendirilecek olan sâlihlerdir ki, manevî terbiyelerini doğrudan Allah (c.c.)’nun yaptığı, katında mahfuz bulunan birçok hikmet için seçtiği “murad” kullarıdır. İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i sânî Ahmed Fârukî es-Serhendî hazretlerinin şu sözleri işte bu nimete en güzel bir şekilde tercüman olmaktadır: “Zâhirde benim mürşidim her ne kadar Hâce Muhammed Bâkîbillâh (k.s) ise de, hakikatte benim mürebbim Hz. Allah’tır.”

Sayıları çok az olan bu “Evliya-i İzâm”; gerçek peygamber varisleri olarak yakınlık ilmi yani “ledün ilmi”yle kalpleri takviye edilmiş, fenâ ve bekâ diye tabir edilen ilâhî aşk yollu makamlara aşinadırlar. Rabb-i Rahîm’in onların şiddetle kavrayan eli olması münasebeti ile de biiznihî Teâlâ ehl-i keramettirler. Gönül gözlerine Rahmân’dan inen basîret tecellileri, onları firâset ehli kılmış ve insanların gönüllerine ayna olmuşlardır. Müritlerini de bu veçhile büyük zahmetlere katlanarak terbiye etmişlerdir.

Hz. Osman (r.a)’ın yanına bir gün birisi gelip selâm verdi. Selâmını aldıktan sonra Hz. Osman (r.a) ona; “Niçin benim yanıma böyle geldin?” diye çıkıştı. O kişi Hz. Osman (r.a)’a; “Benim bu hâlimde ne var ki?” dedi. Hz. Osman (r.a); “Sana su lazım olduğu halde, neden bu şekilde geldin?” dedi. Sahâbe, “Sana vahiy mi geliyor?” deyince Hz. Osman (r.a): “Hayır, bana vahiy gelmiyor; ama Hz. Rasûlullah (s.a.v)’den işittim; ‘Mü’min’in firasetinden sakınınız. Çünkü o, Allah’ın nuru ile bakar.’ buyurdu.” dedi.

Onların bütün gayretleri ve hizmetleri insanın kemâlâtı içindir. Allah dostları, hizmet ettiği insanların Allah’a karşı edeplerini güzelleştirmek için rehberlik yaparlar. Allah’ın kapısından suî ahlâk ve amellerle kaçan kulları; irşatlarıyla “müeddeb” kılarak Yüce Subhân’ın kapısına geri getirirler. Derece derece olduklarını zikrettiğimiz velîlerin her birinde de kulları irşad vazifesi bulunmaz. Ayrıca velîlerin hepsi, velâyet derecesinde olduklarını da bilmeyebilir.

Kısacası Abdullah Fârukî hazretlerine göre Allah dostu yani velî olmak, tek taraflı bir bilmeyi ya da tek taraflı bir sevgiyi tabir etmez. Dostluk, ancak yanında zikredildiği Zât-ı Kibriyâ’nın şânı ile kıymet bulur. “Dost” kelimesinin hangi mukaddes ismin yanında zikredildiğine, dostluğunun kime nispet edildiğine bakmak gerekir ki kadri anlaşılabilsin. Bu kadri yüce nimet, kulun kendi kendisine Rabbimiz’i dost edinmesinde ya da edindiğini sanmasında, O’nu (c.c) tanıyıp sevdiğini zannetmesinde saklı değildir. Hakikat, Yüce Mevlâ’nın kulunu dost edinmesindedir. Zaten meşhur olduğu üzere “velî”; “Allah’ın dostu, Allah’ın (c.c) kendi zâtına dost kıldığı kulu” diye anılmaktadır.

Her velî için istikamet şarttır ve vaciptir. İstikametten düşen kişiler velâyet makamından da düşerler. Nefsinin hevâ ve hevesine uyarak yaşayışı avam halka benzer ve elinde bazı harikalar meydana gelirse, bu keramet değil, istidraçtır. Bunun da karşılığı ateştir ve bu hâl o kişiye seraptır; fakat o bunu anlayamaz ve kendisini herkesten daha üstün görüp bütün insanlara kuşbakışı bakmaya başlar. Asla şükür ve tevazu yapmaz. Hâlbuki evliya-i kirâm, Allah’ın emrine hürmetle boyun eğer (itaat eder), bütün insanlara şefkat gösterir, insanları sever, yaratılmışlara karşı cömert ve affedicidir, halktan gelen eziyetlere sabır ve sebat eder, insanların uhdesine düşen işlerini gönül hoşluğu ile yapabilir. Çünkü Allah dostlarının kalpleri muhabbet denizi ve vahdet yuvasıdır. Onlar, bir an olsun halkı Hakk’a davet etmekten ayrılmazlar. En büyük kerametleri; istikamet üzere olmaları, Allah ve Rasûlü’nün yolunda dosdoğru yürümeleri, Allah’a ve Rasûlü’ne şeksiz bir îman, emirlerine muhalefet etmeden kayıtsız şartsız bir bağlılık ve dünyanın tüm kirlerinden arınmış bir kalp ile sevmeleridir.*

Aşk ateşi ne sönmez bir ateş imiş
Vallahi iki cihana da bedelmiş
Cenâb-ı Hakk bu nimeti hep sevdiklerine vermiş
Çünkü O; en çok sevdiğine Habîb’im demiş


*Bu makalenin hazırlanmasında değerli âlim ve ârif Abdullah Fârukî el-Müceddidî hazretlerinin sohbetlerinden ve “Zikir ve Rabıta” adlı eserinin “İslâm’da Velî Kavramı” adlı bölümünden istifade edilmiştir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • yakub islam

    esselamualeykum efendim annadımki birşey ancak yaşanarak annaşılır ve keşfedilir kötülükleri okuyamayan insanlara yön veebiirmi

  • cengız BOLULU

    SULTANIMIZDAN RABBIM SONSUZ RAZI OLSUN. BIZI IRSAD ETTIGI ICIN BIR YORUM YAZMAKTAN HAYA EDIYORUM.S.A

  • İSMAİL DEMİR

    ALLAH SİZLERİN YAR VE YARDIMCISI OLSUN ALLAHA EMANET OLUN KARDEŞLERİM

  • Yusuf <Turan Güna

    Veli kavramı üzerine yazdığı risalesi yıllarca ellerde dolaşan Hocaefendi'nin konuyla ilgili söylediklerini sürekli gündemde tutmakta fayda vardır. Bu sebeple konuyu gündeme getiren Muzaffer Yalçın Hocamıza çok teşekkür ederim.

  • Cafer CEYLAN

    İstikâmet, (Kur'an ve Sünnetullâh çerçevesinde bir hayat tarzı) aslolandır. Dikkat edilirse Üstat'ımız da son paragrafta bu noktaya temas etmişlerdir. Günahlardan uzak olan, teat ile yakın bir hayat yaşamak... Önemli olan bu değil mi? Ne dersiniz? Kimse, kimseyi kurtaramaz. Tâbi olduğunuz yol büyüğünüzün kerametlerini anlatmakla ömrünü tüketmek, kimseye bir fayda vermez. Evet, aslonan Kur'an ve Sünnetullâh çerçevesinde ve bu çerçeveden çıkmayacak bir hayat yaşamaya çalışmaktır. Sözlerimizden kerametin önemli olmadığı sonucu çıkatılmamalıdır. Keramet tevhid ve nübüvvet delillerindendir. Yeri ve zamanı geldiğinde peygamberler mucize, evliyalar da Allah'ın izniyle keramet gösterirler. Fakat bilinmelidir ki İslâm mucize ve kerametten ibaret değildir. Belki mucize ve keramet insanların İslâm'a ve hakk olan yola ısınmalarına etki eden bir amildir, bir faktördür. Çevresine bakan, gönül gözü açık insanlar; sonsuz mucize ve keramet göreceklerdir. Sözlerimiz uzadı. Muzaffer YALÇIN Hocaefendiye ABDULLAH FÂRUKÎ EL-MÜCEDDİDÎ (K.S.) ve VELÎ KAVRAMI hakkında bizlere vermiş olduğu doyurucu ve aydınlatıcı bilgilerden dolayı teşekkür ediyorum... Allah kendilerinden razı olsun... Selâm, hidayete tâbi olanların üzerine olsun!...

  • VUSLAT

    Allah razı olsun efendim.dizinizin dibinden uzaklarda da olsa elini öptüğümüz ama feyzinden hakkıyla yararlanamdığım. sultanımı yüreğimde canlı tuttuğunuz için.

  • SEVGİYE NE HACET DOS

    kurban olam efendimin izine yine neler geldin aciz gnlüme bülbül figan eder gonca gülüne alın beni efendime götürün. SULTANIM yüreğine salık RAHMAN ve RAHİM olan seni başımızdan eksik etmesin

  • ceyhun

    böylesi sünnetle iştigali olan bir veliye allah'tan rahmaet,peygamber efendimiz(s.a.v.)'den şefaat dilerim

  • medine

    elinize ve yüreğinize sağlık çok güzel olmuş ama hala efendimi anlatmada yetersiz

  • Öğretmen

    HAKİKATE YORUM NE DEMEK.. YORUM SA İŞTE REHBER' DE GERÇEK.... ASİL OLAN NEFİS HACETİN BİLECEK.... NEFSİ ISLAH ETTİRENE HAMD VE ŞÜKÜR GEREK....

12 kişi yorum yazdı.