Özlenen Rehber Dergisi

42.Sayı

İnsanlık İçin Bir Trajedi Günü 11 Eylül

Muhammed MASUM Özlenen Rehber Dergisi 42. Sayı
İslâm dünyasının yarası çok derinlerde ve o bünye feci şekilde kanıyor. Çok sayıda sorun var ve bu sorunların genel bir dökümünü yapmak bile artık çok güç. Açık olan şu ki, İslâm dünyası derin bir krizin içinden geçiyor.

11 Eylül 2001´in üzerinden 5 yılı aşkın bir süre geçti. 11 Eylül olayları hakkında çok şey yazılıp söylendi. Her geçen gün de yeni iddialar ortaya atılmaya devam edilmekte ve kamuoyuna yeni açıklamalar yapılmaktadır. İşte bu bilgilerden en önemlisi, 11 Eylül olayının, Amerika’nın kendi istihbarat birimleri tarafından desteklenip gerçekleştirildiğidir. Bu bilgi, gün be gün netlik kazanmaktadır. Bu çirkin eylem kimler tarafından yapılmış olursa olsun Amerika, özellikle İslâm ülkeleri üzerinde yapmak istediği stratejik emellerini gerçekleştirme hususunda geçen 5 yıl boyunca bir hayli yol kat etmiş gibi görünmektedir. Çünkü 11 Eylül’deki terör eylemleri, dünyanın siyasî ve stratejik dengelerini tamamen değiştiren bir dönüm noktası olmuştur. Bu nedenle bazı yorumcular, siyasî anlamda 21. yüzyılın 11 Eylül’le başladığını belirtmekteler. 20. yüzyıla şekil veren en önemli fikrî unsur ideolojiler (komünizm, kapitalizm v.s.) ve bunlar arasındaki ilişkilerdi. Ama içinde bulunduğumuz 21. yüzyıla ise medeniyetler, inançlar ve onların arasındaki ilişkiler, ülkelerin jeostratejik ve jeopolitik konumları ve hâkimiyetleri üzerinde belirleyici unsurlar olmaları yönündedir.

İşte 11 Eylül tarihinde New York Dünya Ticaret Merkezi’ne ve Pentagon’a düzenlenen, binlerce insanın ölümüne, pek çok insanın da yaralanmasına neden olan saldırı, dünya düzeninin yeniden şekilleneceği bir dönemin başlangıcı oldu. Pek çok teorisyen tarafından farklı görüşler ortaya konuldu. Bir kısım uzmanlar, bu terör saldırısının daha büyük çatışmalara neden olacağını öne sürerken, büyük bir çoğunluk da Amerika’nın bundan sonra izleyeceği politikanın itidal ve adalet üzerine inşa edilmesinin şart olduğuna dikkat çektiler.

Aslında Amerika, bu hadiseden çok daha önceki yıllarda küreselleşen dünyada kendine bir strateji belirlemişti. Örneğin; Huntington’un ’Medeniyetler Çatışması’(1) ve Fukuyama’nın ’Tarihin Sonu’(2) gibi dile getirilen kuramlar, uluslararası sistemin güç merkezlerinin karar alma süreçleri ile siyasî kuramlar arasında yeni bir bağlantı kurularak geliştirildi. Brzezinski ise, dünyayı bir satranç tahtasına benzeterek teorisini onun üzerine oturttu.

Fukuyama, tezini sosyalist rejimlerin Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla sembolize edilen çöküşü esnasında yazdı. ’Demir Perde’ bloğunun yıkılışını liberal demokrasinin nihaî zaferi olarak düşündü ve bunun, ’insanoğlunun ideolojik evriminin son noktasını ve beşerî idarenin nihaî biçimini ve böylelikle tarihin sonunu oluşturabileceğini’ iddia etti.(3) Uluslararası ilişkilerin ortak pazarlaşması ile büyük çaplı sürtüşme olasılığının azalacağını; ancak din kökenli, etnik ve milliyetçi hareketlere dayalı şiddet olasılığı bulunduğunu belirtti.(4)

Huntington, kültürel ve dinsel olarak farklı toplumlar arasında çatışmalar olabileceğini varsaydı. Yani onun hipotezinde, çatışmanın kaynağı bir medeniyetler çarpışmasından doğacaktır. Huntington’un tezinde, medeniyetlerin -hem dil, tarih, adetler, kurumlar gibi ortak nesnel unsurlar; hem de insanların öznel öz kimliklerince tanımlanan- kimliği artarak önemli hale gelecektir.

Brzezinski ise, dünyayı büyük bir satranç tahtasına benzeterek en verimli oyun alanının Avrasya olduğunu ileri sürer. Ona göre soğuk savaş sonrası Amerika tek süper güçtür ve Avrasya da yerkürenin merkezî arenasıdır. Dolayısıyla Avrasya Kıtası’ndaki güç dağılımı ne olursa olsun, Amerika’nın küresel önceliği ve tarihsel mirası için belirleyici önemde olacaktır(5) görüşündedir.

Özellikle Huntington’un ’Medeniyetler Çatışması’ tezi, çeşitli gruplardan ve en fazla da Müslüman milletlerden eleştiri almıştır. Birçok Müslüman, İslâm’ın siyasî radikalizm, aşırılık ve hatta terörizm ile eş tutulması ve İslâm’ın bu şekilde tanımlanması nedeniyle kendi dinlerinin suçlandığını hissettiler. Fakat 11 Eylül olaylarıyla başlayan süreçte Amerika’nın özellikle Müslüman ülkelere yapmış olduğu işgaller, Huntington’un tezini doğrular nitelikte olmuştur.

Bu saldırının ardından kısa bir zaman sonra, Amerika teröre karşı geniş çaplı bir mücadele başlattığını açıkladı. Teröre ve ona destek veren tüm ülkelere karşı yürütülen bu mücadelede, ağırlıklı olarak askerî tedbirlere başvuruldu. Amerika bu olayları bahane ederek önce Afganistan’ı, peşinden de Irak’ı terörü beslemekte olduklarını ileri sürerek ve bu ülkelere demokrasi götürecekleri iddialarıyla işgal etti. 11 Eylül sonrasında İslâm Dini; Batı’da şiddet ve terör ile anılmaya başlandı. Hep bir ağızdan ’İslâmî Terör’ diye bir öteki yaratıldı. Bin Ladin ve el-Kaide Örgütü hedef seçilerek ilk operasyon daha önce desteklenen Taliban’a karşı Afganistan’da yapıldı. ’Irak Savaşı Projesi’ bu çerçevede sahneye kondu.

11 Eylül’le ilgili, Malezya eski başbakanı Mahathir Muhammed; Batılı ülkelerin ve Amerika’nın 11 Eylül hadisesini Müslüman ülkelere saldırmak için bahane olarak kullandıklarını söylüyor ve ekliyor: ’İsrail´in Ortadoğu´da destekçisi olan Amerika´da meydana gelen 11 Eylül hadisesi, Anglo-Sakson Avrupa´lılar için eski şiddet günlerine geri dönmelerinin bahanesi olmuştur.? şeklinde ifade etmiştir.
11 Eylül sonrası dünyada odak noktası haline getirtilen konu ’Terör’? Ya terörden yanasınız, ya da teröre karşısınız. Bu açmazı Amerika Başkanı W. Bush, bakın nasıl ifade ediyor: ’Ya bizden yana olacaksınız, ya da terörden yana!? Yani başkan Bush’a göre Amerika’nın yanında yer almaktan başka şansınız yok demektir. Diğer bir değişle kutuplaşma seçeneksiz olarak sunuluyor.

Dahası saldırılardan birkaç gün sonra başkan W. Bush, ’Bu bir Haçlı savaşıdır!’ diye tüm dünyanın gözünde Müslümanları hedef olarak gösterecek bir açıklamada bulundu. Ancak daha sonra bu konuşmanın Müslümanlar tarafından ’yanlış anlaşıldığı...!’ söylenerek örtbas edildi. Ayrıca Müslümanlar, bu sözleri istismar etmekle suçlandı, haksız yere ’Batı’dan nefret etmek’le itham edildi. Toprakları işgal edildi, başta petrol olmak üzere kaynakları yağmalandı, tarihine ve kültürüne hakaretler edildi, evlatları gizli hapishanelere dolduruldu, kadınları aşağılandı, çocukları işkenceden geçirildi. Bütün bunlar olurken, bu zulme karşı çıkanlar, sesini yükseltenler, topraklarına ve onurlarına sahip çıkmaya çalışanlar ise yine aşağılandı, hor görüldü, aşırılıkla itham edildi, mahkûm edildi.

Aradan 5 yıl geçmesine rağmen İslâm ülkelerindeki işgaller, aşağılamalar devam ediyor. O gün Afganistan ve Irak’tı, bugün Filistin, Lübnan, Beyrut. Belki de önümüzdeki günlerde İran ve Suriye. O gün işgalleri sözde ’Müslüman Barbarları?!’ eğitmek, özgürleştirmek için yapıyorlardı, bugün de öyle. O gün Müslümanların değerlerine hakareti bir politika olarak uyguluyorlardı, bugün aynen devam ediyorlar. Karşı çıkanlar yine anlayışsızlıkla, aşırılıkla, terörle itham ediliyorlar. Her türlü iğrençliği sergileyip onlardan susmalarını istiyorlar.

Özellikle Amerika’nın kendine felsefe olarak geliştirdiği ’medeniyetler ve inançlar arasındaki ilişkinin ’çatışma’ temelli olduğu? düşüncesi, dünyada ne kadar farklılık varsa düşmanlığa dönüştürüyor. Krizi, gerilimi, savaşı besliyor. Sadece kendi egosunu düşünen bazı zalim kimseler insanlığı kaosa sürükleyecek ne varsa ona yatırım yapıyorlar? Oysa olması gereken tablo, inançlar ve medeniyetler arasında barış ve dostluğun hâkim olmasıdır. Bir Müslüman olarak bize bu konuda yol gösteren kaynak Kur’an’dır. Allah (c.c.), Kur’an’da insanlar arasındaki farklılıkların bir ’tanışma’(6) vesilesi olması gerektiğini bildirmiştir. Bu yüzden Müslümanlar bunun bilincinde olarak davranışlarını belirlemelidirler. Batı’nın bu vahşi tutumuna karşılık, Müslümanlar vahşetin dozajını artırarak masum insanlara zarar verecek hale gelmemelidirler. Maalesef 11 Eylül olayları, bazı kesimlerin bu tarzdan olumsuz fiil ve davranışlara girişmelerine sebebiyet vermiştir. İslâm adına ortaya çıkan, oysaki İslâm’ın özünü kavramaktan çok uzak olan bazı kimseler, insanların iyiliği için değil, insanlara azap vermek için çaba harcamaktadırlar. Masum insanlara karşı düzenledikleri saldırılarla İslâm’ın yasakladığı en büyük günahlardan birini işlemekte, yani ’yeryüzünde fitne’ çıkarmaktadırlar. Kullandıkları vahşi yöntemler, öfkeli ve saldırgan söylemlerle İslâm adına İslâm’a tamamen ters bir ahlâk sergilemektedirler. Bu yüzden de dünyadaki 1 milyardan fazla Müslüman’ı gereksiz ve haksız bir zan altında bırakmaktadırlar.

Bu, hakikaten önemli bir meseledir ve çözülmesi gerekir. Çözülmesi için de İslâm dünyasının bu gibi çarpık akımlardan kurtarılması, hurafelerden ve aşırılıklardan arındırılmış, Kur’an’a dayalı bir İslâm anlayışı ile yeniden eğitilmesi, İmam Gazâlî’nin ifadesiyle ’ihya edilmesi’ gerekmektedir.

Zaten bütün Avrupa 11 Eylül’den sonra İslâm’a savaş ilan etmiştir. Ürkütücü olsa da bu bir gerçek! Almanya Başbakanı Angela Merkel, İslâm’ı, faşizmin yükselişi ile birlikte ele almaktadır. Dolayısıyla Anti-Semitizm’in yerini İslâm düşmanlığı aldı. Batı’daki İslâm düşmanlığı, toplu kampanyaya dönüştü. Aşırı sağcı İtalyan bakan Roberto Calderoli’nin, ’İslâm halklarından gelen tehlike büyük. Karşı saldırıya geçmek için vakit geldi.’ diyerek ’Papa 16. Benekditus, Hristiyanları tek çatı altında toplamalı!’ çağrısı bir zırvadan ibaret değil. Gelişen hadiselere dikkatlice bakanlar, son derece makul görünen Avrupalı siyasilerin bile bu görüşü paylaştığını fark edecektir. Ayrıca BM silah denetçilerinin eski Şefi Scott Ritter, İran’a saldırı için kararın çoktan verildiğini, Tahran karşılık verirse nükleer silah kullanılacağını söylüyor. O halde Ortadoğu’da yaşanan bugünkü gerilim, İslâm topraklarında girişilecek yeni istilanın ön hazırlıkları mı? Geçtiğimiz aylardaki karikatür krizi bu olayların halkalarından birisi değildir de nedir?

Müslümanlar üzerine oynanan tüm bu oyunlar karşısında hala BM, AB ve İslâm Konferansı Örgütü, Müslümanlara sükûnet çağrısı yapmaya devam etmektedir. Tamam, sussunlar. Sonra ne olacak? Birkaç ay geçmeden yeni bir tahrik furyası başlatılacak. Ya bir hakaret, ya bir saldırı, ya da başta tür bir iğrençlik... 15 yıldır Müslümanlara sükûnet çağrısı yapılıyor. Ağır başlı olmaları, kendilerini kontrol etmeleri isteniyor ve ediyorlar da. İşgallere, işkencelere, katliamlara ve tecavüzlere rağmen Müslümanlar susuyorlar.

Allah rızası için biri çıkıp bir şey söylesin ve bu, kâfirlerin zulümlerine karşı etkili olsun.Başımıza gelen ve devam eden bu zulümler ve imtihanlar karşısında Müslümanlar ne yapmalı? Susmalı ve boyun mu eğmeli?

Adım adım topraklarının ellerinden alınmasına, on binlerce evladının öldürülmesine, zenginliklerinin talan edilmesine, değerlerinin aşağılanmasına, onurlarının yerlerde sürünmesine ne demeli?

Batı, bu coğrafyadan ne istiyor? Bütün kötü sıfatları yakıştırdığı bu insanlardan ne istiyor?

Ellerindeki nükleer silahları bile kullanabileceklerini açıkça dile getirebilen Batı, gerçekten bir dünya barışı istiyor mu?

Batı’daki İslâm düşmanlığını, Doğu’daki Batı karşıtlığını kışkırtan kötü niyetli kimseler neyin peşindeler? İslâm dünyasını tahrik ederek nereye varmak istiyorlar? İslâm-Hristiyanlık savaşını mı? Doğu-Batı ayrışmasını mı? Yoksa ’Medeniyetler Çatışmasını’ mı?

Kaynakça:
1. Samuel Huntington, The Clash of Civilisations, Foreign Affairs. Vol. 72, Summer 1993, s. 22.
2. Geniş bilgi için bkz. Francis Fukuyama, The End of History and the Last Man, The Free Press, New York, 1992.
3. Fukuyama, a.g.e., s. 11.
4. Francis Fukuyama, The End of History and the last Man, The Free Press, New York, 1992, çev. Yusuf Kaplan, Tarihin Sonu mu?, Rey yay., Kayseri, 1992, s. 13-52.
5. Zbigniew Brzezinski, Grand Chessboard, American Primacy and Its Geostrategic Imperatives, Brzezinski Basic Books, New York, 1997, s. 35; Ramazan Özey, Dünya ve Türkiye Ölçeğinde Siyasî Coğrafya, Aktif Yay., İst., 1999, s. 43.
6. el-Hucurât, 49/13.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.