Âlemleri yoktan halk eden, mahlukatına karşı raûf ve rahîm olan, rahmetinin tezahürüyle mahlukatına rasuller, nebîler vasıtasıyla kendi zatını tanıttıran, şirkin karanlığıyla katılaşmış ve kararmış kalplere iman nimetini bahşeden Rabbü’l-âlemîn olan Allah (c.c.)’ya sonsuz hamd-ü senâlar olsun. Salât ve selamların en güzeli âlemlere rahmet olarak gönderilen, insin ve cinnin meb’ûsu, imâmu’l-harameyn olan Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimizin, Ashâbının, Halifelerinin, Ehl-i Beyt’inin ve zürriyetinin üzerine olsun.
Bu yazımızda yüce dinimiz İslâm’ın tebliğinde, yaşanmasında, anlaşılmasında büyük rolü ve tesiri olan marûfu emir ve münkerden nehiy (alıkoymak) kaidesi üzerinde duracağız inşallah.
Marûf ve Münker Ne Demektir?
1- Marûf ve münker kelimelerinin lügat manaları:
Marûf ’a-ra-fe’ kökünden türemiş bir isimdir. Lügatte; idare etmek, işleri düzenlemek, bilmek, itiraf etmek, sabretmek manalarına gelir. Burada ’bilmek’ manası üzerinde bir mülahazada bulunmak istiyorum. Aynı anlamda ’bilmek’ manasına kullanılan ’alime’ fiili mevcuttur. Acaba ilimle irfan arasında nasıl bir fark vardır?
Râğıb El-İsfehânî bu farkı şöyle izah etmiştir: ’Marifet ve irfan tefekkür yolu ile bir şeyi idrak etmek ve eserini tedebbür etmektir. Böylece marifet ilimden daha hususi bir bilgiyi ihtiva etmektedir.’ (1)
Meşhur mutasavvıflardan biri olan Vâsıtî de bu konuda şöyle der: ’Marifet; hissî olarak, ilim ise; haber olarak müşahede ettiğin şeydir (bilgidir)’ diyerek marifetin ehlüllahın hali olduğunu, her şeyde hakkı görmedir.(2)
Münker ise ’ne-ke-ra’ kökünden ism-i meful olup, lügatte bilmemek, tanımamak, inkar etmek, güçlü ve şiddetli olmak, hoş olmamak manalarına gelir.
2- Marûf ve münker kelimelerinin ıstılâhî manaları:
Marûf ve münker kelimelerini ulemalarımız çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Şimdi bunları zikredelim:
Taberî, Âlûsî ve Fahreddin Râzî’ye göre; Allah’ın birliğini emretmek, Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’e ittiba etmek marûf, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e isyan etmek, emrine muhalefet etmek ise münkerdir. Allah’a ve Rasûlü’ne inanıp, şeriatıyla amel etmek marûf, Allah’ın kerih gördüğü, yapılması hoş olmayan, nehy olunmuş işler ise münkerdir.(3)
Kur’ân ve Sünnet’in yapılmasını emrettiği şeylerin yerine getirilmesi gerekir, bunlar marûftur. Kur’ân ve Sünnet’in yasakladığı şeylerin yapılmaması gerekir, bunlar da münkerdir.
Said Havva ise marûf ve münkeri şöyle izah eder: ’Dine aykırı olmayan, aklın ve dinin güzel gördüğü, Kitap ve Sünnet’e uygun olan, itaat ihtiva eden fiiller mendup, vacip ve farz olan davranışlar marûftur. Münker ise; dinin ve aklın çirkin gördüğü, Kitap ve Sünnet’e muhalif olan, mâsiyet, mekruh ve haram olan şeylerdir.’(4)
Görüldüğü üzere âalimler ’marûf ve münker’ kavramlarını kendi menhec ve nazariyelerine göre tarif etmişlerdir.
Yolumuzun üstadı mübarek Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hz.’leri de bu konuyu çok güzel bir şekilde, ledünnî olarak açıklayarak gönüllerimize ışık ve nur saçmışlardır. Üstadımız marûfu şöyle izah etmiştir: ’Marûf Cenâb-ı Hakk’ın kullarına Kur’ân vasıtasıyla Rasûlullah Efendimiz’in şahsında tebliğ ettiği emirlerdir. Namaz, oruç, zekat, hac, helal, haram gibi... Bu emirlere itaat etmek, imtisal etmek marûftur. Asıl iyilik budur. Bir Müslüman’ın diğer kardeşine yapacağı en büyük iyilik bunları yapması için tebliğde bulunmasıdır. Yoksa gerçek iyilik bir insana yiyecek, içecek bir şeyler vermek değildir. Bu gibi şeyler fanidir. Bir müddet sonra tükenir ve eskir. Bunların kıymeti de yoktur. Dâr-ı ukbâya hazırlık, marûf olan Allah’ın emirlerini kullarına tebliğ edip, yapmalarına yardımcı olmakla olur. Münker ise; şirktir, Allah’ı inkardır, tuğyan, isyan, günah işleme, Allah’ın emirlerini yapmamadır. İşte münker de budur.’
Emr-i Bi’l-Marûf ve Nehy-i Ani’l-Münker Hakkında Varid Olan Âyet ve Hadisler
Cenâb-ı Hakk Âl-i İmrân Sûresinin 104. âyetinde meâlen şöyle buyurmaktadır: ’İçinizden, insanları Allah’a çağıracak, iyiliği emredecek, kötülükten alıkoyacak bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.’ Bu âyet-i kerîmede müminlerin necat bulmalarının emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker yapmalarına bağlı olduğu beyan edilmiştir. Diğer bir âyet-i celîlede; ’Ehl-i Kitab’ın hepsi eşit değildir. Onlardan dosdoğru istikamet sahibi bir ümmet vardır ki, gece vakitleri Allah’ın âyetlerini okurlar. Ve onlar secdeye kapanır, namaz kılar, Allah’a ve âhiret gününe inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten vazgeçirirler. Hayır işlerinde de yarışırlar. İşte bunlar Allah katında Salihlerdendir.’(5)
Cenâb-ı Hakk bu âyette mücerret îmanı Sâlihlik için yeterli görmeyip, iyiliği emretmek ve kötülükten alıkoymanın da Salihlerden olabilmek için büyük bir şart olduğunu beyan etmektedir. Diğer bir âyet ise meâlen şöyledir: ’Erkek ve kadın bütün müminler birbirlerinin yardımcılarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekatı verirler. Allah ve Rasûl’üne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah Azîzdir, hikmet sahibidir.’(6)
Rabbu’l-âlemîn burada da müminlerin vasıflarını belirtirken ’iyiliği emretmek kötülükten menetmek’ vasfını zikrederek bu vasıfları üzerinde taşıyanlara rahmet edeceğini vaat etmiştir. O halde bu vasıf kendisinde olmayan kişi hakiki anlamda mümin olamaz ve dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın rahmetini celb edemez.
Hakk Teâlâ bu ümmeti diğer ümmetlerin arasından seçip en hayırlı kılarken iyiliği emretmek kötülükten menetmenin bu ümmetin ilk vazifesi ve en büyük şiarı olduğunu beyan etmiştir: ’(Ey Rasûlullah’ın ümmeti!) Siz beşeriyet için (meydana) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten alıkorsunuz.’(7) Yine Tevbe Sûresinin 112 . âyetinde müminleri, vasıflarını zikrederek methederken: ’İyiliği emredip, kötülükten alıkoyanlar ve Allah’ın sınırlarını koruyanlar-dır. O müminleri müjdele!’ buyurarak, rahmetiyle tebşir ederek o müminleri şereflendiriyor.
Şimdi bu konuda varit olan hadîs-i şeriflerle konumuzu süsleyeceğiz:
Tarık ibn-i Şihâb anlatıyor: ’Bayram hutbesini okuma işini namazdan öne alanın ilki Mervan’dır. O bu işe tevessül edince cemaatten birisi ayağa kalkarak:
’-Yanlış iş yapıyorsun! Namazın hutbeden önce kılınması gerekir.’ dedi. Mervan:
’-Artık o usul terk edildi.’ diyerek devam etmek istedi. Ebû Said el-Hudrî (r.a.) ortaya atılarak:
’-Bu adam üzerine düşen uyarma vazifesini yaptı. Zira ben Hz. Peygamber (s.a.v.)’in:
’Sizden kim bir münker görürse onu eliyle düzeltsin. Buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu kadarı îmanın en zayıf mertebesidir.’ buyurduğunu işittim.’ demiştir.(8)
Bu hadîs-i şerif, dine aykırı olan bidat, şer (münker) görüldüğü takdirde onu düzeltmeye gücü varsa eliyle ıslah edilmesini, buna gücü yoksa vaaz-u nasihat ederek diliyle düzeltmesini, eğer buna da gücü yoksa îmanın en zayıfı olan buğz ederek o münkeri kabullenmemenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. Burada münkeri yapan kim olursa olsun fark etmez. Makam, mevki, şöhret vs. gibi imkanların hiç biri kula münkeri, haramı işleme salahiyetini vermez. Nitekim Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) bir hadislerinde: ’Zalim sultanın yanında hakkı (gerçeği) söylemek en büyük cihattır.’(9) buyurarak hiçbir kulun bu dinin emirlerine karşı çıkamayacağını, dine aykırı olan haramları irtikap etmede kimseye izin verilmeyeceğini açıklamışlardır.
Rasûl-i Zîşan Efendimiz (s.a.v.) emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münkerin zamanında ve yerinde yapılmadığı takdirde ümmetin maruz kalacağı felaketin sonradan çok zor telafi edileceğini bildirmiş ve: ’Ey müminler! Yalvar yakar olmanıza rağmen dualarınız kabul olmayacak durumlara düşmeden önce, iyiliği emir ve kötülükten men ediniz.’ buyurarak ümmetini bu felakete karşı uyarmışlardır.(10)
İbn-i Mesûd (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Benden önce Allah’ın gönderdiği her peygamberin, mutlaka ümmetinden havarileri ve arkadaşları olmuştur. Bunlar onun sünnetiyle amel ederler, emirlerini de yerine getirirlerdi. Sonra bu peygamberlerin ardından öylesi kötüler zuhur etmiştir ki yapmadıklarını söyleyip, kendilerine emredilmeyeni de yapmışlardır. Kim bu güruhla eliyle mücâhede ederse mümindir. Kim onunla diliyle mücâhede ederse o da mümindir. Kim de onlarla kalbiyle mücâhede ederse o da mümindir. Bunun gerisine artık zerre miktar yoktur.’(11)
Evet, Din-i Mübin-i İslâm’a saldırılar, hakaretler, aşağılayıcı davranışlar günümüzde çokça zuhûr etmektedir. Bunlar her geçen gün edep ve haya sınırını daha da aşarak münkerleri, haramları topluma empoze etmeye çalışıyorlar. Özellikle şunu belirtmek istiyorum: Bu dine en çok zarar verenler din adamı kisvesine bürünmüş, ’din-îman adına’ sloganıyla ortaya çıkan münafıklardır. Sünneti Kur’ân’dan ayırmak, Müslümanların kalplerine şüphe tohumlarını saçmak için kendi çukurlarında sıçrayıp duruyor, fitne-fesat çıkarıyorlar. Bunlar öyle bir güruhtur ki hem kendileri dalalete düşüyorlar, hem de kendilerine ittibâ eden cahil insanları dalalet bataklığına sürüklüyorlar. Sonradan ihdas edilerek ortaya atılan nazariyelerle, bidat ve hurafelerle kısacası münkerâtla, Allah katında kabul gören tek din olan İslâm’ı tahrip etmeye, sineleri bu dinden soğutmaya gayret ediyorlar. Ama âlemlerin Rabbi, hesap gününün tek Mâliki olan Allah (c.c.)’nun, bu dini koruma görevini bizzat kendi zatının üstlendiğini idrak edemiyorlar. Bütün ins ve cin bir araya gelseler bu yüce dini ortadan kaldırmaya çalışsalar zerre miskal zarar veremeyeceklerini hüsranla anlayacaklardır.
İşte Rabbu’l-âlemîn rahmetinin tezahürüyle îmanın hakikatine eren, zü’l-cenahayn -hem zâhirî hem de bâtınî ilme sahip- olan velî kullarıyla bu dini ikâme ve idâme etmiştir. Bu zatların yegane vazifeleri emr-i bi’l-maruf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini yaparak insanları haramlardan, batıl işlerden, kötü ahlâk ve meziyetlerden hâsılı bütün münkerâttan kurtararak tevhide, îmanın hakikatine, Allah’ın Habîbi’nin sünnetlerine ittibâya çağırmaktır.
Bu meyanda şunu da samimi bir şekilde belirtelim ki; mübarek üstadımız Hz. Abdullah Fârukî el-Müceddidî (k.s.) hayatını iyiliği emir, kötülükten men ve Allah’a itaat üzere idâme ettirmiş ve bu hal üzere ruhunu teslim etmiştir. O, bu dini öğretmek, tevhid inancını anlatıp sinelere nakşetmek, sâlikleri haramlardan, Allah’ın nehyettikleri ile iştigal etmekten alıkoymak için gecesini gündüzüne katıp aşkla hizmet etmiştir. Uzak-yakın demeden gerek yurt içi gerekse yurt dışına bir çok seyahatte bulunup insanları marûfa yani Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine, Habîbi’nin sünnetlerine yönlendirmiş, münkerden yani haramlarla, mâlayâni işlerle iştigal etmekten menetmiş, tek kurtuluşun Cenâb-ı Hakk’a itaatte olduğunu beyan etmiştir. Tabii bu vazifeyi kavl-i leyyinle, güzel nasihat ve öğütlerle yerine getirirdi. Cenâb-ı Hakk’a ve Rasûl’üne karşı hakaretvârî ve edepsizce söz sarf edenleri güzelce uyarır, lakin bu sözlerinde ısrar edenleri hadîs-i şerifin, ’eliyle düzeltsin’ emri mûcibince eliyle düzeltirdi.
Emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker hakkında hazırlamış olduğumuz makalenin bu bölümünde ma’rûf ve münker kelimelerinin lügat ve ıstılâhî anlamlarına, bu mühim vazife ile ilgili nazil olmuş âyet-i kerîmelere ve Peygamberimiz (s.a.v.)’in bu hususta söylemiş oldukları hadislere değinmeye çalıştık. Bir dahaki sayıda ise; bu vazifenin terki, hükmü, bu vazifeyi yapanda olması gereken şartlar ve konunun sabır ile ilişkisine değineceğiz.
Selam ve dua ile...
Kaynakça:
1. Râğib el-İsfahânî, Müfredât, s.495.
2. Cürcânî, Târîfât, s.20.
3. Taberî, Tefsir, c.4, s.45-46 ; Âlûsî, Tefsir, c.10, s.132 ; Râzî, Tefsir, c.7, s.190.
4. Said el-Havva, el-Esâs, c.2, s.849.
5. Âl-i İmrân 3/113-114.
6. Et-Tevbe 9/71.
7. Âl-i İmrân 3/110.
8. Kütüb-ü Sitte, c.1, H.No:230.
9. Ebû Davud, Melâhim, c.17, H.No:4344.
10. Kütüb-ü Sitte, c.1, H.No:231
11. Müslim, Îman 80.
Emr-i Bi'l-marûf ve Nehy-i Ani'l-münker
Özlenen Rehber Dergisi 16. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.