Mümin olmanın özelliklerinden ilki, Allah’a ve Rasûl’üne birlikte îman etmektir. Bununla beraber, Allah-ü Azîmü’ş-Şân Hazretleri, gerçek müminlerin özelliklerini Kur’ân-ı Mecîd’inde sayarken, ’Onların yanında Allah’ın adı anılınca kalpleri titrer.’(1) buyurmaktadır. Hemen ardından da, kalbin titremesinin tezahürleri olan; ’âyetlerin okunmasıyla îmanların kuvvet bulması, dâima Allah’a tevekkül içerisinde olma, namazı ikame etme, zekatı verme ve Allah için bol bol infakta bulunma’ gibi dinin bazı özelliklerini zikretmektedir. Başka âyetlerde de yer yer muttakilerin diğer bazı güzel özellikleri de vurgulanmaktadır.
Sayılan bu sıfatlar, Allah’ın ismi anılınca, kalbi, O’nun sevgi ve haşyetinden çarpanların özellikleridir. Allah’a îman edenlerin vasıfları yukarıda sayılanlar olduğu gibi, Rasûlullah’a îman edenin vasıfları da şunlardır:
- Allah’a itaat ettiği gibi Rasûlullah’a da itaat eder: ’Kim Rasûl’e itaat ederse hakikatte Allah’a itaat etmiş olur.’(2)
- Rasûlullah’ı kendi canından daha çok sever: Zira Efendimiz (s.a.v.), bu hususu Hz. Ömer (r.a.)’in şahsında bizlere şöyle ifade ediyor: ’Yâ Ömer! Beni kendi nefsinden de daha çok sevmedikçe gerçekten mümin olmuş sayılmazsın.’(3)
- İsmi anıldığı zaman ona salât-ü selam getirir: Efendimiz’e salât-ü selam okumak Rabbimizin emri olmakla beraber (4), Efendimiz (a.s.) da bu hususta şöyle buyurmuştur: ’En cimriniz, adım anılınca bana salât-ü selam okumayanınızdır.’(5)
- Tembellik göstermeden sünnetlerine tabi olur: Efendimiz (s.a.v.) bir defasında şöyle buyurdu: ’Allah’ın rahmeti halifelerimin üzerine olsun!’ Senin halifelerin kimlerdir denildi. Bunun üzerine: ’Benim sünnetimi yaşayanlar ve onu Allah’ın kullarına öğretenlerdir.’ buyurdu.(6)
- Yaşantısını mutlak rehberi olan Rasûlullah’a tabi kılar.(7)
- Hayatın her bir safhasında onun ahlâkını örnek alır(8): Mesela; camide, namazın bazı sünnetlerinde Rasûlullah’a tabi olmakla iktifa etmez, bilakis gücü yettiği nispetle ibadetlerin bütün sünnetlerini tatbik edip, ictimaî hayatında da sünnetlere aynı güzellikle tabi olur. Sünnetleri bir bütün olarak görür ve onların bir kısmını yaşayıp diğer bir kısmını da terk ederek onlar arasında bir ayırım yapmaz.
Îman, Allah’a ve Rasûl’üne beraberce îman etmekle teşekkül ettiğine göre, yukarıda zikrettiğimiz âyet-i kerîmede gerçek müminlerin Rablerine karşı taşıdıkları haşyet (9) ve itaat vasıfları, Rasûlullah Efendimize karşı da var olması lazımdır. Yani, madem ki îmanın kemal bulması için Rasûlullah Efendimiz’e sevgi ve îman şarttır, şu halde nasıl ki Allah’a kul olmada üstte sayılanlar evvelemirde şartsa, Rasûlullah’a ümmet olmada da, onun adı anıldığı zaman kalpler titremeli, gönüller Allah ve Rasûl’ünün sevgisiyle dolmalı ve bunun tezahürü olarak da sünnetlere ve tüm ahlâk-ı Rasûl’e ittiba oluşmalıdır.
İnsanlar Hazreti Allah’a olan îman derecelerine göre isimlendirilirler. Hazreti Allah’ı bir olarak tasdik edenler mümin, O’nun vahdaniyetini kabul etmeyenler ise kafir olanlardır. Bir de, insanlar arasındayken îman ettiklerini söyledikleri halde hakikatte îman etmeyen münafıklar vardır. Kafirler ve münafıklar Allah’ın birliğini kabul etmedikleri için ebedî azapta kalacaklardır. Cenâb-ı Hakk, onları elim bir azabın beklediğini haber vermektedir.(10)
Müminler ise, içlerinden kimisi dünya hayatında gayet güzel, masivadan uzak bir hayat yaşadıkları için; kimisi de, günahlarına Rasûlullah Efendimizin şefaati yetişeceği için azapsız cennete girecek; geriye kalanlar da sevaplarını taşan günahları kadar ceza çektikten sonra îmanları sebebi ile cennet ile mükafatlandırılacaklardır.
Müminler, ebedî saadet içinde Cemâlullah’ı müşahede ile en büyük ihsana kavuşacaklardır; fakat dünya hayatında da müminleri büyük imtihanlar beklemektedir. Cenâb-ı Hakk müminleri ebedi saadeti kazanacak vasıflarla tezyin etmiş ve onlara hayırları toplayacak kabiliyet ihsan etmiştir. Bu saadet dolu insanlara örnek olabilecek ilk kimseler elbette, yukarıda Allah’a ve Rasûl’üne nasıl îman ve itaat ettikleri işaret edilen Sahâbe-i Güzîn Efendilerimizdir.
’Semi’nâ ve eta’nâ/işittik ve itaat ettik.’(11) İşte küfrün bataklığından îmanın aydınlığına kavuşan, îmanı ve itaati kuvvetli olan sahâbe-i kirâmın yüksek ahlâkı. Onlar öyle kimselerdir ki, sahip oldukları bu yüksek derece sebebiyle tüm insanlığa, gökteki yıldızlar gibi daima ışık saçan bir nur olmuşlardır. Efendimiz (s.a.v.) onları; ’Benim ümmetimin en hayırlıları bana en yakın olanlardır.’(12) diyerek tavsif etmiştir. Onlar gözlerinin gördüklerine nispetle kavuştukları bu derece sebebiyle ümmetin en hayırlılarıdır. Rasûlullah’ı hayatta gözleriyle görüp îman etmiş ve îmanları üzere de son nefeslerini teslim etmişlerdir. Bu sebeple Rasûlullah Efendimizi gözleriyle görme nimetine erişemeyen hiçbir mümin sahâbe-i kirâmın derecesine ulaşamaz.
Onlar, Rasûlullah Efendimizi koruma ve itaat etme hususunda canlarını ortaya koymuşlar ve bu ahitlerini yerine getirmede hiçbir tereddüde mahal vermemişlerdir. Îmanın halavetini kemâl manada yaşamış, sonraki nesillere de Allah’a ve Rasûl’üne itaatte en güzel örnekliği sergilemişlerdir. Rasûlullah Efendimizle aynı zamanı ve aynı mekanı paylaşmışlar ve vahyin en yakın şahitleri olmuşlardır. Efendimiz onların arasında iken Hz. Allah vahiy nâzil buyurarak Habîb’iyle konuştu. İşte böylece vahiyle beraber gelen Rahmanî havayı teneffüs etmişlerdir. Hakkımızda ilâhi bir ikaz inecek endişesiyle yaptıkları her hareketi kontrol ederek adım atmışlardır. Çünkü onlar biliyorlardı ki Rasûlullah Efendimiz aralarında yaşıyordu. Onlar bunu hiç unutmadılar. Evden çıkarken geride bıraktıkları ailelerine: ’Ben bu günümü Rasûlullah Efendimize ayırdım.’ diyorlardı.
Allah’ın Peygamberini (sevgisini ve yoluna ittibanın hazzını) ruhunda yaşayan bir toplumun yaşadığı hayat elbette başkalarına benzemez. Onlar Peygamber Efendimizi seviyorlardı. ’Beni kendi canınızdan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmazsınız’ hadîs-i şerîfine ittibalarını, Allah’ın Nebî’sinin ayaklarının altına canlarını sererek ispat ediyorlardı. Rasûlullah Efendimizden aldıkları güzel ahlâkla asr-ı saâdeti yaşıyorlardı. Öyle ki onların bu ahlâkları, meleklerin dillerinde gıptayla terennüm ediliyordu.
İnsanlık tarihine, isimleri altın harflerle yazılan ve melekût âleminde isimleri dilden dile dolaşan bu güzide insanların, içerisinde bulundukları nimete nasıl nâil olduklarını kısaca ifade etmeye çalıştık.
Şimdilerde insanlarımızın birçoğu Rasûlullah Efendimizi sevdiklerini ve O’na uyduklarını söylemektedir. Halbuki ona olan ittibamızın durumu aynen, ruhsuz, ihlâssız olarak kılmaktan öteye geçemeyen namazlarımıza benzemektedir. Yani onun sünnetlerine uymada da ruhsuz, aşksız bir taklitçilik oluşmakta ve kötülüklerden uzak olunamamaktadır. Böylece sevgiden uzaklaşmanın acı sonu ile karşılaşılmış ve bütün bir toplumun kalitesi düşmüştür.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ve Güzîde Ashâbı, Allah’ın en çok sevdiği ve kulluklarını beğendiği kimselerdir. Allah onlardan, onlar da Allah’tan razıdırlar. Saadet asrı diye onların yaşadıkları döneme denmiştir. Halbuki o dönemde îman etmek sanıldığı kadar kolay değildir. Mekke döneminde çekilen işkenceler, yokluklar, açlıklar ve Medine döneminde de ardı arkası kesilmeyen cihâd imtihanları unutulmamalıdır. Onların dünyalarında şimdilerde olan lüks ve rahat hayat şartları da yoktu; ama adı saadet devriydi. Yani şimdi bizlerin en çok görmek istediği, mutlulukların ve sıkıntıdan uzak ferahlıkların, sadece ve sadece huzurun bulunduğu bir dünya...
Evet, o dönemde Allah için katlanılan eza ve cefalarla birlikte yaşandı mutluluklar... Sahâbe-i kirâm, Allah’ı ve Rasûl’ünü hoşnut etme uğruna hiçbir fedakarlıktan kaçınmadılar. Bütün bunlarla beraber dinlerini yaşamada, Allah’ın emirlerine ve Rasûl’ünün sünnetlerine uymada en ufak bir tavizde bulunmadılar. Bu gün bizlerin varlıklar içerisinde; ama mutsuz ve saadetten uzak olmamızın yegane sebebi, gönül dünyamızda Allah’a ve Rasûl’üne yeterince yer ayıramamak, gönlümüzü onlara sevgi ve itaat aşkından gayri şeylerle doldurmaktır.
Kısacası, insanlık, Âlemlerin Serveri’nden uzaklaşmış, tabiri caizse onu hem gönlünde hem de hayatında kaybetmiş, ona karşı yabancılaşmıştır. İpi koptuğu yerden bağlamalı ve tekrar Efendimiz’e, onun ahlâkına dönerek bulutları aralamalı ve uykudan uyanıklığa geçmeliyiz. Bundan sonra da hem kendimiz için hem de tüm mümin kardeşlerimiz için, kaybedilen yılları ve bu kaybı telafi etmenin çarelerini yeniden düşünmeli, öncelikle kalbimizi düzeltmeli ve ardından da içimizdeki bu güzellikleri yaşayışımıza aksettirmeliyiz. Doğru bildiklerimizi kınayıcıların kınamasına bakmadan hayata geçirmeliyiz. Tabi ki Rasûlullah Efendimizi iyi tanımalı, onun ahlâkıyla kendimizi ona benzetmeliyiz ki, böylece Rabbimizin rızası bizi kuşatsın. Vehasıl Rasûlullah’ı kaybeden değil ona kavuşan toplum gibi yaşamalıyız.
Kaynakça:
1. Enfal, 8/2.
2. En-Nisa, 4/80.
3. Buhârî, Fedâilü’l-Ashâb 6.
4. El-Ahzâb, 33/56.
5. İmâm Suyûtî, Menahil, s.70.
6. İbn-i Abdilber, İlim bahsinde zikreder; İhya, c.1, s.38.
7. El-Ahzâb, 33/36.
8. El-Ahzâb, 33/21.
9. Haşyet Allah’a ve Rasûl’üne karşı iki şekilde tezahür eder. Bunlardan ilki Allah’a nispetle cehenneminden korkmak veya Allah’ı üzmekten korkmaktır. Allah’ı üzmekten korkmak, O’na olan derin sevginin bir tezahürüdür ki burada güzel ameller cehennem korkusu ile değil, severek işlenir. İkincisi ise Rasûlullah’a nispetle onun şefaatinden mahrum olma korkusudur veya Sevgililer Sevgilisini incitmekten, ona layık bir ümmet olabilmek için yine O’nun hoşlanmadığı şeyleri işlemekten korkmaktır.
10. El-Mâide, 5/10.
11. El-Bakara, 2/285.
12. Buhârî, Şehâdât 9.
Rasûlullah'ı Kaybeden Değil Ona Kavuşan Toplum Olmalıyız
Özlenen Rehber Dergisi 16. Sayı
Rabbim bizleri Hak yoldan ve Rasulünden Ayırmasın..Allahümme salli ala Mumhammed
sitenizi cok beyendim her gun sizden yorum almak isterim
Dünya ne kadarda muhtaç hz Muhammed sav e bütün sorunları halledecek beşeri bir sistem olmayan Allah'ın sistemine cc.onu bulabilene ne mutlu onu yaşayana .dünyanın karanlıgına son verecek güneş hz Muhammed sav.emegi geçen herkezden Allah razı olsun.Amin