Özlenen Rehber Dergisi

154.Sayı

İslâm'da Zikir ve Rabıta - Salikin Seyr-i Sülukü ve Rabıta Halleri

- Fenâ Fi’r-Rasûl:
Salik bu makamda da1 olgunlaştıkça mürşidine karşı olan sevgi kaplarını tekrar doldurur ve taşmaya başlar. Bu sefer de o sevgi selleri Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in gönül havuzuna dökülmeye başlar.
O salik, bu halleri yaşadığı zamanda şeriata gayet saygılı ve itaatlidir. Cenâb-ı Hakk’ın emirlerini mutlaka yapıp Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’in sünnetlerini yaşamaya çalışır.
Salik, yavaş yavaş mürşidine karşı olan sevginin de azalıp Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz’e karşı olan sevgisinin artmasına yönelik bir halin içine girer.
Bu makamda salik Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in sevgisiyle yanıp tutuşmaya başlar. O’nun hayatını okudukça, sünnetlerini ihya ettikçe ve hadis-i şeriflerini ezberledikçe ayrı bir zevk alır. Devamlı surette salât-ı selam getirmedikçe rahat edemez. Salik bu makamda da evcil hayvanların ahlakî sıfatlarından kurtulur. Bunlar; fazla cima, fazla yeme, fazla uyku ve atalet (tembellik)tir. Bunlardan da kurtulup velilerin ahlaklarıyla ahlaklanmaya başlar. Bu sıfatlardan kurtulduktan sonra da Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) ile artık manen görüşebilir, hallerini arz edebilir. Böylece dindeki noksanlıklarını da bir taraftan tekâmül eder, bir taraftan da ahlaken yükselir. Mürşid-i kâmiller bazen müritlerini bu hallere vakıf olmadan da geçirebilirler. Mürit kendisindeki cezbe sebebiyle bu halleri geçer ama göremez. Eğer görürse zararı dokunur.
İşte o zaman bu salik yaptığı rabıtadan istifade edebilir. O zaman gönlünü Rasûlullah (s.a.v.)’e çevirip rabıta yaptığında rahat rahat O’nu görebilir. Hatta ayıkken bile görüp müşküllerini arz ederek, Rasûlullah Efendimizden gelen emirlerle dünya ve ahiret sıkıntılarını giderir.
أَنَّ أَبَا هُرَيْرَةَ قَالَ: سَمِعْتُ النَّبِىَّ -صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- يَقُولُ: مَنْ رَآن۪ى فِى الْمَنَامِ فَسَيَرَان۪ى فِى الْيَقَظَةِ، وَلَا يَتَمَثَّلُ الشَّيْطَانُ ب۪ى
Muhakkak ki Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir: Nebi (s.a.v.)’i şöyle buyururken işittim: ’Her kim beni rüyada görürse, uyanıkken de beni görecektir. Zira şeytan, benim suretime giremez.’2
Mütercim ve şârih Ömer Ziyaeddin Dağıstanî, ’Zübdetü’l-Buhârî’ isimli eserde yukarıdaki hadis-i şerifi şöyle şerh eder:
’Allah (c.c.), Efendimiz’in mübarek kılığına girmek için şeytana müsaade etmemiştir. Kim O’nu düşünde görürse ister hakiki şeklinde, ister başka şekilde olsun doğru rüyadır. Tam simasıyla görürse hak, başka surette de saadettir. Sufîlere göre, Peygamberimizi rüyasında gören bahtiyarlar, murakabede ve uyanıkken de görürler. Bu, birçok iyi kişilerin başına gelmiştir. Rüyada O’nu görüp zor işlerini anlatmışlar, çaresini bulmuşlar, dünya ve ahiret belalarından kurtulmuşlardır.’3
Yine salik bu makamda sâdât pirlerimizle istediği zaman rabıta yaparak onlarla buluşup dünya ve ahiret hallerini danışarak, sıkıntılarını görüşerek o zevki tadar.
Sahabîler de Rasûlullah Efendimiz’i çeşitli zamanlarda ayrı ayrı müşahede ederlerdi. Hatta O’nun kullandığı eşyadan bile bereketlenmişlerdir. Hz. İbn-i Abbâs (r.anhümâ), Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizi rüyada gördü ve (teyzesi) Meymûne (r.anhâ)’nın yanına gelerek anlattı. Meymûne annemiz, Hz. İbn-i Abbâs’a Rasûlullah Efendimizin aynasını getirdi. Hz. İbn-i Abbas (r.anhümâ) o aynaya bakınca Rasûlullah Efendimizi gördü.4
Yine diğer bir örnek:
Hz. Ömer (r.a.)’in hilafeti zamanında İslam orduları İran’ın Nihavent şehrinde harp ediyorlardı. Bu arada İranlılar Müslümanları çember içine alarak sıkıştırdılar.
Ordu komutanı olan Hz. Sâriye (r.a.) çok güç ve kurtulmanın imkânsız olduğu bir durumda ağlayarak içinden şöyle terennüm ediyordu: ’Ah, Rasûlullah Efendimiz sağ olsaydı Cenâb-ı Hak bizim durumumuzu O’na bildirirdi. O’da bu Müslüman askerlerin kırılmasını önlemek için bir çare bulurdu.’ Eğer Hz. Sâriye, Rasûlullah Efendimizden yardım isteseydi, O’nun dünyadan dar-ı bekaya irtihal ettiğini düşünmeseydi, Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimizin naibi olan Hz. Ömer’i değil Efendimizin ruhaniyetini gönderirdi.
Tam bu anda Hz. Ömer (r.a.)’in: ’Ey Sâriye! Askerlerini al, dağa çekil. Oradan müdafaaya başlayın.’ dediğini açıktan işitti ve ona itaat etti. Dolayısıyla İslam askerlerinin kırılmasını önledi. Ordu da muzaffer oldu.
Medine’de o anda Hz. Ömer (r.a.) de minberde hutbe okuyordu. Bir ara hutbeyi keserek ’Yâ Sâriye! Askerlerini al, dağa çekil.’ diye bir emir verdi. Oradaki bulunan Sahabîler ise Hz. Ömer (r.a.)’in bu haline itiraz ederek: ’Yâ Ömer, yoksa sana da mı vahiy geliyor.’ diye yüksek sesle konuşmaya başladılar. Hz. Ömer: ’Hayır bana vahiy gelmiyor. Cenâb-ı Hak, Sariye’nin o ağlayarak terennüm ettiği halini bana bildirdi. Ben de ona emir vererek onların içinde bulunduğu zor şarttan kurtulmaları için çare söyledim. Bu sözümü o duydu. Askerlerini dağa çekti, sonra da galip geldiler.’
Sahabe’nin bir kısmı buna inandıysa da bir kısmı da inanmadı. Ordu, İran’dan gelince Hz. Sariye’yi çevirip şehrin dışında olanları ona sordular. O da vakıayı olduğu gibi onlara anlattı.5
Salik bu makamda Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize iştiyakı arttıkça O’nun hali olan bütün sünnetleri elinden geldiği kadar, gücü nispetinde yapmaya çalışır. Sünnetlerle amel ettiği müddetçe de makamı yükselir. Öyle olur ki; Rasûlullah (s.a.v.) için yanar tutuşur. O’nun ismi geçtikçe sanki ciğeri kavrulur gibi bir halin içine girer. Ve böylece de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde yok olur. Bir şekerin bir bardak suyun içine atıldığında yok olduğu gibi.
Böylece Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde fenâ olur ve bu makama da ’fenâ fi’r-Rasûl’ derler. Salik, o haldeyken devamlı Rasûlullah Efendimizi müşahede etmeye başlar. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) gibi, ona benzer bir şekilde müşahede eder. Hz. Ebû Bekir Sıddîk (r.a.) Efendimiz, öyle olmuştur ki; def-i hacete gitse dahi Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizi görürdü. Hatta Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz: ’Yâ Rasûlallah! Def-i hacete gittiğimde dahi seni görüyorum. Öyle oluyorum ki utancımdan hacetimi dahi gideremiyorum.’ diye yakınmıştır.6
Bir hadis-i şerifinde Peygamber Efendimiz: ’Her kim beni rüyada görürse, uyanıkken de beni görecektir. Zira şeytan, benim suretime giremez.’7 buyurmuştur. İşte bu hadis ’fenâ fi’r-Rasûl’ halinin de mesnedi ve menşeidir. ’Fenâ fi ’r-Rasûl’deki salik, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizi açıktan rahat rahat görüp O’nunla konuşabilir.
Bu makamda bulunan bir salik Rasûlullah Efendimizin bütün sünnetlerini yaşamaya çalışır. Hadis ezberlemekten büyük zevk alır.

(Endnotes)
1 Yani Fenâ Fi’ş-Şeyh makamında.
2 Buhârî, Tâ’bîr, 10.
3 Ömer Ziyaeddin Dağıstanî, Zübdetü’l-Buhârî Tercümesi, c.3, s.1043, Salah Bilici Kitabevi, İstanbul, 1992.
4 Bkz., İbn-i Ebî Cemra, Behcetu’n-Nufûsi Ve Tehallîhâ Bi-Ma’rifeti Mâ Lehâ Ve Mâ Aleyhâ, c.4, s.238, Dâru’l-Ceyl, Beyrut; İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî Bi-Şerhi Sahîhi’l-Buhârî, Ta’bîr, Bâbu Men Rae’n-Nebiyye Fi’l-Menâm, c.12, s.385, h.no:6997, Mektebetu’s-Selefiyye; Suyûtî, Tenvîru’l-Haleki Fî İmkâni Ru’yeti’n-Nebiyyi Ve’l-Meleki, s.17, Dâru’l-Emîn, Kahire, 1993.
5 Bu hadisenin hadis, tarih ve tabakata kitaplarında geçtiği şekilde aslı şu şekildedir:
Abdullâh b. Ömer (r.anhümâ)’dan rivayet edildiğine göre (şöyle demiştir:) ’Muhakkak ki Ömer b. el-Hattâb, (savaş için bir aylık mesafede bulunan İran taraflarına) bir ordu gönderdi ve başlarına da Sâriye (b. Zenîm) diye çağrılan bir kimseyi komutan tayin etti. Ömer bir gün insanlara hutbe verirken minberde: ’Ey Sâriye, dağa (doğru)! Ey Sâriye, dağa (doğru)!’ (diye) seslenmeye başladı. Nihayet (İslâm) ordu(sun)un elçisi geldi de (Ömer, ona savaş hakkında) sordu. Bunun üzerine (elçi): ’Ey müminlerin emiri! Düşmanımızla karşılaştık, onlar bizi hezimete uğrattı. O sırada bir münadi: ’Ey Sâriye, dağa (doğru)! Ey Sâriye, dağa (doğru)!’ (diyerek) sesleniyor(du). Bunun üzerine sırtımızı dağa dayadık da Allah onları mağlup etti.’ dedi. Bunun üzerine Ömer’e yani Hattab’ın oğluna: ’Muhakkak ki sen, bu şekilde sesleniyordun.’ dendi. (Ahmed b. Hanbel, Fedâilu’s-Sahâbe, c.1, s.329, h.no:355, Dârubni’-Cevzî, Cidde, 1999; Ebû Bekr el-Âcurrî, eş-Şerîa, c.4, s.1889, h.no:1363, Dâru’l-Vatan, Riyad, 1997)
Rivayetin az farklılarla değişik versiyonları için ayrıca bkz.,:
el-Lâlikâî, Şerhu Usûli’tikâdi Ehli’s-Sünneti Ve’l-Cemâa -Kerâmâtu’l-Evliyâ-, c.2, cüz:9, s.1333, h.no:73, c.2, cüz:7, s.1152, h.no:2538, Dâru’l-Basîra, İskenderiyye; Ebû Nuaym el-Esbahânî, Delâilu’n-Nübüvve, s.579, h.no:527, 525, s.580, h.no:528, Dâru’n-Nefâis, Beyrut, 1986; İbn-i Hacer el-Askalânî, el-İsâbe Fî Temyîzi’s-Sahâbe, c.2, cüz:3, s.53, no:3028, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut; İbn-i Sa’d, et-Tabekâtu’l-Kübrâ, c.6, s.153, no:1131, Mektebetu’l-Hancî, Kahire, 2001.
6 Abdullâh el-Hânî, el-Behcetu’s-Seniyyetu Fî Âdâbi Tarîkati’l-Aliyyeti’l-Hâlidiyyeti’n-Nakşibendiyye, s.78, İhlas Vakfı Yayınları, İstanbul, 2003; Tercüme-i Risâle-i Hâlidiyye Fi’t-Tarîkati’l-Aliyyeti’n-Nakşibendiyyeti’l-Hâlidiyyeti’l-Müceddidiyye, Terc.:İsmail Fakirullah, s.12, Ahıska Yayınevi.
Bu eserlerde zikredilen bu rivayet, hiçbir hadis kaynağında bulunamamıştır.
7 Buhârî, Tâ’bîr, 10.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.