İslamiyet doğduğu gün itibariyle hakikate ve bilgiye dayalı bir din olarak gönderilmiştir. Kıyamete kadar insanlığa ışık tutacak bu anlayış elbette ki herkesin vakıf olamadığı temeller üzerine kurulamaz. Bu sebepledir ki Allah (c.c.): ’Şüphesiz o Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik biz. Onun koruyucusu da elbette biziz.’ (el-Hicr, 15/9) buyurmuştur. Buradan da anlaşılacağı üzere kıyamete kadar Müslümanların birinci derecede kaynağı Kur’an olacaktır.
Yine Kur’ân-ı Kerim’de Rasûlullah (s.a.v.)’e itaat etmenin farz olduğunu ve O’nun emrettiklerine uyup nehyettiklerinden sakınmamız gerektiğini görüyoruz. Âl-i İmrân suresi 31. ayette: ’De ki, eğer siz (gerçekten) Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir.’ buyurmuştur. Bu ayette Rasûlullah’a itaatin ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Buna benzer örnekleri Kur’ân’ın birçok suresinde bulabiliriz.
Bütün müminler şunu çok iyi bilirler ki; Allah (c.c.)’nun yarattıkları içinde en çok sevdiği Rasûlullah (s.a.v.)’dir. Seyyidu’l-Murselîn (Rasullerin Efendisi) olan Peygamberimiz bütün bu insanî ve manevî yüceliğine rağmen aynı zamanda bir kuldur. O da sıradan insanlarda hâsıl olan acıkma, uyuma, dinlenme, sevinme, üzülme, ağlama vs. gibi duygulara sahiptir. Muhakkak ki siyer tarihinde bazen harikulade hadiseler cereyan etmiştir. Bunları inkâr edemeyiz. Ancak bu, daimi olan bir şey de değildir. Gelmiş geçmiş ümmetlerin en hayırlısı olan Sahabe efendilerimiz de Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizden sürekli olağan üstü hadiseler beklememişlerdir. Yaralandığını, aç kaldığını, ağladığını, hastalandığını, yorulduğunu görmüşlerdir. Ama hiçbirisi: ’Sen bir peygamber olduğun halde nasıl böyle oluyor?’ dememiştir. Çünkü tevhit anlayışına sahip olan bir topluluk, yalnızca Allah’ın, her şeyi gören, bilen, işiten ve hiçbir şeye muhtaç olmayan, yegâne mutlak ve sınırsız kudret sahibi olduğunu bilir. Her şeyin ve herkesin bir imtihan içinde olduğunu bilir.
Elbette ki onlar, Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizde birçok mucizeye şahit olmuşlardır. Ancak aynı türden şeyleri, birer keramet olarak onun varisi ve halifesi olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimizden beklememişlerdir. Çünkü asıl olan istikamet yani şeriattır. Şeriat üzere biat edilen bir liderden her meselede olağanüstü hallerin sadır olmasını beklemek, Kur’ân’a, Sünnet’e ve dolayısıyla İslam’a aykırı bir durumdur. Bunu birkaç örnekle açıklamaya çalışalım inşallah. Bu örnekler, Rasûlullah’a (s.a.v.) ümmet olmuş insanların imtihanıdır. Kalbinde hastalık olanların ayıklandığı imtihanlardır.
Rasûlullah (s.a.v.), bir gün Hz. Hafsa annemizle bir sır paylaşmıştı. Bu sır, rivayetlere göre bal şerbetini veya Mariye (r.anhâ)’yı kendisine haram kılması ya da Âişe ve Hafsa (r.anhümâ)’nın babaları Ebû Bekir ve Ömer (r.anhümâ)’nın kendisinden sonra ümmetin başına halife olacaklarını onlara bildirmesi idi. Ancak Hz. Ömer (r.a.) Efendimizin kızı Hz. Hafsa annemiz, bunu Hz. Aişe annemizle paylaşmıştı. Burada Rasûlullah (s.a.v.) bu sırrı, onu muhafaza edemeyecek olan Hz. Hafsa annemiz ile neden paylaştı, ifşa edeceğini bilemedi mi, diyebilir miyiz? Halbuki bunun gibi bir çok hadise bizim için fıkıh ilminin ortaya çıkmasını sağlamıştır.
Yine herkesin bildiği bir konu; münafıkların listesini Allah (c.c.) Rasûlullah (s.a.v.)’e bildirmişti. O da Ebû Huzeyfe (r.a.)’a bildirdi. Ebû Huzeyfe (r.a.) iyi bir sırdaş idi. Ancak Hz. Ömer gibi keşfi açık bir insan bu listedeki isimleri tahmin bile edemiyordu. Hatta Ebû Huzeyfe’nin katılmadığı cenaze namazına o da iştirak etmezdi. Ona sorardı. ’Bu ölen münafık mıydı?’ diye. O da: ’Evet!’ derdi. Hayatta olan münafıkların isimlerini asla açıklamazdı. Çünkü Peygamberimiz de açıklamamıştı. Belki onların çocuklarından İslam üzere olanlar olur diye. Bir de İslam memleketinde bir iç çekişme yaşanmasın diye. Demek ki Allah bildirmezse bilinmiyor. İşte burada asıl olan istikamettir, şeriattır.
Bir örnek de Abese suresinden verelim. Bu sure, âmâ olan İbn-i Ümm-i Mektûm hakkında nazil oldu. Şöyle ki: Bir gün Abdullah b. Ümm-i Mektûm, Hz. Peygamber (s.a.v.)’in yanına geldi ve: ’Ey Allah’ın Rasûlü! Beni irşat et. Al¬lah’ın sana öğrettiklerinden bana öğret, bana oku!’ diye talepte bulunmaya başladı. O sıra Rasûlullah (s.a.v.)’in yanında Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Utbe b. Rabîa, Şeybe b. Rabîa, Ebû Cehil, Ümeyye b. Halef ve Velid b. Muğîre vardı. Rasûl-i Ekrem, onlara konuşuyor olduğundan İbn-i Ümm-i Mektûm’a cevap vermedi. O ısrar edince de ondan yüzünü çevirmişti. İşte sure bunun üzerine indi. İbn-i Ümm-i Mektum (r.a.) kör olduğu için Rasûlullah (s.a.v.)’in birileri ile görüştüğünü görememiş ve bu sebeple araya girerek Rasûlullah (s.a.v.) ile konuşmuştur. Rasûlullah (s.a.v.) yüz çevirmesi ise asla onun kör olması ile alakalı değil, sözün arasına direk girmesinden dolayıdır. Çünkü bu sırada müşriklerden cevap beklemektedir. Şimdi burada Rasûlullah (s.a.v.) o müşriklerin hidayet bulmayacağını nerden bilecekti.
Tevhit üzere iman eden hiçbir insan bu noktada sarsılmaması lazım. Yukarıda da belirttiğim gibi bunlar bizim imtihanlarımızdır.
Bir de Uhud savaşına bir bakalım. Rasûlullah (s.a.v.) orada okçular tepesi diye adlandırılan bir mevkie 50 adet okçu yerleştirdi. ’Savaşı kaybettiğimizi, düşmanın etlerimizi lime lime ettiklerini görseniz de yerinizden ayrılmayın!’ demişti. Buraya kadar demek ki kendisine bildirilen bir haber vardı. Ancak imtihan gereği buraya yerleştirilen Sahabîler hata yapmışlardı. Savaşta Rasûlullah (s.a.v.) yara aldı, mübarek dişi kırıldı. Artık bir kimse: ’Darbenin ne taraftan geleceğini bilmeliydi!’ derse imtihanı kaybetmiş olur.
Allah’ın habibi, elçisi ve kainatın efendisi, imanın tamamlayıcısı Rasûlullah (s.a.v.) Efendimize dahi bildirilmeyen birçok hadise vardır tarihte. Ancak günümüzde kardeşlerimiz her nedense gönül verdikleri insanların her şeyi bilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Bu anlayış asla ve asla şeriat ile bağdaşmaz. Liderde asıl takip edilmesi gereken istikamettir. Sizi nereye götürdüğüdür. Keramet, basiret, feyiz ve keşif halleri her zaman açığa çıkmayabilir. Allah ne kadar ve ne zaman dilerse o zaman bu haller meydana gelir. Kadir gecesine bile bugüne kadar hiç kimse kesin olarak şu gecedir diyememiştir. Sufilik yolunun ilk şartını, Hz. Pir Abdullah Faruki (k.s.) ’tevhidin ikamesi’ olarak belirtmiştir. Hakiki mürşitler bugüne kadar bundan başka bir şey dememiştir. Tevhit anlayışı şunu gerektirir ki; Allah’ın vasıfları peygamberlere verilmez, Peygamberin vasıflarının tamamı da velilerde aranmaz. Her şeyi hakkıyla gören, bilen, işiten, sonsuz ilim ve kudret sahibi, her şeyden haberdar olan, kendisine hiç birşey gizli kalmayan ve hiçbir şeyde ortağı olmayan yegâne kudret Allah (c.c.)’dur. Peygamberler dahi, ismet sıfatı ile günahtan korunmuşlardır. Yani yine ilahi irade ile günah işlemezler. Ehlisünnet anlayışı bunu gerektirir.
Sufilikte İstikamet Üzere Olmak
Özlenen Rehber Dergisi 154. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.