Özlenen Rehber Dergisi

143.Sayı

Canlarıyla Hizmet Edenler? Ashâb-ı Suffe

İsmail KOCABIYIK Özlenen Rehber Dergisi 143. Sayı
Giriş:
İslam’ın Medine-i Münevvere’de yayılıp güneş gibi parıldamasıyla, İslam’la tanışmak ve dinin hükümlerini öğrenmek için müminler buraya akın akın gelmeye başladılar. Mescid-i Nebevî, ilim öğrenmek isteyenlerin medresesi, sığınmak için gelen gariplerin ve fakirlerin barınağıydı. Suffe Ehli’nin bu merhalede elbette ki önemi çok büyük idi. Bu sebepledir ki, burası ilim, ahlak ve sosyallik açısından ilk medrese sayılmıştır.
Tarifi:
Suffe (الصُّفَّةُ):
Terim Manası: ’Üstü kapalı, gölgelik yer’ anlamında ya da ’gölgelik salonu (lobi, hol, salon)’ şeklindedir.
Istılahî Manası: Suffe, ’kimsesiz muhacirlerle civardan gelen ve Medine’de yanında konaklayacak kimsesi olmayan fakir, evsiz, akrabasız olan sahâbîlerin kaldığı, Mescid-i Nebevî’nin bitişiğinde yer alan mekân’a denir. Hafız İbn-i Hacer: ’Suffe, Mescid-i Nebevî’nin arka (kuzey) tarafında gölgelik bir mekândır.’ demiştir.
’Ehl-i Suffe, Peygamberimizin ashabından evsiz insanlardan oluşuyordu. Cenâb-ı Rasûl efendimiz zamanında orda uyuyor ve gölgeleniyorlardı. Onların dışında başkaları kalmazdı.’
Ebû Hureyre, onları: ’Ehl-i Suffe, İslâm’ın misafirleri (Adyâfu’l-İslâm’)dır. Ne barınacakları bir ailesi, ne bir mal ve ne de bir kimsesi vardır.’ diye anlatmıştır. Çünkü Suffe Ehli’nin ihtiyaçları, başta Efendimiz olmak üzere zengin sahâbîler tarafından karşılanmaktaydı.
Suffe’nin Oluşumu:

Ehl-i Suffe, nereye nispet edilerek söylenmiştir?
Kadı İyâz’ın da söylediği gibi ’Suffe Ehli’ ismi onlara, en meşhur görüşe göre; Mescid’in gölgelik olan arka tarafındaki mekâna yani Suffe’ye nispet edilerek verilmiştir.
Muhacirler, Mekke’den Medine’ye hicret edince Ensar, onlara karşı ellerinden gelen kardeşliği göstermiş, güçleri yettiğince sığınacakları ev, ekip biçecekleri tarla ve mal vermişlerdi. ’Ancak, ne zaman ki Medine’de Muhacirler çoğalınca ve onlar için ne bir ev ne de bir barınacak yer olmayınca Rasûlullah (s.a.v.) onları, Mescid(-i Nebevî)’de yerleştirmiş ve onları: ’Ashâb-ı Suffe’ diye isimlendirmiştir. (Rasûlullah) onlarla oturur ve onlarla kaynaşırdı.’
Kâbe’nin kıble olmasıyla birlikte bu gölgelik Mescid’in kuzeyine alındı, daha sonra genişletilen Mescid-i Nebevi’ye dâhil edildi. Gerek Mekke muhacirlerinden, gerekse daha sonra İslam’ı kabul edip Medine’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahabiler burada kalıyordu. Ayrıca Ensar’dan ve Abdullah b. Ömer gibi evleri olan muhacirlerden bazılarının Suffe Ehli’ne imrenerek onlarla birlikte kaldıkları ve onlardan sayıldıkları bilinmektedir.
Vasıfları:

Mescid-i Nebevî’nin holünde kalan bu sahabîlerin, Medine’de ne meskenleri ve ne de akrabaları, hiç bir şeyleri yoktu. Aileden uzak, dünya meşgalesine tenezzül etmeksizin mütevazı bir hayata sahip idiler. Kur’an ilmi tahsil eder, Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin vaaz ve derslerini dinleyerek istifade ederlerdi. Genellikle oruçlu bulunurlardı. Vakitlerini Rasûlullah (s.a.v.)’in huzurunda geçiren bu mübarek zümre, Efendimiz (s.a.v.)’den hep feyiz ve bereket alırlardı. Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in medresesine Allah için nefsini feda etmiş, ilim dertlisi birer talebeydiler. Mütevazı fakat feyizli bir hayata sahip bulunan bu güzide Sahabîler, bir irfan ordusu idiler. Bütün mesailerini Kur’an ve Sünnet-i Rasûlullahı öğrenmeye hasretmiş bu zatlar, gerektiğinde gazalara da katılırlardı. Ashâb-ı Suffe, Hz. Peygamber’in ruhaniyet çeşmesine gönül musluklarını dayamış ve oradan içerek nübüvvet mektebinde yetişip boy atmış bahtiyarlardır. Onlar zamanlarını ilim, irfan ve maneviyat tahsiline adamış saîdlerdir. Dünya cazibesinin kendilerini etkilemediği, ilim ve ibadetle meşgul muttakilerdir.
Ashâb-ı Suffe Nasıl Geçinirdi?
Ashâb-ı Suffe, dinin kaynağına en yakın, Rasûlullah’ın meclisine en müdavim insanlardı. Allah Rasûlü, onların ihtiyaçlarını bizzat karşılar, yalnızlıklarını paylaşır, onlarla oturur, birlikte yemek yer ve sahabesini onlara ikram etmeğe teşvik ederdi. Allah Teâlâ onları Kur’ân’da muhtelif âyetlerinde anmış, Allah Rasûlü’nün onlara özel ilgi ve şefkatini talep etmiştir. Nitekim şu âyetin Suffe Ashâbı hakkında nazil olduğu mervîdir:
’(Sadakalar) kendilerini Allah yoluna adayan, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremeyen fakirler içindir. (Onları) bilmeyen, iffetlerinden dolayı (istemekten çekindikleri için) onları zengin kimseler sanır. Sen onları yüzlerinden tanırsın. İnsanları rahatsız edip bir şey istemezler.’
Allah Rasûlü, kendisine getirilen şeylerden sadaka olanlarını Ashâb-ı Suffe’ye gönderirdi. Ayrıca beytülmal’den ve kendi malından büyük bir kısmını onlara ayırırdı. Kendisinin yetişemediği durumlarda ashâbının onları evlerine götürüp misafir etmelerini isterdi. Bu yüzden Ashâb-ı Suffe’ye ’Adyâfu’l-mü’minîn’ (müminlerin misafirleri) unvanı da verilmişti.
Geçimlerini sağlayabilecekleri bir işleri olmayan Ehl-i Suffe’nin geçimiyle bizzat ilgilenen Rasûlullah (s.a.v.), akşam olunca karınlarını doyurmak için onları birer ikişer Ashab’a taksim eder, kalanları da kendi evine götürürdü. Bu uygulama Müslümanların maddi durumu düzelinceye kadar devam etti. Onların ihtiyaçlarını aile fertlerinin ihtiyaçlarının önüne alırdı. Nitekim Hz. Fatıma (r.anhâ), kendisine yardım etmek üzere bir hizmetçi istemiş, Hz. Peygamberimiz Ehl-i Suffe’nin ihtiyaçlarını giderebilmek için gözünün nuru biricik kızının arzusunu geri çevirmişti.
Suffe Ehli’nden olan Ebû Hureyre (r.a.) kendi durumundan şöyle bahsediyor:
Muhakkak ki siz, Ebû Hureyre’nin Rasûlullah (s.a.v.)’den çok hadis rivayet ettiğini iddia ediyorsunuz. (Benim ve bana bunu isnat edenlerin hesap için) buluşma yeri Allah’(ın huzuru)dur. (Ben) fakir bir adam idim. Karın tokluğuna Rasûlullah (s.a.v.)’e hiz¬met ediyordum. Muhacirleri, pazar yerlerindeki alışveriş meşgul ediyor¬du. Ensârı ise, mallarını gözetmek alıkoyuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.v.): ’Kim elbisesini serecek ki, (anlayış ve ezber kuvveti için ben ona dua edeyim de) bir daha benden işittiği bir şeyi asla unutmasın!’ buyurdu. (Ben) hemen elbisemi yaydım. Ta ki sözünü bitirdi. Sonra onu kendime topladım. Bir daha ondan işittiğim bir şeyi unutmadım.
Hurmaların hasat zamanı gelince herkes gücüne göre hurma salkımlarını getirir, Mescid’e asar, Ehl-i Suffe karınlarını bunlarla doyururdu. Bu arada sürekli hurma yemekten usanıp şikâyet edenler de olurdu. Ashâb-ı Suffe’den güç sahibi olanlar, gündüzleri Mescid’e su taşıyarak ve dağdan getirdikleri odunları satarak ihtiyaçlarını temin etmeye çalışır, geceleri de Kur’an tilaveti ve ilimle meşgul olurlardı. Bununla birlikte Ashâb-ı Suffe, geçim darlığı içinde zâhidâne bir hayat yaşıyordu. Hatta pek çoğunun üzerine giyebilecek uygun bir elbisesi dahi bulunmadığına ve bazılarının açlıktan dolayı namazda ayakta durmakta zorlandıklarına dair rivayetler vardır.
Ebû Hureyre ki, o da onlardandır: ’Ashâb-ı Suffe’den yetmiş (kişi) gördüm. Onlardan ridâsı (yani belinden yukarısını ör¬tecek kumaş parçası) olan hiçbir kimse yoktu. Ya izâr (yani belinden aşağısını ör¬tecek kumaş parçası bağlar) ya da boyunlarına bağladıkları bir kisâ (giyerlerdi) ki, ondan (bazısı) bacakların yarısına, ondan (bazısı) ise topuklara (ancak) ulaşıyordu. (Herbiri namazda) avret yerinin görülmesini istemediği için onu eli ile toplardı.’ der.
Ashab-ı Suffe’nin Önemi ve Sayıları:
Suffe, İslâm’ın ilk sistemli eğitim kurumudur. Ashâb-ı Suffe, hayatlarını Nübüvvet medresesinde; ilim, ahlak, irfan, İslam hukuku ve dünya ve âhiret için ne gerekiyorsa tahsil etmeye adamış seçkin kimselerdir. Efendimizle beraberliklerinin ziyade olması hasebiyle diğer Müslümanları, duymadıkları birçok hadîs-i şeriften onlar haberdar etmiş, hadis rivayetinde ön sıralarda yer almışlardır.
En çok hadis rivayet eden yedi sahâbîden üçü; Ebû Hureyre (r.a.), Abdullah b. Ömer (r.anhümâ) ve Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.), bu mümtaz Suffe Ashâbı’ndan çıkmıştır.
Suffe Ehli, İslâm’ın yayılmasında ve İslâmî ilimlerin öğretiminde önemli hizmetler vermiştir. Medine dışındaki yeni Müslüman olan kabileler, Kur’an ve diğer dinî bilgileri öğrenmek üzere muallimler istedikçe onlara Suffe Ehli’nden görevliler gönderilmiştir. Allah yolunda ne yapılması gerekiyorsa en zirvesinde yapmışlar, canlarını bu yolda feda etmekten geri kalmamışlardır. İşte buna en güzel ve hüzün verici örneği, Bi’r-i Maûne ve Racî olaylarında göstermişlerdir. Rasûlullah, hayatının en büyük üzüntüsünü bu hadiseler yüzünden yaşamıştır.
Sayıları:

Suffa’da kalanların sayısı, değişen şartlara ve zamana göre farklılık arz ediyordu. Bazen Suffe’dan ayrılanlar oluyor, sayı azalıyor; bazen da hariçten göç edenler, heyetler geliyor; sayı artıyordu. Her ne kadar zaman zaman sayıları değişse de, fakru zaruretleri devam ediyordu.
Ashâb-ı Suffa’nın 10, 30, 70, 90 ve 400’e kadar olduğu hakkında farklı görüşler vardır. Sühreverdî, Zemahşerî ve Süyûtî gibi âlimler 400, Katâde ise 900 civarında olduğunu söylemişlerdir.
Suffe’de Kalanların Vasıfları:

Kimsesiz Muhacirler: Abdullah b. Mes’ûd, Hz. Bilal, Ammâr, Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî, Ebû Hureyre vd.
Bekârlar: Medine’de evleri olsa da Peygamberimizden daha çok istifade etmek amacıyla kalanlar. Abdullah b. Ömer vd.
Arap kabilelerinden Müslüman olanlar: Efendimiz bu sahabeleri Suffe’ye yerleştirip orada onların İslam’ı öğrenip kabilelerine öğretmelerini hedeflemiştir.
Dışarıdan gelen elçiler: Hem İslam’ı öğrenmek hem de araştırmak için gelen insanlar oluyordu. Medine’de kalacak yerleri olmayanlar Suffe’de ağırlanıyor, İslam’ı öğrenmeleri kolaylaşıyordu.
Suffe’de Okutulan İlmî Dersler:
Ashâb-ı Suffe Akademisi’nde temel ders kitabı olarak okutulan kaynak başta Kur’an’dır. Dersin muallimi ise Hz. Peygamberimizdir. Akademi’nin ders müfredatı için şu sıralamayı yapmak mümkündür:
İlk seviye derslerini; okuma-yazma, Kur’an (kıraat, tecvit, tilavet, ezber, vs.) öğrenme ve hafıza teknikleri oluştururdu.
Peygamberimizin Kur’ân eğitiminde takip ettiği metodu Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) şöyle ifade etmiştir: Osman, İbn Mes’ud ve Ubey (r.anhüm)’den rivayet edildiğine göre; Rasûlullah (s.a.v.), onlara Kur’ân-ı Kerim’den on âyet-i kerime öğretirdi. Onlar, bu âyet-i kerimelerde amel ile ilgili hususları öğreninceye kadar bir başka on âyete geçmezlerdi. Böylelikle, bizlere Kur’ân’ı ve onunla amel etmeyi birlikte öğretirdi. (Kurtubî, el-Câmiu Li-Ahkâmi’l-Kur’ân, c.1, s.68) Buradan Asr-ı Saadet’teki Kur’an eğitiminin ezberden ibaret olmadığı, ezberlenen âyetlerle birlikte ilminin öğrenilip ahkâmıyla amel etmek olduğu anlaşılmaktadır.
Sonraki aşamalarda, fıkıh, İslâm ahlakının esasları, kelam ve akait gibi dersler vardı. Ayrıca miras (ferâiz) hukukuyla ilgili sorunların çözümlenmesi için matematik, aritmetik ilminin öğretildiği de söylenebilir.
Öte yandan Peygamberimizin ilmin önemli araçları arasında yer alan dile de vurgusu vardır. Nitekim Peygamberimiz, Yahudilerle yaptığı görüşmelerde kendisine yardımcı olması için kâtibi olan Zeyd b. Sabit’ten İbraniceyi öğrenmesini istemiştir. Bu istekten de anlaşılmaktadır ki, İslâm dininde, yabancı dillerin öğrenilmesine bir teşvik vardır. Medine döneminde, Ashâb-ı Suffe’nin de dâhil olduğu sahabelerin öğrendiği diller arasında; Kıbtîce, Farsça, İbranice, Yunanca, Habeş dili vd. vardı.
Suffe’de Öğretmenler:
Başmuallim Rasûlullah efendimiz olmak üzere çeşitli âlim Sahâbîler Suffe’de ders vermişlerdir. Abdullah b. Mes’ûd, Ubâde b. Sâmit, Sâlim, Muâz b. Cebel ve Ubeyy b. Ka’b (r.anhüm) muallim ve müderris sahabelerden bazılarıdır.
Ashâb-ı Suffe’de Alınan İlmî Verimler:
Ashâb-ı Suffe Akademisi’nde birçok ilim adamı yetişmiş ve bunlardan bazıları fikrî ekoller kurmuştur. Abdullah b. Mes’ûd (r.a.), İslâm hukukunun öncüsüdür. Abdullah b. Ömer (r.anhümâ), hadis alanında ilerlemiştir. Hadis alanında seçkin bir yere sahip olan Ebû Hureyre (r.a.) da bu mektepte yetişmiştir. Bunlarla birlikte tasavvuf ekolünün öncüleri de bu akademiden çıkmıştır. Öyle ki bu akademidekilerin çoğunlukla ehl-i zühd ve zikir olduğu aktarılmaktadır.
Sonuç Yerine:
Suffe, İslam’ın ilk sistemli eğitim kurumudur.
Burası örnek alınarak İslam âleminde medreseler, hep camilerin etrafına yapılmıştır.
Ashâb-ı Suffe, canları ve ilimleriyle İslam’a hizmet ederek Ümmet-i Muhammed’e örnek teşkil etmişlerdir. Böylelikle ’hizmet’ etmenin adını koymuşlar; iman, sadakat, teslimiyet, doğruluk, ahde vefa, fedakârlık ve İslam ahlakı adına ne varsa zahiren ve bâtınen bütünleşmiştir.
Nübüvvet hamuruyla yoğrulup o nuru kana kana içmiş, sonraki nesillere bu ’nebevi bayrağı’ en pak bir şekilde ulaştırmışlardır. Yaşamış oldukları bu hayat ’hikâye’ değil birebir yaşanmış bir ahlaktır. Örnek oldukları davranış ve ahlaklarıyla topluma hayat kaynağı olmuşlardır.
Rabbim, bizlere verdiği bu hayatı yani dinin emir ve yasaklarını ’hakiki’ anlamda yaşayıp yaşatanlar zümresinden kılsın. Bizleri Rasûlullah’ın pak ashabını ta’n edenler güruhundan değil de, onlara teslimiyet içerisinde olanlardan eylesin! Âmin…
Allah (c.c.), en iyisini bilendir!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.