Özlenen Rehber Dergisi

97.Sayı

Mü'min İçin İtaatin Önemi ve Sınırları

Eyüp ÖZBERK Özlenen Rehber Dergisi 97. Sayı
Mü’min için en üstün değer, imandır. Bu nedenle ölünceye kadar onu muhafaza etmek, mü’minin en önemli vazifesidir.
Mü’min, imanını muhafaza için, onun gereği, neticesi ve ayrılmaz parçaları olan; sevgi, itaat, teslimiyet, bağlılık vb. kavramları benliğinde sürekli canlı tutmalı; kulluğunu bunlara sahip bir kalp, akıl ve azalarla yerine getirmeye çalışmalı; bu değerlerle olan ilgi ve alakasının her daim muhasebesini yapmalıdır.
Geçici arzuların, hırsların ve bunlara perde kılınan akıl ve bilimin, toplumun belirli bir kesimi tarafından yegâne ölçü kabul edildiği ve diğer insanlara kabul ettirilmeye çalışıldığı; iman ve kulluk gibi yüce değerlerin unutulduğu ve unutturulmaya gayret sarf edildiği günümüzde, bu vasıflara sahip çıkmak, mü’minlerin hayatında kuvvet bulması için gayret sarf etmek daha büyük bir önem arz etmektedir.
Peygamberimizin; ’Ümmetimin en hayırlısı, benim asrımdır. Sonra onların peşinden gelen (tabiîn)ler, sonra onların peşinden gelen (tebeu’t-tâbiîn)lerdir.’ (Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe, 1) buyurduğu ve ümmetine örnek gösterdiği en hayırlı nesil olan ’Sahâbe Nesli’nin en temel vasfı, iman ve buna bağlı olarak itaat, teslimiyet, sadakat ve fedakârlık idi.
Onlar bu ölçülerle yetiştirildiler, Allah ve Rasûlü tarafından edeplendirildiler. Bugün bilim ve hakikatlere ulaşmanın yolu olarak kabul edilen tartışma, sorgulama ve itiraz illetleri Allah ve Rasûlüne karşı onların değil hayatlarına, gönül dünyalarına dahi ne uğramış ne de en ufak bir şerrini bulaştırabilmişti. Çerçevesi keskin çizgilerle belirlenmiş itaat sınırını, insanlığın ve kulluğun gereği sürçmeler nedeniyle az dahi olsa aşsalar, hemen uyarılmış, istikamet dairesine çekilmişlerdir.
Onların imanları, her halükarda dinleyip itaat etmek üzere ’biat’ ile gerçekleşiyordu. Ubâde b. Sâmit (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ’Rasûlullah (s.a.v.)’e; neşeli hâlde ve kederli halde (emir ve yasaklarını) dinleyip itaat etme(miz); emirlik hususunda ehil olanla çekişmememiz; her nerede olursak olalım hakkı yerine getirmemiz -veya söylememiz- ve Allah (yolun)da hiçbir kınayıcının kınamasından korkma¬mamız üzerine biat ettik.’ (Buhârî, Ahkâm, 43)
Onların daha yolun başında, ’Semi’nâ ve eta’nâ/işittik ve itaat ettik’ diyerek arkalarında bıraktıkları bu kalbî hastalıklar, günümüz aydınları, düşünürleri tarafından ne yazık ki baş tacı edilmektedir.
Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: ’…Sizden önceki (ümmet)ler ancak (çok) soru sormaları ve peygamberlerine karşı muhalefetleri sebebiyle helak oldular. (Şu halde) ben siz¬leri bir şeyden nehyettiğim zaman, ondan sakınınız. Sizlere bir şey em¬rettiğim zaman da gücünüzün yettiği kadar onu yerine getiriniz!’ (Buhârî, el-İ’tisam Bi’l-Kitâb, 2)
Kul, gücünün yetmeyeceği şeylerden mesul değildir. Ancak gücü nispetinde Allah ve Rasûlü’nün emirlerini tutup nehiylerinden kaçınmakla mükelleftir. Anladığı, yerine getirmeye gücü yettiği halde, hakikatleri nefsine kabul ettiremeyip çağdaşlığı, aklı bahane ederek açıkça itiraz etmekle, delilsiz ve mesnetsiz tevil etmenin arasında iman açısından fark olmasa gerek.
Ümmet-i Muhammed, önceki ümmetleri helak eden; Peygambere çok soru sormak, tafsilat istemek ve muhalefet etmekten şiddetle menedilmiştir. Musa (a.s.), Yahudi kavmine Cenâb’ı Hakk’ın vahyi ile bir buzağı kesmelerini emredince onlar, ’Bizimle alay mı ediyorsun’ diyerek edepsizlik etmiş, işi yokuşa sürmek amacıyla gereksiz yere tafsilat istemişlerdi. Başta herhangi bir buzağıyı kesseler emir yerine gelecekti. Ancak Cenâb-ı Hak, azgınlıkları sebebiyle burunlarını yere sürtmüş, onlara zorluk ve şiddet göstermiştir.
Çağdaş ve medenîlerin(!) merkebin aslandan kaçtığı gibi kaçtıkları; ancak insanlığın ilerlemesinin, refahının yegâne vesilesi olan, toplumu en ileri seviyelere yükseltecek olan ’itaat’ ne demektir?

İtaatin manası ve sınırları

İtaat; sözlükte boyun bükmek, emri yeri¬ne getirmek, tabi olmak ve uymak manalarına gelir. Dinî ıstılahta ise kısaca, Allah (c.c.) ve Peygamberi (s.a.v.)’in emir ve yasaklarına tartışmasız, tam bir teslimiyetle uymak, boyun eğmek demektir.
İslâm’da itaatin ne olduğunu, çerçeve ve sınırlarını Kur’an ve Sünnet açıkça ifade etmiştir. İtaatle ilgili âyet ve hadislere baktığımızda itaatin genel olarak iki kısma ayrıldığını görürüz:
1- Mutlak itaat,
2- Mutlak olmayan itaat.

Mutlak itaat, Allah ve Rasûlü’ne itaattir.
Cenâb-ı Hak, zatına itaatin yanı sıra, yeryüzündeki halifesi, şeriatının tebliğcisi Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’e itaati de farz kılmıştır. Bunu ifade eden; ’Her kim peygambere itaat ederse, muhakkak Allah’a itaat etmiş olur…’ (en-Nisâ, 4/80), ’Biz, her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik…’ (en-Nisâ, 4/64) vb. âyetlere baktığımızda itaatin mutlak olarak zikredilip zaman, mekân, hal, şart ve koşullar gibi kayıtlarla sınırlandırılmadığını görürüz.
Mutlak olmayan itaat ise ulu’l-emre, âlimlere ve anne-babaya karşı gösterilmesi gereken itaattir. Ulu’l-emr, yani mü’minlerden olan idarecilere ve dinin hükümlerini tebliğ eden şeriat âlimlerine, anne-babaya itaat ve bağlılık mutlak değildir, ancak belirli şartlar dâhilinde meşrudur. Bunlara itaatin geçerli olabilmesinin şartı; emir ve yasaklarının şeriat çerçevesinde olmasıdır. Bu çerçevede emrettiklerine uyulur, menettiklerinden de kaçınılır. Bu çerçevenin dışına çıkan emir ve yasaklarına uyulması ise asla caiz değildir.
Rasûlullah (s.a.v.) bu ölçüyü şöyle iade etmiştir: ’Masiyetle emrolunmadıkça (Müslüman idarecinin emrini) dinlemek ve itaat etmek (Müslüman kişi üzerine) haktır (vaciptir). Masiyetle emrolunduğu zaman ise dinlemek ve itaat etmek yok-tur.’ (Buhârî, Cihâd, 108)
Asr-ı Saadet’te meydana gelen şu hadise, bu hakikati anlamamızı kolaylaştıracaktır. Nebi (s.a.v.) bir ordu (hazırlayıp) gönderdi ve başlarına da bir kişiyi komutan tayin etti. (Komutan yolda büyük) bir ateş yaktırdı ve (askerlere): ’Bu (ateşe) girin!’ dedi. (Askerlerden bir kısmı) ona girmek istediler. Diğerleri ise: ’Muhakkak ki biz ondan kaçtık (da Müslüman olduk. Ona girmeyiz).’ dediler. (Dönünce bu hadiseyi) Nebi (s.a.v.)’e haber verdiler. (Rasûlullah) da o (ateşe) girmek isteyenlere yönelik: ’Şayet ona girselerdi, kıyamet gününe kadar onun içinde kalırlardı.’ buyurdu. Diğerleri için ise: ’Masiyet hususunda (kula) itaat yoktur. İtaat ancak marufta¬dır (yani meşru işlerdedir).’ buyurdu. (Buhârî, Ahbâru’l-Âhâd, 1)
Bu hadis-i şerif, itaat mevzuunda şeriatın emrinin dışına çıkma hususunda cehaletin özür kabul edilmeyeceğini açıkça ifade etmektedir. Vasfı, maksadı, makam ve mevkii her ne olursa olsun, şeriatın haricindeki emir ve yasaklarda bulunmak da, bunları kabul edip uygulamak da Allah ve Rasûlü’ne isyandır, insanı helake götürür.
Peygamberimizin kendisinden sonra itaat edilmesini emrettiği ’Raşit Halifelerin’ ilki olan Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz, halifeliğe seçildikten sonra mü’minlere verdiği ilk hutbesinde Peygamber (s.a.v.)’den sonra ümmet-i Muhammed’in en üstünü olma makamında dinin bu düsturuna ne denli sadakatle bağlı olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
’Ey insanlar! Muhakkak ki ben, sizin en hayırlınız olmadığım halde sizin başınıza idareci tayin edildim. Şayet zayıf düşersem beni doğrultun. İyi (iş tutar, güzel) hareket edersem bana yardım edin. Sıdk, emanettir. Yalan ise hıyanettir. Sizin aranızda zayıf olan, Allah dilerse ona hakkını tevdi edinceye kadar benim yanımda kuvvetlidir. Sizin aranızda kuvvetli olan ise, Allah dilerse ondan hakkı alıncaya kadar benim yanımda zayıftır. Allah yolunda cihadı terk eden hiç bir topluluk yoktur ki Allah onları fakirlikle cezalandırmasın. Fuhşiyatın ortaya çıktığı –ya da ’yayıldığı’ dedi- hiç bir topluluk yoktur ki bela onları(n tümünü) kaplamış olmasın. Bana, Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe itaat edin. Allah’a ve Rasûlü’ne asi olduğum zaman ise, artık bana itaat etmek üzerinize vacip değildir…’ (Abdurrazzâk, Musannef, c.11, s.336, h.no:20702)
Anne babaya, onlara ihsan ve iyi davranmanın, güzel muamelede bulunmanın şümulünde olan itaatin mutlak olmadığını ise şu âyet-i kerime açıkça ifade etmektedir: ’Ve insana ana-babasına iyilik etmesini emrettik. Şayet onlar seni, hakkında hiçbir bilgin olmayan şeyi bana ortak koşman için zorlarlarsa, o zaman onlara itaat etme! Dönüşünüz ancak banadır. Ve ben yapmakta olduklarınızı size haber vereceğim.’ (el-Ankebût, 29/8)
Bu âyet-i kerimenin inmesine sebep teşkil eden hadise şudur:
Mus’ab b. Sa’d’ın babasından rivayet ettiğine göre, Kur’ân’dan (bazı) âyetler onun (yani Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın) hakkında indi. (Sa’d) şöyle dedi: ’Sa’d’ın annesi, dinini inkâr etmedikçe ebediyen kendisiyle konuşmayacağına, yemeyeceğine ve içmeyeceğine yemin etti (ve): ’Sen, muhakkak ki Allah’ın, annenle babana (iyilik etmeyi) sana emrettiğini söyledin. Ben senin annenim ve ben sana bunu (yani dininden dönmeni) emrediyorum.’ dedi.’ (Sa’d devamla) şöyle dedi: ’(Annem) üç (gün o şekilde) bekledi, nihayet halsizlikten bayıldı. Bunun üzerine (adına) Umâre denilen bir oğlu kalktı ve ona su ver¬di. Bunun üzerine (kadın), Sa’d’a beddua etmeye başladı. Akabinde Allah Azze ve Celle Kur’ân’da şu âyeti indirdi: ’Ve insana ana-babasına iyilik etmesini emrettik…’ (el-Ankebût, 29/8) ’Şayet onlar seni, bana ortak koşman için zorlarlarsa (onlara itaat etme)...’ (Lokmân, 31/15) Onda şu da vardır: ’Fakat dünyada onlarla iyi geçin.’ (Lokmân, 31/15)’ (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 5)

İtaat edilmesi yasaklananlar

Kur’an ve Sünnet, kendilerine itaat ve ihsan edilmesi emrolunan kişiler hakkında çerçeve ve sınırları bu şekilde belirlemiş, iman ve itaatten yoksun kimselere itaat edilip uyulmasını da kesinlikle yasaklamıştır. Kur’ân’da itaat edilmesi yasaklanan bu kimselerden bazıları şunlardır:
- Kalbi Allah’ı zikirden gafil kılınanlar (el-Kehf, 18/28)
- Heva ve heveslerine, boş arzularına uyanlar, nefsin şehvetlerinin peşinden gidenler (el-Kehf, 18/28)
- İşi hep aşırılık ve israf olanlar, hakkı bir kenara bırakarak ifrat ve tefrit ile hayatlarını boşa geçirenler (el-Kehf, 18/28)
- Kâfirler (el-Furkân, 25/52)
- Allah’a şirk koşmayı emreden anne-babalar (el-Ankebût, 29/8; Lokmân, 31/15)
- Münafıklar (el-Ahzâb, 33/1,48)
- Hakkı yalanlayanlar (el-Kalem, 68/8)
- Çok yemin edenler (el-Kalem, 68/10)
- Adi fikirli, aşağı tabiata sahip insanlar (el-Kalem, 68/10)
- Daima insanlarda kusur arayanlar (el-Kalem, 68/10)
- Arabozuculuk gayesiyle insanlar arasında laf götürüp getirenler (el-Kalem, 68/10)
- Hayırdan menetmeye çalışanlar; insanları imandan, infaktan, salih amelden alıkoyanlar (el-Kalem, 68/10)
- Haddi aşanlar; zalim olan ve hakkı aşarak batıla yönelenler (el-Kalem, 68/10)
- Çok günahkâr olanlar; büyük küçük pek çok günah işleyenler (el-Kalem, 68/10)
- Cahil, katı ve kaba olanlar (el-Kalem, 68/10)
- Ehl-i Kitap; Yahudi ve Hıristiyanlar (el-Mâide, 5/48,49,77)
- Şeytanlar (el-Bakara, 2/168,208)
- Âhiret gününe inanmayan, Allah’ın âyetlerini yalanlayan, Allah’tan başka rab ve ilah edinenler (el-En’âm, 6/150)
- Fesat çıkaranlar (el-A’râf, 7/142)
- Heva, boş arzular, nefsin istek ve arzula¬rı, dünya lezzetleri (es-Sâd, 38/26)
- Hakkı bilmeyen cahil müşrikler (el-Câsiye,45 /18)

Bu zikredilenler, genel olarak münafık, kâfir, küfür ve şirke davet eden, günahkâr sınıfındaki insanlar, cin ve şeytanlardır.

İtaate davet edilen zümreler

İman yönünden insanlar üç sınıfa ayrılır:
1- Münafık
2- Kâfir
3- Mü’min

Cenâb-ı Hak, bu üç zümreye de muhtelif âyetlerde zatına ve Rasûlü’ne itaati emretmiştir.
İman iddiasında bulundukları halde Allah ve Rasûlü’nden başkasının hükmüne başvuran münafıklar; ’(Ey Muhammed!) Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilene inandıklarını iddia edenleri görmüyor musun? Tâğût’u inkâr etmeleri kendilerine emrolunduğu halde, onun önünde muhakeme olmak istiyorlar. Şeytan da onları derin bir sapıklığa düşürmek istiyor.’ (en-Nisâ, 4/60), ’Biz, her peygamberi sırf, Allah’ın izni ile itaat edilmek üzere gönderdik. Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelselerdi de Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Peygamber de onlar için (Allah’tan) bağışlanma dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri çok kabul edici ve çok merhametli bulurlardı.’ (en-Nisâ, 4/64) âyetleriyle itaate davet edilmişlerdir.
Allah’ı sevdiklerini, onun yolunda olduklarını iddia eden Yahudi ve Hıristiyanlar başta olmak üzere kâfirler de: ’(Rasûlüm!) De ki, ’Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve sizin için günahlarınızı bağışlasın. Allah ğafûr (çok bağışlayan) ve rahîmdir (çok merhamet edendir).’ (Âl-i İmrân, 3/31) âyetiyle Peygamber (s.a.v.)’e uymaya çağrılmışlardır.
Mü’minler ise: ’Ey iman edenler, Allah’a itaat edin, Peygamber’e itaat edin; amellerinizi boşa çıkarmayın’ (Muhammed, 47/33) gibi âyetlerle ikaz edilmiş, imanlarının gereği üzere istikametlerini muhafaza etmeleri emrolunmuştur.
Rabbimiz; insanlığı, dünya ve âhirette Rasûl-i Ekrem’den ayrı kalmaktan muhafaza eylesin! İtaat ve teslimiyet boyasıyla kalplerimizi boyasın!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • xenophon

    Muhteşem yazı, emeğiniz için teşekkürler.

1 kişi yorum yazdı.