ÂRİF ve MÂRİFET
2. Bölüm
Mârifetin alâmetleri:
Mârifetin belirtileri veya alâmetleri denildiğinde akla ilk gelen, mârifet sahibi ârif kimsenin sıfatlarıdır. Aslında bu başlık yerine “âriflerin sıfatları” şeklinde bir başlık kullanmak da doğrudur. (Bkz. Kelâbâzî, a.g.e., 197.)
Seriyy es-Sakatî, mârifetin görünüşteki belirtisini Hakk’ın hukukunu gözetmek olarak ifade eder. (Sülemî, Tabakât, 53.) Bu, kulun ara vermeden, usanmadan ibadete sarılması, nefsinin istek ve arzularından uzak durmasıdır.
Hallâc; “Ârifin alâmeti, dünya ve ahiretle meşgul olmamasıdır” (Kuşeyrî, a.g.e., 491.) diyerek daha geniş bir sınır çizmiştir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Hârise’ye: “İmanının hakikati nedir?” diye sormuş, Hârise de şöyle cevap vermiştir: “Gecemi uykusuz, gündüzümü susuz geçirdim. Nefsimi dünyadan çektim.” Peygamber (s.a.v.): “Ârif oldun (bildin) devam et, buna sımsıkı sarıl, bundan başka bir şey yoktur” (Taberânî, el-Mucemu’l-Kebîr’de Hâris b. Mâlik’ten rivayet etmiştir; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, 114-115.) buyurmuştur.
Cüneydi Bağdâdî şöyle der: “Ârif, her iyi ve kötünün çiğnediği toprak, her şeyi gölgelendiren bulut, sevdiği ve sevmediği her şeyi sulayan yağmur gibi olmadıkça ârif olamaz.” (Kuşeyrî, a.g.e., 492.)
Ârifin üç alâmeti vardır: Dili hikmet konuşur, kalbi mârifete sadıktır, bedeni hizmete yatkındır. (Sülemî, Risaleler, 84.)
İnsanın Allah’ı kendisine yakın bilip günah işlemekten hayâ etmesi de mârifetin alâmetlerinden sayılmıştır. Çünkü mârifet hayâ ve tazimi gerektirmektedir. Zunnûn Mısrî’ye soruldu: Rabbini ne ile bilirsin? Şöyle cevap verdi: “Azametini hatırlar, O’ndan haya eder ve günahtan kaçarım” (Kelâbâzî, a.g.e., 98.)
Esas itibariyle mütalaa edildiğinde mârifetin belirtisi, konusu tartışmalı bir konu olarak gözükmektedir. Mesela Şiblî; “Ârifin bilinecek bir alâmeti olmaz” (Süleyman Ateş, İslâm Tasavvufu, 490.) demiştir. Yine Beyazid Bistâmî de; “Halkın muhtelif halleri vardır. Ârifin ise hâli yoktur. Çünkü ârifin resim ve şekli mahvolmuş, hüviyeti Hakk’ın hüviyeti ile yok olmuştur” (Kuşeyrî, a.g.e., 490.) derken bu noktaya temas etmiştir.
Yukarıda geçen hadis-i şerif ve büyüklerin sözlerine bakıldığında, sözü edilen vasıfların özellikle takvaya çalışan her ehli imanda bulunması gereken vasıflar olduğu aşikârdır. Bir başka deyişle her vakitte, o vakit için en uygun hareket tarzını icra etmek lazımdır. Zaten din, içinde yaşanılan zamanın gereğini yapmak, (Abdullah Farukî (k.s.)’ye göre dinin tanımı.) ibnü’l-vakt (vaktin oğlu) olmaktır. İşte mutasavvıfların mârifetin belirtileri konusundan kastettikleri budur.
Hemen şunu da ifade eldim ki, mârifet sahibi, Allah’a ibadet ve itaat halinde yaşayan bir kul olmanın yanında; böyle bir dost ile birlikte olmak, ondan istifade etmek de son derece önemlidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk: “Ey İman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun” (et-Tevbe, 9/119.) buyurmaktadır. Bir hadis-i şerifte de “Yakîni öğreniniz” (Bkz. Ebu Nuaym, Hilye, VI, 95.) buyrulmuştur. Çünkü yakîn, ilmin üstünde bir makamdır. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in “İlim talep etmek farzdır” (İbn Mâce, Mukaddime, 17; Beyhakî, a.g.e., 1663.) sözü herkese şamildir. “Yakîn öğreniniz” sözü ise yakîn ehli kimselerin meclisinde bulunmayı emretmektedir. Çünkü yakîn kendi başına ortaya çıkmaz ve elde edilmez. Ancak yakîn ve mârifet ehli kimselerin meclislerinde irşatla öğrenilir. (Ebu Talib Mekkî, Kûtü’l-Kulûb, II, 92.)
Konu ile ilgili pek çok hadis-i şerif ve rivayet mevcut olmakla birlikte; (Bkz. Ebu Tâlib Mekkî, a.g.e., 107.) konumuzla alâkalı olması bakımından Zunnun Mısrî’nin şu sözünü burada zikretmek yerinde olacaktır: “Ârifle beraber olmak, Allah ile yaşamak gibidir. Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan ârif, seni taşır ve sıkıntını çeker.” (Sülemî, Tabakât, 74; Kuşeyrî, a.g.e., 491)
Mârifetin başı ve sonrası:
Mârifet ehli olan ârifin bu nimete sahip olması neticesinde yaşadığı iki hâl vardır. Bunlar hayret ve dehşettir. Hayret, Hakk Teâlâ’nın yarattığı güzellikleri müşahede sonunda ya da aşk ve şevkin galebesi sebebiyle sâlikin aklının başından gitmesidir. Dehşet ise sâlikin karşılaştığı bir hâdise sebebiyle aklının, sabır ve ilminin mağlup olması ve bu yüzden şaşkın bir vaziyette donup kalması hâlidir. (Erhan Yetik, İsmail-i Ankaravî, Hayatı Eserleri, 239, 224.) Nitekim, “Cenâb-ı Hakk’ı en iyi tanıyan O’nda en çok hayrete düşendir.” denilmiştir. (Kuşeyrî, a.g.e., 491. Zunnûn’a ait bir sözdür.)
Sehl b. Abdullah Tüsterî şöyle der: “Mârifette ilk makam şudur: Kulun kalbine bir yakîn verilir, bununla bedeni sükûna kavuşur. Organlarına tevekkül verilir, bununla dünyada selâmete erişir. Gönlüne bir hayret verilir, bununla da ahirette kurtuluşa ulaşır.”
Zunnûn Mısrî’ye ârifin çıkacağı ilk ve son derece hangisidir diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “Önce hayret, sonra fakr ve ihtiyaç, sonra ittisal ve vuslat, en sonunda yine hayrettir.” (Kelâbâzî, a.g.e., 197)
İşte bu noktada ârif, kendisine verilen nimet karşısında her şeyden kesilerek şükürden aciz olduğunu bilir ve kendisini ağlama hâli sarar. Nitekim Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz Übey b. Kaab’a; “Allah, sana Kur’ân’ı okumamı emretti” dediği zaman Übey; “Ya Rasûlallah, orada ben zikredildim mi” diye sormuş, “Evet, orada anıldın” cevabını alınca bu lütfa nasıl karşılık vereceğini, bu nimete ne şekilde şükredeceğini, O’nu hakkı olan biçimde nasıl zikredeceğini bilememiş, bu sebeple her şeyden kesilerek ağlamaya başlamıştır. (Müslim, Fezâilü’s-Sahabe, 23; Buharî, Tefsir.)
Bununla birlikte şu söz de meşhurdur: “Her ne kadar ârifin gözü ağlasa da kalbi güler.” (Bkz. Kuşeyrî, a.g.e., 492.)
Yahya b. Muaz’a göre ârifin dünyadan ayrılmadan önce ulaşamadığı hususlardan biri de İzzet ve Celâl sahibi Rabbine gerektiği gibi hamd-ü senâ edememektir. (Kuşeyrî, a.g.e., 492.) Bu söze şöyle cevap verilir: Zaten bu kişi, acziyetini bildiği için ârif olmuştur.
Mârifet ehli, mârifete kavuştuğu ilk anda ve daha sonra olmak üzere iki türlü hayrete düşer. Birincisi, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini ona tanıtmasıyla yaşadığı şaşkınlık halidir. İkincisi ise Rabbini tanıdıkça bu bilgi hakkında aklının yetersiz kaldığını ve aciz olduğunu bilmesi halidir.
Ârif için bela ve musibetler:
Yakîn sahipleri katında, imtihan için belâ, nimet; rahatlık ise musibet olarak nitelendirilmiştir. Mârifet ehli olabilmek için belâ ve musibetlere karşı sabırlı olmak ve bu sabırla fenâ makamlarını geçmek lazımdır.
Rahmetli Üstadımız Abdullah Farukî (k.s.) bunu şöyle ifade etmişlerdir: “Tabi, insan bu yollara kavuşabilmek için en az fenâfi’l-ihvan, fenâfi’ş-şeyh, fenâfi’r-rasûl, fenâfillâh, bekâbillâh... buraları geçmesi lazımdır. Yani bir taraftan da buralara ulaşması lazımdır. Öyle çabuk çabuk insana bir şey vermezler. Ne kadar imtihan ederler, imtihandan sonra, “Bu daha zayi etmez bu işi, ehline verir” diye ondan sonra anahtarları ona teslim ederler. Yoksa gelişi güzel insana bir şey vermezler.” (Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s.) sohbetleri. Çorum 1999.)
Mârifet ve ilim:
Sûfîler, mârifetin aslı ve mahiyeti ile mârifet ve ilim arasındaki farkın neden ibaret olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. (Kelâbâzî, a.g.e., 97.)
İlim, bilgi anlamında kullanılan bir kavramdır. Âlimlere göre mârifet de ilim anlamına gelir. Ancak ilmin özel bir çeşididir. Sûfîlere göre ise mârifet, yukarıda geçtiği üzere Allah’ı isim ve sıfatlarıyla bilmek, bunun yanında doğru hareket etmek, kötü huylardan temizlenmek, nefsin vesveseleri ile alâkayı kesmek, Allah’ın istek ve buyruğuna uymaktır. (Süleyman Ateş, a.g.e., 490.)
Mârifet ve ilim arasındaki farklara gelince;
1. Mârifet, bir şeyi malî hüviyeti, zatı ve sıfatı ile idrak etmek, bilmek demektir. İlim ise sadece görüneni bilmektir. Yani ilim, bir şeyi alâmetleri ile bilmek iken mârifet, ona olduğu şekliyle vâkıf olmaktır. (Bkz. Erhan Yetik, a.g.e., 239; H. Kamil Yılmaz, a.g.e., 234.) Azınlık olmakla birlikte bu görüşün zıddını söyleyenler de vardır. Mesela Ebu Bekir Verrâk, bunun tam zıddını şöyle ifade eder: “Mârifet eşyayı şekil ve suretiyle tanımak, ilim ise eşyanın mahiyetini ve hakikatini bilmektir.”
2. Mârifet, yaşayarak, görerek, tadarak, tecrübe ile elde edilen bilgidir. İlim de ise öğrenme vardır.
3. Zâhirî bilgilere ilim; batinî bilgilere mârifet denir.
4. Zahirî ilim sahiplerine âlim (bilen); batınî ve kalbî bilgi sahibi olanlara ise ârif (tanıyan) denilmiştir. Bu anlamda şöyle bir söz vardır: “Allah ilmi halka mübah kıldı, mârifeti ise evliyasına tahsis etti.” Yine “Âlime tabi olunur, ârif ile hidayete erişilir” denilmiştir.
5. Şer’î bilgiler ilim; tasavvufî bilgiler mârifet olarak isimlendirilir.
6. İlim daha genel; mârifet ise özeldir. Bu anlamda küllî olan bilgilere ilim; cüz’î olan bilgilere mârifet tabir edilmiştir.
7. Mârifet, ilham yoluyla Allah, Allah’ın sıfatları, fiilleri, gayb âlemi hakkında elde edilen ve mârifet-i ilahiye olarak bilinen bilgidir. İlim ise bir gayretin sonucudur.
8. Mârifetin kaynağı kalp, ruh, sır, ilham ve keşiftir. İlmin kaynağı ise akılla istidlâl, (İstidlal: Delil getirme, akıl ile düşünerek, inceleyerek, yapılan işi görerek yapanı, yaratılmışları görerek yaratanı anlamak. Muhakeme, anlama kudreti.) duyu organları, nazar ve nakildir. Yani akla, nakle ve dış tecrübeye dayanan bilgilere ilim; keşfe, ilhama, sezgiye ve iç tecrübeye dayanan bilgilere ise mârifet denir. Sehl b. Abdullah Tüsterî, akıl, ilim ve mârifet üçgeninde şöyle bir söz söyler: “Aklın varlığı ilim iledir. İlmin varlığı ise mârifetle olur. Mârifet ise Hakk’ın kendini bildirmesi ile gerçekleşir.”
9. Öncesinde cehalet bulunmayan bilgiler ilim; bulunan bilgiler mârifet olarak kabul edilir. Onun için Allah’a “Âlim” denir, fakat ârif denilmez. (Kelâbâzî, a.g.e., 97. Daha fazla bilgi için bkz., aynı yer.)
Özetle, sûfîlere göre insanın öz sıfatı bilgisizliktir. İlim, sadece Allah’ın sıfatıdır. İnsan, kendisinin esas itibariyle cahil olduğunu, aklı ile sahip bulunduğu az miktardaki eksik bilgilerin kendisine yine Allah’tan ihsan suretiyle geldiğini idrak etti mi, işte o zaman ârif olmaktadır. Zira kalbi ile yaşayan aklının güzel gördüğü şeyle, Rabbi ile yaşayan ise dinin güzel gördüğü şeyle ilgilenir. (Kuşeyrî, a.g.e., 489.)
Hikmet ve mârifet:
Bakara suresi 96. âyet-i kerimede Allah’ın, hikmeti dilediğine vereceği, kendisine hikmet verilen kişiye de pek çok hayır vermiş olduğu bildirilmektedir. Ayrıca Nisâ suresi 113. âyet-i kerimede de “Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi, sana bilmediğin şeyleri öğretti” buyrulmaktadır. İkinci âyet-i kerimenin ifadesinden de anlaşılacağı üzere kitap, Kur’ân-ı Kerim’dir. Hikmet ise okuma ve öğrenme olmadan Allah tarafından peygamberine bildirilen ve ilâhî kitabın içeriğini yaşantı olarak ortaya koyan sünnet bilgisidir. Bu bilgiyi Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) okuyarak ya da öğrenerek almamış, Allah katından kendisine verilmiştir.
Hikmet, ledünnî ilim, yakîn ilmi, mükâşefe ilmi, esrar ilmi gibi adlarla da anılmaktadır. Hepsinden kastedilen anlam, öğrenme olmaksızın Hakk tarafından kula verilen bilgi olduğudur. Cenâb-ı Hakk’ın kendisini kuluna târif etmesi şeklinde tanımlanan mârifet de bir anlamda hikmet sayılmaktadır. Yani sâlikin nefsin tüm istek ve arzularından kesilerek gönlünde Hakk’ın bilgisini yine Hakk’ın vermesi ile bilmesi hali, hem mârifete ilk adım hem de hikmetin başlangıcıdır. Bu bilgiyi alan sâlik, artık gerçek bir ârif/ârif-i billah olmuştur. Çünkü velilerin de derece ve kabiliyetlerine göre hikmetten payları bulunmaktadır. İstidadı çok olana verilen mârifet ve hikmet de o oranda çoktur.
Mârifetin zıddı:
Mârifetin zıddı cehalettir. Cenâb-ı Hakk bir âyet-i kerimede; “Hani Musa kavmine ‘Allah size bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. Onlar da ‘sen bizimle eğleniyor musun?’ demişlerdi. Musa da ‘kendini bilmez cahillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ demişti.” (el-Bakara, 1/67)
Bu âyet-i kerimeden şunlar anlaşılabilir (Allah’u a’lem): Hz. Musa (a.s.)’ın, Allah’ın emrini insanlara tebliğ vazifesini eğlence olarak nitelendirmek isteyenlerden yüz çevirmiştir. Cahillerden yani mârifet ehli olmamaktan da Allah’a sığınmıştır.
Bu âyet-i kerimeye paralel olarak “Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir” (A’raf, 7/199.) âyeti de mârifetin zıddının cehalet olduğunu ortaya koymaktadır.
Ârif ve mârifet hakkında bazı sözler: (Bkz. Kuşeyrî, a.g.e., 490-492; Sülemî, a.g.e., 74.)
Ârif, dediğinin fevkinde, âlim söylediğinin dûnunda (altında)dır.
Şüphe yok ki Allah Teâlâ, başkasına namazda açmadığı ve ihsan etmediğini, ârife yatakta, uykuda iken açar ve ihsan eder.
Ârif, kendisi sustuğu halde ruhundan ve sırrından Hakk’ın konuştuğu kimsedir.
Ârifin konuşması çok zevklidir, fakat susması daha hayırlıdır.
Her şeyin bir cezası vardır. Ârifin cezası, Allah Teâlâ’nın zikrinden kesilmesidir.
Ârifin riyası, müridlerin ihlâsından hayırlıdır.
Hiçbir şey ârifi kederlendirmez ve bulandırmaz. Çevresindekiler onunla saflaşır ve durulur.
Ârif kâin ve bâin’dir. Yani bedeni ile halk arasında, kalbi ile onlardan ayrıdır.
Ârifin alâmeti üçtür: Sahip olduğu mârifetin nuru vera’ın nurunu söndürmez. Kitap ve sünnetin zâhirine aykırı düşecek şekilde bâtın ilminden bahsetmez. Kişinin kerametleri kendisini, Allah Teâlâ’nın insanlara mahrem kıldığı sırları açıklamaya teşvik etmez.”
Ârif kimdir? demişler, şimdi burada idi, gitti denilmiştir. (Yani ârif her makam ehli ile bulunur.)
Ârif amele, zâhid ise mideye rağbetten rahatsız olan kimsedir.
Âriflerin kalpleri Hakk Teala’nın azamet ve kibriyasına hayrandır.
Mârifet, Allah Teâlâ ile bulunan kalbin hayatıdır. Kalp için gaye ise mârifettir.
Allah’ın seni gördüğünü bilmen kadar mârifet, O’nun sana muhtaç olmadığını bilmen kadar ilim sana yeter.
Kalbinde hardal tanesi kadar dünya sevgisi taşıyan kimse mârifete kavuşamaz.
Her şeyin bir kaynağı vardır. Takvanın kaynağı da âriflerin kalpleridir.
Rasûlullah (s.a.v.) Efendimizin sünnetini terk edeni ve O’ndan gelen edebleri gözetmekte gevşeklik göstereni ârif zannetme!
Tasavvufi Ahlâk...arif ve Marifet-2-
Özlenen Rehber Dergisi 68. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.