Ruh, Nefis, Akıl ve Kalbin
ALLAH’A DÖNÜK OLMASI
Eûzü billâhi mine’ş-şeytâni’r-racîm. Bismillahirrahmanirrahim.
Cenâb-ı Hakk’a sonsuz hamd ü senâlar olsun. Efendimiz (s.a.s)’e salât ve selâmların en güzeli olsun inşallah...
Hz. Pîr Abdulkâdir Geylânî (k.s.) Efendimiz buyuruyor ki:
“İrfan sahibi ve bilgi sahibi olan, bütün gücünü Hakk’a yakın ol¬maya harcar. Âhirete geçmeden önce Hakk yakınlığını burada bulma¬yı arzular. Gayretini bu yolda harcar.” (el-Fethu’r-Rabbânî ve’l-Feyzu’r-Rahmânî,15. meclis)
Cenâb-ı Hakk’a yakınlığı elde etmek, işin esasıdır. Şâri’ tarafından emredilenleri yerine getirmek ve haram kılınanlardan sakınmak yakınlık nimetine erişebilmede asıldır. Bu hükümlerin yerine getirilmesi, bütün beşer için mutlakıyet ifade eder. Salih amellerle Yüce Yaratıcıya (c.c.) yönelip kulluğumuzda muvaffakiyet elde edebilmek, bu yakınlık nimetinin kemâl-i vasıf ile husulüne bağlıdır.
Cenâb-ı Hakk insanı kendisine itaatle yükümlü kılarken, yakınlığını elde etmeye de istidatlı halk eylemiştir. Tabi bunu elde edebilmek için de insanda varlığı sabit olan akıl, kalp, ruh, nefis gibi, kuvvet taşıyan unsurların sıfatlarının itaate dönük olması gereklidir. Bu unsurlardan herhangi birinin meylinin itaatten isyana dönük olması, kişinin kulluktaki kemalini zayi eder ve azabın celbini gerekli kılar. İşte bu dört kuvvetin birbirleriyle münasebetleri vardır. Her birinin üzerine aldığı yükümlülüğü yerine getirebilmesi, terbiye ve tezkiye ile nefsin kıskacından kendilerini kurtarmaları şartına bağlıdır. Bu da bize, bu kuvvetlerin nefis ile olan münasebetlerini bilmemizi gerekli kılar.
Akıl – Nefis:
İmana ve teklife, ancak akıl sahibi olan kimse muhatap olur. Akıl sahibi olmayandan ne itaat ve ne de kulluk sorulmaz. Kur’ân-ı Mübîn’de akıl sahiplerine işaret edilerek emir ve yükümlülükler karşısındaki sorumlulukları hatırlatılmıştır; ancak nice akıl sahibi kişilerin kendisini yaratan Hâlık’ına karşı isyan içerisinde olduğu da ilâhî bir ihtar olarak zikredilmiştir.(bkz. el-Bakara, 2/197; el-Mâide, 5/58; el-Enfâl, 8/22; Yûnus, 10/42 vb. âyetler)
Akıl, terbiye ve tezkiyeden uzak bir nefsin çirkin ahlâklarıyla örtülürse, kuvvetini kaybetmiş olur. Bu sebeple hayra ve hayır yollarına yönelemez. Aklı perdeleyen nefis kaynaklı bu menfî tesir kalkınca akıl, rıza yolunun gereklerine hizmet eder. Ahlâkı isyan olan bir nefis, ancak azabı celbeden ahlâkların kazanılmasına hizmet eder.
Akıl, kalp, nefis ve ruh; bunlardan her birinin Cenâb-ı Hakk ile ülfet ve ünsiyeti tam ve bütün haillerden beri olmalıdır; fakat burada şu hiç unutulmamalıdır ki akıl da ruh da ancak nefsin tasallutundan kendisini kurtardığı ölçüde aslına rücû edebilir. Ne akıl ne de ruh aslî vasfıyla kötülüğe bürünmezler. Çünkü bunlar Allah’tan birer nurdurlar. İman ehli insanlarda meydana gelen çirkin ahlâklar, her biri tamamıyla mevhibe-i ilâhî olan bu nurları, nefsin çirkinlikleriyle örtmesinden kaynaklanmaktadır.
İşledikleri her bir günah sebebiyle insanların kalplerinde siyah bir leke oluşur. (Bkz. el-Mutaffifîn, 83/14) Eğer tövbe etmezler ise masiyetleri sebebiyle kalp bütünüyle kararır. (Tirmizî, Tefsîru sûre, 3334; İbn-i Mâce, Zühd 27) Cenâb-ı Hakk şirk ve küfürden imana intikali “karanlıklardan nura çıkarmak” olarak zikrederken, (el-Bakara, 2/257) imandan mahrum olmaları sebebiyle şirk ehlinin kalbini “karanlıklar” olarak vasfetmiştir. (el-Enâm, 6/39, 122)
Akıl iman ile mündemiçtir. Hz. Ali (k.s.) efendimize aklın yeri sorulduğunda “kalptir” buyurması bu münasebetledir. İlâhî hikmetleri kavrayabilme kabiliyeti iman ile mündemiç bu mübarek aklın vasfıdır. Bu yüksek kabiliyetlerin sahibi olan aklın aslî unsuruna rücûu, ancak onu örten nefsin hevâ ve heveslerinden terbiye ve tezkiyesi ile mümkündür.
Peygamberler en akıllı insanlardır. Zira akılları hiçbir zaman nefislerinin tasallutuna girmemiştir. Efendimiz (s.a.v.) hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi; Allah’a iman eden, elçilerini tasdik eden ve Rabbinin taati ile amel eden kimsedir.” (Buğyetu’l-Bâhis An Zevâidi Müsned-i Hâris, Edeb, c.2, s.814, h.no:845 )
“Kendisine akıl nasib edilen kimse kurtuluşa ermiştir.” (Buhârî, Kitâbu’t-Târih)
“Akıllı kimse nefsini muhasebe eden ve ölümden sonrası için çalışandır. Âciz de nefsini hevâsının peşine takan ve Allah’tan temennide bulunan kimsedir.” (Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyâme 25)
Ruh ve nefis:
Ruhun aslı Allah’tandır; Kur’ân-ı Kerim’de ruh hakkında geniş bir bilgi verilmemekle beraber şu âyet-i kerime ile de ruh hakkında soru soranlara cevap verilmektedir: “Sana ruh hakkında soru soruyorlar. De ki: “Ruh, Rabbimin bileceği bir şeydir. Size pek az ilim verilmiştir.”(el-İsrâ, 17/85.)
Ruh ve nefis ilişkisini ise İmâm-ı Rabbanî efendimizin Tîn suresinin 4 ve 5. âyetlerinin tefsiriyle ilgili yapmış olduğu şu güzel izahatı vazıh bir şekilde anlatmaktadır:
“İnsanın rûhu, bu gördüğümüz ceset ile birleşmeden önce, terakkî edemez, ilerleyemezdi. Kendine mahsus makamda, derecede bağlı ve mahpûs gibi idi. Fakat bu cesede indikten sonra, yükselebilmek hâssası ve kuvveti ona verilmiştir. Bu hâssası, onu melekten üstün ve şerefli yapmıştır. Allah’ü Teâlâ lutfederek, ihsân ederek, rûhu, bu hissiz, hareketsiz olan, hiçbir şeye yaramayan, karanlık ceset ile birleştirdi. Rûh ışığını, karanlık ceset ile birleştiren, madde olmayan, zamânlı, mekânlı olmayan rûhu, maddeden yapılan ceset ile bir arada bulunduran, Allah’ü Teâlâ, çok büyüktür. Bütün büyüklük, üstünlükler, yalnız O’na mahsustur. Onda hiç kusur olamaz. Bu sözün ma’nâsını iyi kavramak lâzımdır. Rûh ile ceset, her bakımdan, birbirinin aksi, zıddı olduğundan, bunların bir arada kalabilmesi için, Allah’ü Teâlâ, rûhu nefse âşık etti. Bu sevgi, bunların bir arada kalmasına sebep oldu. Kur’ân-ı Kerîm, bu hâli bize haber veriyor. Tîn sûresinin 4 ve 5. âyetlerinde meâlen, “Biz insanı(n rûhunu) güzel bir sûrette yarattık, sonra onu en aşağı dereceye indirdik” buyuruldu. Rûhun bu dereceye düşürülmesi ve bu aşka tutulması, kötülemeğe benzeyen bir medhdir. İşte rûh, nefse karşı olan bu aşkı, sevgisi sebebiyle, kendini nefs âlemine attı ve nefse tâbi, esîr oldu. Hatta kendinden geçti. Kendisini unuttu. Nefs-i emmâre hâlini aldı. Sanki nefs-i emmâre oldu. Rûh, her şeyden dahâ latîf, olduğundan, madde bile olmadığından, her ne ile birleşirse onun hâline, şekline ve rengine girer. Kendini unuttuğu için, evvelâ kendi âleminde, derecesinde iken, Allah’ü Teâlâ’ya olan bilgisini de unuttu. Cahil ve gafil oldu. Nefs gibi cehalet karanlığı ile karardı. Allah’ü Teâlâ, çok merhametli olduğu, çok acıdığı için, Peygamberler (aleyhimü’s-salavâtü ve’t-teslîmât) gönderip, bu büyükler vâsıtası ile rûhu kendine çağırdı ve ma’şûku, sevgilisi olan nefse uymamasını, nefsi dinlememesini ona emretti. Rûh, bu emri dinleyip, nefse uymaz, ondan yüz çevirir ise, felâketten kurtulur. Yok eğer, başını kaldırmaz, nefisle beraber kalmak, bu dünyadan ayrılmamak isterse, yolunu şaşırır, saadetten uzaklaşır. Bu sözümüzden, ruhun, nefisle birleşmiş olduğu, hatta kendisini unutup, nefs hâlini almış olduğu anlaşıldı. İşte rûh, bu hâlde kaldıkça, nefsin gafleti, câhilliği, rûhun da gafleti, cehâleti olur. Yok eğer, rûh, nefisten yüz çevirir, ondan soğur, onun yerine Allah’ü Teâlâ’yı severse ve kendi gibi, bir mahlûku sevmekten kurtulup, sonsuz var olan, hakîkî Bâkî’ye âşık olup, bu aşk ile kendinden geçerse, zâhirin, yani nefsin gafleti, cehaleti, bâtına, yani rûha sirayet etmez. O, Allah’ü Teâlâ’yı bir an unutmaz. Nefsin gafleti, ona nasıl tesir etsin ki, o nefisten, tamamen ayrılmıştır. Zâhirden, bâtına hiçbir şey geçmemiştir. İşte bu vakit, zâhir gaflette iken, bâtın âgâhtır, uyanıktır. Her an Rabbi iledir. Meselâ, badem yağı, badem çekirdeğinde bulunduğu müddetçe ikisi de aynı bir şey gibidir. Yağ, posadan ayrılınca, her ikisinin hâssaları başkadır ve her bakımdan ayrı iki şey olurlar.” (Mektubât-ı Rabbâni, 99. Mektup)
Kalp ise bütün bu kuvvetleri barındıran cami bir mekândır. Kur’ân-ı Mübin’de Cenâb-ı Hakk “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Ancak Allah’a selim bir kalp ile varan kimse müstesna.” (eş-Şuarâ, 26/89) buyurmaktadır. Selim bir kalbin vasfı, insanda var olan bütün kuvvetlerin Hz. Allah’a tam bir teslimiyet, itaat ve kemâl vasıflı bir sevgi ile mümkündür. Yani Kalbi Allah’tan gayrı ne var ise cümlesinden temizlemekle mümkündür. Kalbin bu hale intikali yukarıda zikretmiş olduğumuz terbiye tezkiye yollu gayrete mebnidir. Kalp ancak bu yolla salâh bulur.
Ve selâmün ale’l-murselîn ve’l-Hamdü lillâhi Rabbi’l-Âlemîn
Fethu'r-rabbânî Sohbetleri
Özlenen Rehber Dergisi 68. Sayı
ALLAH razi olsun hocam.Boyle degerli yazilarinizdan faydalaniyoruz.Selam ve dualarimla.....
Allahım seni bize biran dahi unutturma.Efendim sizin gibi muhterem insanlar böyle değerli yazlar yazdıkça kendi iç muhasebemizi yapmaya vesile oluyorsunuz.bu konudaaki yazılarınızın devamını canı gönülden bekliyorum.vesselemün ittebağel hüda
AllAHIM bu dine hizmet eden herkese güç ve kuvvet verir inşallah
s.a. allah yar ve yardımcımız olsun...bu güzel yolda çalışan kardeşlerimizden allah razı olsun...selam ve dua ile
ALLAH RAZI OLSUN EFENDIM DUANIZA MUHTACIM
selamaleyküm..efendim başımın tacı..rabbim başımızdan eksik etmesin..sana layık birer evlad eylesin inş rabbim..kıymet bilenlere selam olsun..muhabbetle.
Allah razı olsun efendim.Nefsimize yenik düşüyoruz sizin çokça duanıza ihtiyacım var.Rabbim yar ve yardımcımız olsun.
s.a. mübarek efendimin bütün yazıları ihtiyaçlarımıza hitap etmektedir ancak dikkatle takip edilmeli ve tekrar tekrar okunmalı çünkü her okumada anlayış dahada mükemmelleşmektedir.bu dergi tozlansın veya bir köşeye konulsun diye yayımlanmamakta bilakis okunsun ve istifade edilsin diye çıkarılmaktadır yice Rabbim emeği geçenlerden razı olsun s.a.
sa. rabbim sonsuz razı olsun EFENDİM