Özlenen Rehber Dergisi

46.Sayı

Bir Garipsin Şu Fenada

Cafer CEYLAN Özlenen Rehber Dergisi 46. Sayı
Bir garipsin şu fenada...

Gülme gülme ağla gönül!.
..
Derdin dahi çoktur senin.

Gülme gülme ağla gönül!...

Yunus EMRE


Yine oradaydı... Burası insanlardan uzak, kuytu bir yerdi. Yanından küçük bir ırmak akmaktaydı. Bu ırmağın suyu, karların erimesi ve nisan yağmurlarıyla artar; yazın kavurucu sıcaklarla birlikte iyice çekilirdi. Irmağın kenarında sağlı sollu hem üzüm bağları, hem de sebze ve meyve bahçeleri vardı. Hava bulanıktı. Ruhuyla bulunduğu mekân arasında anlamlı bir ilişki olduğunu düşündü. Bu bir maziye kaçış mıydı? Yoksa yüreğinin sızısını hafifletme çabası mı? Yüreği neden sızlıyordu? Yüreğinin sızısını biliyor; fakat bir türlü dindiremiyordu. Belki de elinden çıkan ve elinde bulunan nimetleri hor kullanma, onların kadrini bilememe onu kahrediyordu. Kalbi ağırlaşıyor, sinesinden göz pınarlarına yaşlar yürüyor, oradan da öylece yanaklarına doğru süzülüyor, yakıcı bir kor halini alıyordu. Yanan, mazisi ve hâliydi... Müstakbeli ise meçhul...

Gök kubbeyi siyah, kül rengi bulutlar kuşatmıştı. İncecikten yağan yağmur, önce aklar düşmüş siyah saçlarını; sonra hayatın kahrına, çilesine katlanamayan bedenini ıslatıyordu. Tıpkı gökler de yüreği misali ağlıyordu. Bir an göklerin kendisi için ağladığını düşündü. Sonra acı bir tebessüm... Az sonra yerde bulunan yeşil çimenler dikkatini çekecekti. Yağmurla ıslanmış, boyunlarını bükmüş garibâne öylece duruyorlardı. Dudaklarından yavaşça, “Keşke ben de bunlar gibi olsaydım. İnsanlar üzerime basıp geçselerdi. Ne vardı?” sözleri döküldü. Neden bu şekilde söylemişti? Dünyaya, insanlara, nefsine bu kadar küskün müydü?

Hüzün dolu nemli bakışlarını, titreyen yaralı yüreğiyle göklere çevirdi. Ruhuyla siyah kül rengi bulutlar arasında anlamlı bir bağlantı olduğunu düşündü. Tam bu sırada kulakları sağır eden bir gök gürlemesiyle irkildi. İncecikten yağan yağmur, sert bir rüzgârla bardaktan boşanırcasına şiddetlenmişti. O mezarlık hatırına geldi. O mezarlık, bir kara kışta doğduğu; anne, baba ve kardeşleriyle mutlu bir yuvada hayatının baharını geçirdiği eski muhitindeydi. Şimdi o mutluluğu, virane, harabe olmuş, yuvasız kuşlar gibi yuvası dağılmıştı. Fani âlemden kâm alınamayacağını öğrenmesi uzun sürmemişti. Kâm da şan da Yüce Arşın Sahibi katında ve yanında idi...

Hatıralarıyla örülü bu mezarlığa yakın tarihte çok sevdiği birisini de gömmüşlerdi. O gün ne yapacağını şaşırmıştı. “İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn” derken sevdiği bir canı kaybetmenin acısını, tadanlarla birlikte o da tatmıştı. Kuşkusuz herkes ölecek, o da ölecekti. Baki olan bütün mevcudatı yaratan, bitmez tükenmez hazineler sahibi Allah (c.c) idi.

Kendini bildi bileli o mezarlığı ziyaret eder, uhrevî âleme giden yolun bu son durağında yoğun düşüncelere dalardı. Şiddetini her geçen saniye arttıran yağmur altında yine aynı mezarlığa gitmeyi arzuladı. Bu mezarlıkta nedametle yoğrulan kalbi, acıyla mayalanan ruhu sanki teselli ediliyordu. Yağmurdan sırılsıklam olan vücudu üşüyerek titremiyor, aksine yanıyordu; fakat o bütün bunların farkında bile değildi. Onun derdi çok daha başkaydı. Başı önde, boynu bükük vakur adımlarla mezarlığın yolunu tuttu. Mezarlık fazla uzak değildi, yakın da değildi. Yürüdü, yürüdü... Ayakkabısının içi dahi ıslanmıştı.

Evet, onun derdi gözünü yaşartan, yaralarını kanatan başka şeylerdi... Mezarlığa geldiğinde akşama az bir vakit kalmıştı. Yağmur şiddetini azaltmış, atıştırır bir hâl almıştı. Mezarlığın etrafını dahi bir ölüm sessizliği bürümüştü. Bu lâhutî atmosfer içinde yürürken dudakları kımıldıyordu. Dün kendisi gibi olan, bugün gördüğü akıbete uğramışlar için dua dua yalvardı. Hiç kuşkusuz yarın kendisi de onlar gibi olacaktı. Birileri ona dua edecek miydi? “İnşallâh İlâhî!...” dedi.

İşte o sevgilinin mezarındaydı. Yağmur iyiden iyiye dinmiş, hava hem soğumuş hem de kararmıştı. Bir ara havanın kararmasıyla kandilleri, ışıkları yanan mezarlık muhitindeki evler dikkatini çekti. Acaba bu evlerdeki insanlar yanı başlarında bulunan mezaristandan ibret alıyorlar mıydı? Gün gelecek onların da diğerlerinin olduğu gibi yanan kandilleri, ışıkları sönmeye, canlı bedenleri cansız kalmaya, tenleri aslına rucû etmeye mahkûm olacaktı. Bu sondan bir kaçış var mıydı?!...
Kabrin hemen yanı başında secde etme arzusu içine düştü. Islak otlarla kaplı zemine ilk secdesini yaptığında başını bir türlü secdeden kaldırmak istemedi. Ruhu, kalbi o kadar doluydu ki... Takdire ve taksime razı idi. İki iyilik bir arada olmaz, iki kötülük de bir ara da olmazdı. Yaratan, kulluk için yaratmış; canımızla, malımızla, sevdiklerimizle... imtihan ediliyorduk. Allah’ın hikmetinden sual olunmazdı. Her şeye hikmet aynasından bakmak lazımdı. Sabredenlerle beraber emir ve yasaklara güzellikle sabretmeliydik... Fakat neden acısı, sızısı dinmiyordu? Bir garipti şu fenada...

Kendisine sayısız lütuflarda bulunan, ayıbını örten, üzerine şefkat ve merhametini yayanına karşı çok nankör, asi olduğunu düşünüyordu. Ah! Daha neler, neler düşündü... Bütün bu düşünceler içerisinde iken nasıl ağlamazdı?! Hem de nasıl ağlıyordu. Vücudu hıçkırıklarla sarsılıyor, göğsü bir kazanın fokurdaması gibi sesler çıkartıyor, kan çanağı gözlerinden çamura bulanmış yanaklarına pişmanlık gözyaşları akıyordu. “Affet İlâhî!” dedikçe yüz üstü yerlere bir acı çığlıkla kapanıyordu. Bu haline yürek mi dayanırdı? Sadece Rabb’i onu o haliyle görüyor, dualarını işitiyordu. Zaten Rabb’inden başka kimi kimsesi yoktu. Rabb’ine, “Kimsesizlerin Kimi!” diye hitap etmek çok hoşuna giderdi... Bir de “Ey Güzelleri Yaratan Güzeller Güzeli!” demek...

Her anımsadığında gözlerini nemlendiren, onu derin düşüncelere salan bu kabir kime aitti? Kim bilir? Belki sevgisine doyamadan giden babasına, kendisi için uykusuz sabahlayan annesine, belki öpüp koklamaya kıyamadığı yavrusuna, belki de sahip çıkamadan, daha helâlleşemeden fani âleme göç eden kardeşine... Bilinmez.

Neden sonra secdeden başını kaldırdı. Rahatlamış, ruhunun kasaveti dağılmıştı. Elbisesi ve yüzü çamur olmuştu. Az ilerde bir çeşme vardı. Çeşmeye yöneldi. Hem elini yüzünü ve elbiselerini temizlemeye çalışıyor, hem de Güzelleri Yaratan Güzeller Güzeli’ne münacat ediyordu: “Allah’ım! Bedenimi ve elbisemi kirden arındırdığın gibi kalbimi de kirden arındır. Bir an dahi Sen’i anmaktan gafil bırakma. Her hâlimde rıza dairenden beni atma. Sen’den başka kimim kimsem yok. Ey Kimsesizlerin Kimi! Sem benim Rabb’imsin... Ulu tahtına sığınıyorum....”

Çıkmak üzere kabristanın geniş kapısına yaklaştığında, “Selâmün aleyküm ey ehl-i kubûr! Allah sizlere ve bizlere rahmet etsin!... Şüphesiz yarın sizlere kavuşacağız.” diye tekrar Rabb’ine yöneldiğinde birden içi ürperdi, korkuyla doldu. Nasıl korkmazdı ki? Fitnelerin çoğaldığı, zulümlerin arttığı ahir zamana tekrar dönüyordu.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

  • Salih

    Yazarımız gerçekten akıcı bir uslup kullanmış. İnsan olay kahramanına kendi yerine koyuyor. Tek kelime ile muhteşem.

1 kişi yorum yazdı.