Sahabe Efendilerimizin Rasûlullah (a.s.) ile olan ilişkilerinin en belirgin özelliği ’sevmek’ti. Sevmek, öğrenmek ve yaşamak. Onlar, Efendimiz’i (a.s.) aşk derecesinde sevdiler; dinle, îmanla alâkalı her şeyi harfiyen öğrendiler ve aynı hassasiyetle yaşadılar. Onlar, İslâm ve Rasûlullah (a.s.) uğrunda mallarını ve zamanı geldiğinde canlarını, hiç gözlerini kırpmadan feda ettiler. ’Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah!? sözü, onların hayatında gerçek olan bir sevginin göstergesiydi. Zira anneler, savaş dönüşlerinde kendi ailesi ve çocuklarından önce Efendimiz’in (a.s.) hayatta olup olmadığını soruyorlar, kendilerine aile fertlerinin savaşta şehit olduklarının haberi verildiği halde o sahabe annelerimizin sineleri, ’ya Efendimiz’e (a.s.) bir şey olmuşsa? diye yanıp kavruluyordu. O’nun (a.s.) saçının bir teli, aldığı abdest suyu bile teberrük olarak görüldü. İşte bu Rasûlullah sevdası, daha sonra kavimlere, nesillere intikal etti. Yüzyıllar ve nesiller boyu bir sevdadır, inananların gönüllerinde Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)!
İşte bu sevginin tezahürlerinden birisi de Efendimiz (a.s.)’ın dünyaya teşrifleri sebebiyle yapılan Mevlit Kandili ve Kutlu Doğum Haftası’dır ki; Müslümanların gönüllerindeki Peygamber sevgisinin dışa yansıyışıdır. Hiç olmazsa işte bu günler vesilesiyle yediden yetmişe, İslâm’la ilgisi şu veya bu ölçüde bulunan insanlar, ’Rasûlullah Aşkı’nda kenetlenmeliler. Zira böyle bir sevgi atmosferine İslâm dünyasının gerçekten çok ihtiyacı var.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda dünyadaki sosyo-ekonomik dengelerin değişimi, inançlar üzerinde de oldukça etkin olmaktadır. Batılı ülkelerin daha çok özgürlük, eşitlik, sosyo-ekonomik adalet, diyalog, açıklık, uzlaşma ve barışın temsilcileri olduklarının iddiası, İslâm ülkelerine ve bunun yanında Müslümanlara olan uygulamalarıyla ne kadar tutarsız ve bulanık olduğu yaşadığımız hadiselerle ispatlanmaktadır.
İnsanlık 90’lı yılların başında bloklar çatışmasının sona ermesine ve duvarlar yıkılmasına şahitlik etmiştir. İşte bu dönemde yani Soğuk Savaş esnasında komünizme karşı İslâm’ı kullanmaya kalkarak ’yeşil kuşak’ projesi yapanlar, artık İslâm Dünyası’na karşı tavır almaya başladılar. 1979’da İran’daki Humeynî İhtilâli, siyasî ilimler literatürüne ’İslâm Devrimi’ ve Batı kaynaklarında kullanılan İslâmî Köktendincilik (Islamic Fundamentalism) kavramlarını ortaya çıkarmış; daha sonra Orta Doğu kaynaklı terör örgütlerinin eylemleri de, ne yazık ki ’İslâmî Terör’ şeklinde ifade edilmeye başlanmıştır. Bu arada Amerikalı Samuel Huntington’un, din ve kültür farkına dayandırdığı ’Medeniyetler Çatışması’ tezi de, Hıristiyan âlemini, İslâm âlemine karşı kışkırtmada teorik bakımdan önemli rol oynamıştır.
Demirperde yıkıldıktan sonra 1990 ilkbaharında yapılan ilk Bilderberg Toplantısı’nda, artık komünist bloğun çöktüğü, demokratik Batı dünyası için İslâm’ın tek tehlike olarak bulunduğu tespiti yapılmıştır. İşte yapılan bu tespitler doğrultusunda ’İslâm düşmanlığı’ salgın gibi dünyanın her yanına yayıldı. Bu süreçte maalesef, İslâm dünyasında Batı’ya karşı etkili propaganda geliştirilemedi. Barış ve esenliğin en güzel temsilcisi olan Hz. Muhammed (a.s.) ve İslâm dini şiddetle, terörle eşanlamlı hale geldi. Çünkü Osmanlı Devleti’nin çöküşünden sonra zaten başsız kalan İslâm Dünyası’nda, önceleri Filistin halkının haklı mücadelesi olarak başlayan eylemler, daha sonra âdeta Huntington gibi teorisyenleri haklı çıkarırcasına ’küresel terör’ eylemlerine dönüştürülmüş ve bu furya sonucunda 11 Eylül’e ulaşılmıştır. Birtakım meczup ve fanatik teröristlerin İslâm adına ’cihad’ ilân ederek insanlık dışı kanlı terör eylemleri yapması, en fazla İslâm’a ve Müslümanlara zarar verir hale gelmiştir. Bu yüzden Müslümanlar Batı tarafından hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın potansiyel suçlu gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Çünkü bilinçli bir stratejinin sonucu olarak hep, şiddete bulaşan Müslüman unsurlar nazara verilmekte ve ’iyi örnekler’ görmezden gelinerek üstü örtülmektedir. İşte geçtiğimiz aylarda Danimarka başta olmak üzere bazı Avrupa basınında yayınlanan ve Efendimiz (a.s.)’i hedef alan çirkin karikatürler de İslâm düşmanlığının zirveye çıktığı son örneklerden birisiydi.
Geçmişten günümüze Batı’da İslâm’a karşı düşmanca bir tavır ve birikim söz konusudur. Fakat burada bir yön hep göz ardı edilmektedir. İslâmiyet İbrahimî bir dindir. Üç büyük din de, birbirinin devamıdır. Müslümanlar, Efendimiz (a.s.) ile birlikte ilahî mesajın kemâle erdiğine inanırken, Hıristiyanlar, tıpkı Yahudilerin Hıristiyanlığı yoldan çıkmış bir Yahudi tarikatı olarak görmeleri gibi, İslâmiyet’in Hıristiyanlığın mesajının tahrifiyle ortaya çıktığına inanırlar. Yani bir Katolik için, Müslüman ile Protestan arasında inanç karşısındaki durumları açısından hiçbir fark yoktur. Ortadaki gerginlik Konfüçyüs, Budizm veya Hinduizm ile İbrahimî dinler arasında geçmiyor. Zaten meselenin vahametini arttıran da budur. Bu kadar vahim bir şey ise tesadüf olamaz. Bir de bu hatada ısrar ediliyorsa. Demek ki, ortada kasıtlı bir tahrik var. Ortada bir tahrik varsa, burada amaçlanan da hedefte olanların tahriklere kapılmasıdır. Öyle ya, İslâm dinini terörle eş tutan bir hakaret yüzünden, Müslümanlar şiddetli tepki gösterirse tahrik hedefine ulaşmış olacaktı.
Peki, bizler bu ve buna benzer üzücü hadiseler karşısında ne gibi bir tavır sergilemeliyiz ki; bu kötü niyetli kişiler hedeflerine ulaşamasınlar. Öncelikle Kur’ân ve Sünnet bize neyi emrediyorsa yani bu tür hakaretler karşısında Asr-ı Saadet’te nasıl davranılmışsa biz de öyle davranmalıyız. Kevser, Leheb, Hümeze sûrelerinin ve buna benzer pek çok âyetin Efendimiz (a.s.) ve Müslümanlarla alay edenler hakkında nâzil olduğunu da iyi tahlil etmeliyiz. Tâif’te Efendimiz (a.s.)’i taşlayanların üzerine felâketin gelmesine ’Onlar bilmiyorlar!? diye râzı olmayan Habîbullah’ın tavrını da güzel bir şekilde değerlendirerek; O’nun, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini de unutmamalıyız. Anne, babamızdan, eşimizden, çocuklarımızdan ve hatta canımızdan çok sevdiğimiz Rasûlullah Efendimizin sünnetlerini ve ahlâklarını ihyâ etmek için yarışmalıyız. İslâm’a ve onun kutsallarına yapılanlar karşısında öylesine vakur, dengeli, kararlı ve kendine hâkim bir tepki geliştirmeliyiz ki, bu komploları hazırlayan zavallılar ’utanç’ içinde kalmalılar.
Onların böyle bir akılsızlıkları karşısında dahi yine de mantıkî ve aklî hareket ederek hem Efendimiz (a.s.)’a karşı, hem de Kur’ân’a karşı saygımızı ifade etmeliyiz. Bir kere onların yaptığı o cürüm, savulması gerekli olan bir şeydir. Müslümanların mukabelesi o cinsten bir şey olmuyor ve zaten hadiseleri savmaya da yeterli değildir. Yani sen onun bayrağını yakacaksın da ne olacak! Bunlar hep deneniyor. Ne tam bir mukabele ne de akıllıca oluyor. Sadece kinini, nefretini, gayzını ortaya koyma oluyor. Bu yüzden karşı tarafta kini, nefreti, gayzı daha da artırıyor. Bence, medenice davranmak lazım. Onlar medenice bir davranış sergilemedikleri halde bizler medenice davranmamız gerekli. Her şeye rağmen soğukkanlı olmalı, İslâm’ın emir ve yasaklarından asla taviz vermemeliyiz. Bizim rehberimiz Rasûlullah (a.s.)’ın da bildirdiği gibi; kötülüğü iyilik ve güzellikle savacak, yani mü’mince bir tavır sergilemiş olacağız.
Ayrıca başımıza gelen bu hadiseler karşısında Müslümanlar olarak kendimizi de bir nefis muhasebesine tabi kılmalıyız. Zira bugün İslâm’ın aleyhine olan her şey için Batı yargılanıp infaz edilmekte. Pek çok kimseye göre İslâm’a gelen kötülüklerin kaynağı Batı diyerek başını kuma sokanlar da yok değildir.
Öncelikle ikide bir ’Düşmanlarım benim hakkımda kumpas çeviriyor’ diye yakınmak yerine, ’kumpas çevrilmeye’ müsait olmaktan kurtulmamız gerekli değil mi!
Sevginin elçisi bir Yüce Peygamberin, eğer bugün terörist diye karikatürleri yayınlanıyorsa, bunda, hakaretlerde bulunan izansız ve provokatör Batılı kadar, kanlı cinayetlerini İslâm adına işleyenlerin rolü yok mudur?...
İslâm dünyasının içine düştüğü ’zillet’ halinin sorumluluğunu başkalarında aramak yerine kendimizde de aramayı deniyor muyuz?
’Güzelim Bağdat’ımız ve dünyanın pek çok yerinde Müslüman toprakları işgal altında’ diye ağlayıp sızlamak, inlemek yerine (tabi o kadarını da yapabilecek gönül kalmışsa); bunun yerine kafamızı ellerimizin içine alıp düşündük mü?
’Saddam denilen eli kanlı zalim, güzelim Bağdat’ımızda yıllarca nasıl hüküm sürdü?’
Kendine ’Neden bizim coğrafyamız yoksulluk üretiyor ve bilim-teknik yönünden geri kalmışlık içerisinde’ sorusunu sor ve mason parmağı ya da Yahudi komplosu filan aramadan, yani kendimize dönerek cevaplandırmaya çalışalım, bakalım bulabilecek miyiz?
Nefsimize diyelim: İşte savaş, açacaksan kendi tembelliğine, dünya ve onun geçici sevgilerinin Allah (c.c.) ve Rasûlullah (a.s.) sevgisinin önünde oluşuna, yaşantı olarak Rasûlullah (a.s.)’ın ahlâklarından uzak oluşuna savaş aç!
İsyan edeceksen içinde bulunduğun İslâm’a uygun olmayan hallerine isyan et!
Ancak böyle yaptığımız takdirde komplekslerimizden kurtulabilir, yeniden kendimize olan özgüveni kazanabiliriz.
Unutmayalım ki;
Edepsizin edepsizliği sen ancak edebini korursan belirginlik kazanır.
Hani o yüce Peygamber (s.a.v.), ’Güzel ahlâkı tamamlamak için’ gönderilmişti?
İslâm Dünyasındaki Hüzün ve Kutlu Doğum
Özlenen Rehber Dergisi 37. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.