Şüphesiz ki İslâm tarihinin en mühim hadiselerinden birisi de hicrî aylardan Muharrem’de vuku bulan ’Hicret?tir. Bu yıl muharrem ayı 31 Ocak’ta başlamaktadır.
Hz. Ömer (r.a) devrinde Sahabe-i Kiram’ın, Müslümanlar için bir takvim vaz’ etme ihtiyacını duydukları vakit, takvimin başlangıç noktası olarak, Peygamberimiz (s.a.v.)’in Mekke’den Medine’ye hicreti vakasını seçmiş olmaları, meselenin ehemmiyetini açıkça ifade etmektedir. Peygamberimiz (s.a.v.), dini yaşama ve tebliğ etme vazifesini ifa ederken, düşmandan gelen tehdit ve tehlikelere üç şekilde karşı koymuştur: Bunlardan birincisi; sabır, ikincisi hicret, üçüncüsü cihattır. Zâhirde birbirinden farklı ve zıt gibi görünen bu üç şey, şartlara göre yağmur, kar ve buz şeklinde değişik suretlerde karşımıza çıkmakla beraber hep aynı kalan su gibi, Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatında hiç değişmeyen ve daima aynı kalan ’dini yaşama ve tebliğ? gayelerinin tahakkukunda başvurmuş olduğu birer vasıtadan ibarettir.
Bu vasıtaların ilki sabırdır. Hicret’ten önceki devre, Müslümanlar için tahammülü zor bir devredir, her çeşit tahrip ve işkencelerle doludur. Müşrikler; alay, hakaret, küfür, dayak, boykot ve öldürmeye varıncaya kadar işkencenin her çeşidine başvuruyorlardı. Bu işkence ve tahrip devresinde Müslümanlar sayıca az, kuvvetçe zayıf idiler. Müşriklerden gelen tehlikeye aynı şekilde fiili bir mukabele yok olmalarına sebep olabilirdi. Bu sebeple ilk nazil olan surelerde sıkı sıkıya emredilen, ısrarla üzerinde durulan hususlardan biri de ’sabır?dır.
İlk nazil olan surelerden Asr suresinde ’birbirlerine sabır tavsiye edenler? övülür. Peygamberimiz (s.a.v.) zulme maruz bir Müslüman’la karşılaştığı zaman, her seferinde: ’Ey falanca! Sabret, mükâfatın cennettir.? buyurduğu rivayet edilir. Bu devrede Peygamberimiz (s.a.v.) îmanı, sabır olarak tarif edecek kadar ’sabır’a önem vermiştir. Amr İbni Abesi’nin: ’Îman nedir?? sorusunu Efendimiz (s.a.v.): ’Sabır ve müsamahadır.? cevabını vermişlerdir. Hatta bir kısım Müslümanların kendilerine işkence yapan kâfirlere, hiç olmazsa beddua etmeleri için müracaat etmeleri üzerine Peygamberimiz (s.a.v) şu cevabı vermişlerdir: ’Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı, bazılarını gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye bölündüğü hâlde, bu yapılanlara sabrettiler, îmanlarından vazgeçmediler.?
Taberî’nin bir rivayetinde şöyle geçmektedir:
’Bir an oldu ki Müslümanlar bu elim vaziyete artık tahammül edemeyecek hâle gelerek Peygamberimiz (s.a.v.)’e şöyle dediler: ’Biz kendimizi müdafaa edebilecek durumdayız. Zira bizim de akrabalarımız, adamlarımız var. Biz senden sadece mukabele etmek için müsaade talep ediyoruz.? dediler. Peygamberimiz (s.a.v.), ’Sizin hâla sabra gücünüz varsa sabredin.? buyurduklarında, onlardan, ’Artık bizim sabrımız kalmadı, kendimizi müdafaa etmemiz için bize müsaade et. Eğer vuruşmak gerekiyorsa vuruşacağız.? demeleri üzerine Peygamberimiz (s.a.v.)’in cevabı şu oldu: ’Ben Allah’tan emir almadıkça size, kendiliğimden izin veremem, hiçbir şey söyleyemem.? O gece, Efendimiz (s.a.v.) bu hususta Cenâb-ı Hakk’a yalvardı. Bu dua üzerine şu âyet nazil oldu: ’(Ey Peygamber)! Daha önceki Peygamberlerden azim sahibi olanların (Ulü’l-Azm) sabrettikleri gibi sen de sabret. Onların azabı için acele etme.?
Peygamberimiz (s.a.v.) ertesi gün mü’minlere, bu âyeti okuyarak tekrar sabır tavsiye buyurmuşlardır. Peygamberimizin bu davranışının başka neticeleri de vardır. Onlardan birisi de mazlum Müslümanların lehinde acıma ve şefkat duygularının tahrik edilmesidir. Bu durumda bilhassa işkence gören Müslümanların yakınları ve akrabaları son derece hassaslaşıyorlardı. Hz. Hamza (r.a) Efendimizin İslâm’a girmesi de böyle bir durumun neticesinde olmuştur. Bu hadise şöyle olmuştur: Bir gün Ebû Cehil, Peygamberimiz (s.a.v.)’e çok ağır hakaretler yapar ve bununla da yetinmeyerek mübarek vücutlarından kanlar akacak kadar yaralayıcı darbelerde bulunur. Bu saldırıya karşı Efendimiz (s.a.v) sabır ve sükûnetten başka bir mukabelede bulunmaz. Bu durum, hadiseye şahit olan bir kadının kendini tutamayarak hüngür hüngür saatlerce ağlamasına sebep olur. Kadına rastlayan Peygamberimiz (s.a.v)’in amcası Hz. Hamza (r.a), kadının bu dokunaklı ağlayışının sebebini sorup öğrenince, hadiseden son derece müteessir olur. İntikam hisleriyle dolu olarak harekete geçen Hz. Hamza, Ebu Cehil’i yaralamakla da kalmayıp, Müslümanlığını da ilan eder. Peygamberimiz (s.a.v)’i mutlu eden bu hadise Efendimiz’in (a.s) zulme karşı sabrının bir meyvesi idi.
Sabırdan sonra gelen ikinci safha hicrettir. Müşriklerin mü’minler üzerindeki tehdit ve baskısı dini yaşamak ve yaymak şartıyla hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca Peygamberimiz (s.a.v) mü’minlere dinlerini emniyet içerisinde tatbik edecekleri yerlere (Habeşistan ve Medine gibi) hicret hususunda izin vermesine rağmen, kendisi Mekke’de kalmaya devam etti. Zira ailevî konumu sebebiyle kendisine diğer mü’minlere edildiği şiddette kötülük edilememekteydi. Müşriklerin Efendimiz’i (a.s) öldürmeye karar vermeleri üzerine Peygamberimiz de Allah’ın emri gereğince hicrete karar verdi. Bu anlamda Hicret, bir kaçış değil, dinin tamamen yok edilme noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak yaşatılmasına müsait ortamın aranmasıdır. Hicreti, Rasûlullah Efendimize emreden de, bu kutlu yolculuk esnasında kâfirlerin planladıkları tüm tuzaklardan onu koruyan da Allah Azze ve Celle Hazretleri’dir. Rabbimiz dininin ikmali için Habib’ine yeni bir yurt olarak Yesrib’i seçmesini emretmiştir. Kur’ân-ı Kerim, dinlerini yaşama ve yaymada sıkıntılara duçar olan mü’minleri, hicret etmedikleri takdirde mazur addetmiyor, kesinlikle sorumlu tutuyor. Bunların dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer aramakla da mükellef tutuyor.(1) Bu ilâhî bir emrin nebevî bir ahlâkla tezahürüdür.
Nisâ suresi yüzüncü âyetinde, zulme maruz olanlar hicrete teşvik edilmektedir: ’Kim Allah yolunda hicret ederse yeryüzünde gidecek, barınacak birçok yerler, genişlikler bulur. Kim evinden, Allah’a ve O’nun Peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse muhakkak ki, onun mükâfatı Allah’a aittir?? buyrulmaktadır. Peygamberimiz (s.a.v.) Müslümanların emniyetini Medine’de garanti altına aldıktan sonra, bütün Müslümanlara hicret etmelerini emretti.
Sabır ve hicreti tamamlayan üçüncü safha cihattır. Peygamberimiz (s.a.v.) 622 tarihinde Medine’ye hicretinden sonra cihad izni Medine’de verildi; ancak ilk zamanlar cihat izni kayıtlı ve bu izin sadece; ’kendileriyle mukâtele edilen ve zulme uğrayanlar?(2) olarak tavsif edilen Mekkeli muhacirlere hastır; ancak Müslümanların siyasi durumu ve maddî gücü düzeldiği nispetle cihad daha umumi bir vecibe hâline dönüşmüştür.(3) Kur’ân-ı Kerim’in, Mekke’nin fethinden sonra verdiği cihad emri öncekilere nazaran daha sert ve daha umumidir.(4)
Hülasa; sabır, hicret ve cihad, Peygamberimiz’in (s.a.v.) düşman tehlikesine karşı koymada kullanmış olduğu ilâhi bir taktiğidir.
Peygamberimiz (s.a.v) Medine’ye hicret ettikten sonra orada bir Müslüman cemaat meydana getirmişlerdi; ancak Müslümanların sayısı Medine’de yahudi, münafık ve müşriklerin içerisinde azdı. Bu guruplar Peygamberimiz (s.a.v.)’in Medine’ye gelişleriyle birçok menfaatlerine halel geldiğini düşünüyorlar ve Müslümanların aleyhinde gizliden gizliye faaliyetler yapmaya çalışıyorlardı. Ayrıca Mekkeli müşriklerin bu guruplarla Müslümanlara karşı işbirliği yapmaları da mümkündü. İşte bu tehlikelerden dolayı Medine’de Müslümanların sayıca çoğaltılarak fiilen kuvvet kazanması gerekiyordu. Bu açıdan, Medine’ye hicret eden her Müslüman sadece kendisini kurtarmakla kalmıyor aynı anda Medine’de Müslümanların ve Peygamberimiz (s.a.v)’in kuvvetini arttırarak İslâm’ı takviye etmiş oluyordu. Bu sebeple hicret, her inanan kimseye farz ilan edildi. Peygamberimiz (s.a.v.) o dönemde, imkân bulup da ’Hicret etmeyen kimsenin imanının makbul olmayacağını? bildirdi ve ’Bir müşrik, Müslüman olduktan sonra müşriklerden ayrılmadıkça Allah onu hiçbir amelini kabul etmez? buyurdu. Peygamberimiz (s.a.v.), en efdal amelin ne olduğunu soran kimseye, ’Şu halde sana hicret gerekir, zira ondan daha efdal amel bilmiyorum.? cevabını verir.(5) Hatta Kur’an’da Tevbe 20-22 ve Enfal 72 ve 75. âyetlerinde faziletli ameller sayılırken, hicret, îmandan sonra zikredilir. Hicret böylece, mü’minler nazarında son derece kıymetli ve arzulanan bir şey olunca, bedevîler bile geride mal, evlat, dünyalık ne varsa hepsini terk ederek ’çok uzak yerlerden?, ’hicret şartı? üzerine biat yapmak maksadıyla, Medine’ye koşuyorlardı.
Saffan İbni Abdurrahman, Mekke’nin fethi günü, babasını Rasûlullah (s.a.v.)’in huzuruna çıkartarak: ’Ya Rasûlallah, babamı hicretten mahrum etme! Ona da bir nasip ayır.? diye ricada bulunur. Peygamberimizin (s.a.v.): ’Artık Mekke’nin fethinden sonra hicret kalkmıştır.? cevabı üzerine Saffan (r.a.), Peygamberimiz (s.a.v.)’in amcası Hz. Abbas (r.a.)’ı bularak babasının hicretten bir nasip alabilmesi, muhacir vasfının manevî mükâfatından hisseyâb olabilmesi için Rasûlullah nezdinde şefaatçi olmasını rica eder. Hz. Abbas (r.a.) da kabul eder. Ancak Mekke’nin fethinden sonra İslâm’ın artık takviye için muhacirlere ihtiyacı kalmamış olması ve Müslümanların da her yerde dinlerini istedikleri gibi tatbik edecek nüfuzu elde etmeleri sebebiyle, Peygamberimiz (s.a.v.) hicret müessesini kaldırmaya karar vermiştir. Bu sebeple ricacı olarak gelen amcası Hz. Abbas (r.a.)’a cevabı menfi (olumsuz) olup şöyle buyurmuştur: ’Mekke’nin fethinden sonra hicret mümkün değildir.?(6)
Burada Peygamberimiz (s.a.v.)’in kaldırdığı hicret, Mekke ve havalisinden Medine’ye olan hicretti. Yoksa daha umumi manada hicret kıyamete kadar devam edecektir. Füdeyk Ebu Beşir ez-Zebidi (r.a) Rasûlullah (s.a.v.)’e gelerek, ’Ey Allah’ın Rasûlü! İnsanlar zannediyorlar ki, hicret etmeyen helak olmuştur (bu doğru mu?)? diye sorar. Efendimiz (a.s) şu cevabı verir: ’Ey Füdeyk! Namazı kıl, zekâtı ver, kötülüklerden hicret et, ondan sonra yeryüzünde dilediğin yerde otur.?(7)
Tıybi bu hadisi açıklarken şunları söyler: ’Hadisin manası şudur: Vatanından ayrılıp Medine’ye gitmekten ibaret olan hicret bitmiş, yerini cihad sebebiyle ayrılmaya bırakmıştır. Binaenaleyh cihad sebebiyle hicret bâkîdir. Küfür diyarından kurtulmak, okumak için gurbete çıkmak, fitneden kaçmak gibi bir niyetle yapılan hicret de öyledir. Peygamberimiz (s.a.v.) kendisinden sonra kıyamete kadar gelecek olan mü’minlerin de hicret sevabından hisseyâb olabilmeleri için şöyle tebliğ buyurmuşlardır: ’Hakiki muhacir, Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir.?(8) diğer bir hadis-i şerifte ise, ’Hicret ikidir; biri kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Rasûl’üne hicrettir.? buyurmuşlardır.?
Rabbimiz bizlere hicreti, kötülüklerden kaçmak suretiyle ruhunda yaşayanlardan kılsın. Âmin.
?????
1. en-Nisâ, 4/97.
2. el-Hacc, 22/39.
3. el-Bakara, 2/190-191.
4. et-Tevbe, 9/5.
5. Nesâî.
6. İbnu Mâce.
7. Üsdü’l-Gâbe.
8. Buhârî
Hicret'in Sabır ve Cihad Açısından Tahlili
Özlenen Rehber Dergisi 34. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.