“Bir Âlim ve Ârif Olarak Hz. Abdullah Farukî el-Müceddidî (k.s)”
Bismillâhirrahmânirrahim
Elhamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin ve’s-slâtü ve’s-slâmü alâ rasûlinâ Muhammedin ve eshâbihî ve ezvâcihi ve evlâdihi ve etbâihi ve ehlibeytihi ve ümmehâtihi ve ebîhi bi adedi külli şey’in fi’d-dünyâ ve’l-âhirati ve kezâlik ve’l-hamdü lillâhi Rabbi’l-âlemin.
Bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Rabbimize sonsuz hamd, O’nun Habîb-i Edîbi cihan Peygamberi (s.a.v.) Efendimize salât ve selâmların en güzeli olsun inşallah. Öncelikle çeşitli illerden, Ankara içinden programımıza iştirak eden, siz değerli misafirlerimize hoş geldiniz diyorum, Cenâb-ı Hak sonsuz razı olsun inşallah.
Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretlerinin hakikaten anlaşılabilmesi için, onun sohbetinde bulunmanın ve o ortamlardaki ruh halini yaşamanın önemi büyüktür...
Ben Allah dostlarını Nahl sûresinin 15. âyet-i kerîmesinde “Sizi sarsmaması için yeryüzünde sağlam dağlar meydana getirdi.” Âyet-i kerimesine teşbih ediyorum. Yeryüzü, o muhkem dağlarla muhafaza edilirken; insanlar da, her birinin gönlü Kur’ân süzgeci olan ve muhkem dağlar gibi yeryüzüne serpiştirilmiş olan Allah dostlarının hâliyle muhafaza ediliyor. Vefatlarından yıllar geçmesine rağmen nice Allah dostlarının sevgi ve muhabbetlerinin, yaşamasına rağmen ölmüş olan nice kalpleri ihya ettiğini çok açık bir şekilde görüyoruz. Beldemizde bulunan Hacı Bayram-ı Velîler, Konya’mızda bulunan Hz. Mevlânâlar, Rasûl-ü Kibriyâ Efendimizi görmediği halde sevgisiyle dillere destan olan Hz. Veysel Karânîler ve işte şu sevginin tezâhürünü gönüllerde bizlere yaşamamıza vesile olan değerli Üstadım Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretleri gibi gönül ehilleri işte bu Hak dostlarındandır elhamdülillah. Cenâb-ı Hak onların şefaatlerine bizleri mazhar eylesin, uzak kılmasın!
Değerli kardeşlerim! Cenâb-ı Hak, insanları yaratıp mahlûkat içerisinde onlara en büyük kıymeti verdikten sonra, onlara en büyük kıymeti verdiğinin ifadesi olarak da yine onlar içerisinden seçip aldığı peygamberler göndermiştir. O peygamberler ki, Cenâb-ı Hakk’ın sözlerini, vahyini insanlara ulaştırmışlar, Allah’a kulluk vazifelerini nasıl yerine getirmeleri gerektiği hususunda rehberlik yapmışlardır ve bunların en son halkası Nebiyyi Zîşân Efendimizdir.
Peygamberlerin gönderilmesi Hâteme’n-Nebî olan Allah’ın Nebîsiyle son buldu; ancak O’nunla gelen emr-i ilâhîler kıyamete kadar bâkidir. İnsanlık da yine devam ediyor. Allah’a isyan o dönemdeki insanlarda nasıl mevcut ise bu gün de, insanlarda aynı isyanlar çeşitli şekillerde tezahür ediyor. Burada yeni bir peygamber gelmeyeceği için, son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimizin: “Benim ümmetimin âlimleri, Benî İsrâil peygamberleri gibidir.” buyurarak kendilerine büyük bir makam tevdi ettiği, gönlü, sözü, hâl ve davranışları Allah’ın Nebî’sine bağlı olan, yakınlık ziynetiyle ziynetlenmiş Allah dostları, insanlara, Peygamber (s.a.v.) Efendimizle gelen güzellikleri anlatmaya, onları yaşamaya devam etmişlerdir.
İşte bu gün kendisini anmak için toplanmış olduğumuz değerli Üstad’ımız da bir vâris-i nebî olarak yaşadığı altmış üç yıllık ömrünü Peygamber (s.a.v.) Efendimize adamış ve O’nun şu sözündeki samimiyeti hâla kulaklarımızda çınlamaktadır. Diyordu ki: “Yâ Rasûlallah! Size olan sadakatimi bildiriyorum, yâ Rasûlallah!” Bin dört yüz küsur sene sonra Allah’ın Nebî’si karşısındaymış gibi diyordu ki: “Size olan sadakatimi bildiriyorum, yâ Rasûlallah!” Mübarek Efendimde Peygamber Efendimize olan sevgi ve itaatin bağlılığı bu sözün altında çok geniş bir şekilde izah edilebilir.
Mübarek Efendi Hazretleri de Cenâb-ı Hakk’ın kendisine bu nezih ve ağır yükü tevdi etmesinden ve mürşidinin de kendilerine verdiği icazetten sonra hakikaten büyük zahmetlerle ve aynı zamanda da insanüstü denilebilecek gayretlerle, üzerine aldığı vazifeyi yerine getirecek büyük çalışmalar sergilemiştir. Nice kardeşlerimiz o gönülde yetişen tertemiz tevhit ve Allah Rasûlü’ne itaat sevgisini yalın bir hâlde bulup istifade etmiştir. Hiçbir kıyl-ü kâlin karışmadığı, dinlenildiği zaman karşıdaki insanın gönlüne, hakikaten Allah ve Rasûlü’nün emrini doğrudan dinlercesine bir samimiyetle o güzellikleri aktardı.
Ben bu sözleri söylerken; Mübarek Efendi’min hayatında, sohbetlerine iştirak etmiş olan kardeşlerimizin, bu sözlerin samimiyetini ve içinde taşıdığı mananın kuvvetini idrak ettiklerini çok iyi biliyorum. Biraz önce kendisi anlatan gösterimi izlerken, Cenâb-ı Peygamber Efendimizin sünnetine olan iştiyakı ve ‘her bir sünnet-i seniyyeyi işleyene yüz şehit sevabı verilir’ derken yüzünde müşahede ettiğimiz o samimiyet, aslında gönlünün derinliklerinde onun bir kuvvet olarak dışarıya çıkan samimiyetini de ortaya koyuyor, değerli kardeşlerim.
Birçok âlim var, birçok Allah dostu var. Her biri Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine verdiği bir kuvvet ile hizmet ediyorlar; fakat Allah dostları içerisinde de farklılık arz eden bazı hususiyetler vardır kardeşlerim. Değerli Üstad’ımdaki bu farklılıkların bir tanesi onun “veysî” oluşudur. Veysîlik, tasavvuf literatüründe oldukça önem arz eden bir haslettir. Bunu isterseniz yine bir Allah dostunun sözüyle size aktarmış olayım:
Malatya’da, rahmetli Üstad’ım manevi hâllerinin ağır olduğu bir dönemde, insanlardan uzak, bir camiden namazdan çıktıktan sonra, bir çayhanede oturup çayını yudumlarken bir kardeş geliyor, diyor ki: “Efendim! Üstad’ım sizi çağırıyor. İsminiz Abdullah mı?” O da: “Evet Abdullah!” diyor. İsmi Abdulkâdir olan Üstad’ı çağırınca; “derhal!” diyor, kalkıp gidiyorlar. Oraya gittiği zaman bakıyor ki, Efendi Hazretleri’nin tanıdığı Abdulkâdir bu değil ve hasta yatağında yatıyor. “Olsun, ben Allah rızası için geldim, hastaymış, hem de sünnet-i seniyyedir, ziyaret edeyim.” diyor. Hocaefendi, yattığı yerden sert bir lisanla: “Niçin bu adamı buraya getirdin? Tanımıyorum bunu!” deyince, ben de biraz müteessir oldum; ama bir müddet sonra dedi ki diyor: “Yanıma gel!” Beni yanına çağırdı, oturdum. “Hoş geldin!” dedikten sonra bana ki -ilk defa karşılaşıyoruz-: “Sen veysî misin?”dedi. Ben de; “Evet Efendim, veysîyim.” dedim. Bir müddet konuştuk, konuştuktan sonra biz ayrıldık; ama bana yemin verdirdi ki tekrar beni ziyarete geleceksin. Ben yanından ayrıldıktan sonra büyüklerim, pirlerim bana manen dediler ki: “O senin veysî olduğunu bildi. Git ona sor ki veysî ne demektir.” Tekrar ziyaretine gittim. Ziyaretine gittiğim zaman sordum, dedim ki: “Pirlerim bana diyor ki: ‘O senin veysî olduğunu bildi. Söyle bakayım ki veysîlik nedir?’” Ben bunu söyledikten sonra diyor, hıçkırıklara boğularak ağlamaya başladı. Ağladı, ağladı, konuşmaya takat buluncaya kadar ağladı, sonra bana döndü, bana dedi ki: “Veysîler, Rasûlullah’ın öz evlatları gibidir.” İşte onların mana içerisindeki kuvvetleri, ayrıcalıkları buradan geliyor.
Bununla beraber değerli kardeşlerim, değerli Üstad’ımızın isminin sonunda ‘Müceddidî’ sıfatını görüyorsunuz. Bu iki cihetten onun isminin sonunda bulunmaktadır. Birincisi İmâm-ı Rabbânî Hazretleri Efendimizin neslinden, Hazreti Ömer Efendimizin neslinden gelişi ve Müceddidî yolun icazetli, Anadolu’daki son halifesi olmasından dolayıdır. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin tasavvuf yolundaki metodu vahdet-i şuhûd dediğimiz metottur. Yani bunun anlamı Kur’ân ve sünnetin emirleriyle manevî terbiyenin gerçekleştirilmesidir. Riyâzât yolu takip edilirken, değişik yollardaki uzlet ve farklı şekillerde kullanılan metotlar değildir. Bunu kabr-i şeriflerini ziyaret eden siz kardeşlerimiz orada da görecekler, vefatından evvelki sohbetlerinde de özellikle üzerinde durduğu hususiyetlerden bir tanesidir ki, ehline birçok manalar ifade eden şu sözüyle bunu metotlaştırmıştır ve buyurmuşlardır ki: “Her sünnet-i seniyyeyi işlemek bir nefis tezkiyesidir.” Bunun tasavvuf terbiyesindeki mana ve önemi şu şekilde idrak edilmelidir değerli kardeşlerim. Malumunuzdur ki nefis tezkiye etme, nefisteki sû-î ahlâk dediğimiz, bizi Cenâb-ı Hakk’ın yakınlığından uzaklaştıracak ahlâkların peygamberî ahlâka tebdilidir. Bunları yaparken değerli Üstad’ımızın kullanmış olduğu metot da, nefislerde cereyan eden hezeyanı terk ettirip onu, Peygamber Efendimizin sünnet-i seniyyesine tebdil etmektir. Bu demektir ki; Kur’ân-ı Kerîm’de övülen ve Rasûl-i Ekrem Efendimizin: “Eddebenî rabbî fe-ahsene te’dîbî” “Beni Rabbim terbiye etti de, terbiyemi ne güzel eyledi.” olarak ifade ettiği güzel ahlâkıyla değişmesidir. İşte değerli Üstad’ımızın metodu da budur. O yüzdendir ki, her sünnet-i seniyyeyi işlemek bir nefis terbiyesidir. Burada dikkatinizi çekmek istediğim husus, tasavvuf terbiyesi Kur’ân ve sünnetin dışında ayrı bir metot, ayrı bir anlayış olmadığıdır. Aksi telakki edilirse, Kur’ân ve sünnetten uzak bir yaşantıyla bütün Müslümanları iştigal ettirmiş olunur ki bu da büyük bir zulüm olmaz mı?
Üstad’ımın, Peygamber (s.a.v) Efendimizin ahlâklarını yaşama hususundaki iştiyakını bir misalle anlatmaya çalışayım: Üstadımızın Mescidinde kardeşlerimizle beraber sabah namazı kılınır, akabinde Allah’ın güzel isimleri okunur, Peygamber Efendimizin sabah namazından sonra ashâbına dönüp sohbet ettiği gibi bu sünnet ve bereketten istifade etmek için O’nun hadislerinden okunur, şerh edilir, sonra işrak namazı kılınıncaya kadar kıbleye dönülür ve Allah’ın zikriyle meşgul olunur. Bu Peygamber Efendimizin sünnetidir. Yani bu gün Peygamber Efendimiz hayatta olmuş olsa, hayatta olduğu zaman yaşamış olduğu bu ahlâk üzere hareket ettiği gibi bugün de aynısıyla hareket edecektir. Değerli Üstad’ım da bir sabah namazını kıldıktan sonra bu sünnetleri ifa etmişti... O gün farklı bir gündü hakikaten. Sevgi doluydu, adeta mescidin içerisinde pervaneler gibi dönüyor, gönlünde duyduğu o büyük sevgiyi bir türlü içinde muhafaza edemiyordu. Dilinden “Yâ Rasûlallah, sana hayranız yâ Rasûlallah, sana kurbanız yâ Rasûlallah, sana binlerce kez canımız fedadır yâ Rasûlallah!” sözlerini söylerken gözlerinden de ona olan sevginin samimiyetini ifade ediyordu. Vakit geldi, namazı kıldıktan sonra kardeşlerimize kahvaltı ikram ettiler. Rahmetli Üstad’ım: “Ben doydum oğlum!” dedi. “Siz buyurun. Allah’ın Nebîsi’nin sevgisiyle doydum elhamdülillah” dedi. Kendisi oturamadılar. Kahvaltı bittikten sonra bir su ve leğen alarak bütün kahvaltı yapan kardeşlerimizin yanına geldi. Tek tek onların ellerine su döktü. Tüm kardeşlerimiz ağlıyor ve diyorlardı ki: “Efendim, ne olur bırakın. Biz yapalım bunu.” Cevabı şöyleydi: “Oğlum! Sen ümmetsin, ben de ümmetim. Peygamber Efendimizin şefaatine senin ihtiyacın olduğu gibi benim de var. Bu hareketi benim peygamberim evine gelen misafire yapmış mı? yapmış. Öyleyse niye bunu bana çok görüyorsunuz?” ve Peygamber Efendimizin ahlâkını samimiyetle yerine getiriyordu.
Hacca gittiği zaman Kâbe’den dışarı çıkıp da giydiği terliği bulamayınca, “bir başka insanın giydiklerini almayayım da, hacda kul hakkıyla karşı karşıya kalmayayım” diyerek oradan yürüyerek ayrılıyor; ama yalın ayak bir terlik alıp, alacağı yere giderken oradaki akan sularla karşılaşınca gönlü müteessir oldu. ‘Niçin benim terliklerimi aldılar?’ diye bir an düşünürken; “Peygamber (s.a.v) Efendimizin Mekke sokaklarında müşriklerin ızdırabıyla karşı karşıya kaldığı o dönemlerde yalın ayak bu beldelerde yürüdüğü hatırıma geldi ve hemen orada temiz bir yere secde edip Rabbim’e hamd ettim ki bilmediğim bir sünneti işleten Rabbim’e sonsuz hamd-u senalar olsun” buyurmuşlardı.
Kardeşlerim! Değerli Üstad’ımın buyurduğu gibi insan endeksli yaratılan bu âlemden, insanı çıkarttığımız zaman geride kalan eşyadır, ağaçtır, topraktır. Mahşer günü Cenâb-ı Hakk’ın itibar ettiği ise muttaki insanlardır. Allah dostları, “Allah bu dünya âlemine bir sivri sineğin kanadı kadar değer vermemiştir.” hadisini insanların gönlüne yerleştirip tevhit üzere Allaha kulluk yapacak erler yetiştirmektedirler. Onların vazifesi budur. Allah dostları hayatlarını buna adamıştır. Bu hususta bakın ki büyük Allah dostu İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin velâyet mansıbında, Cenâb-ı Hak’tan bütün insanlara gelecek hidayeti “kendisinden Ehl-i Beyt kanalıyla insanlara dağıttığı” dediği Abdulkâdir Geylânî Efendimiz diyordu ki: “Evlatlarım! Benim size talip oluşum yine sizin içindir. Hazreti Allah (c.c) bize yakınlık nimetlerini ve sizin yanınızda çok kıymetli gördüğünüz şeyleri nihayetsiz vermiştir. Ama biz yine size, sizin için talip oluyoruz ki, yarın mahşer gününde rahmetten uzak, şefaatten uzak, mahrum ve mahzun olanlardan kalmayasınız diye.”
Büyük gayretleri sebebiyle, bütün kardeşlerimize uzak yakın demeden bu hassasiyetleri ve anlayışları gönüllere nakşeden, hakikaten tevhid aşığı, Peygamber aşığı, Ehl-i Beyt aşığı Mübarek Efendim, Üstadım Hazreti Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretlerini rahmetle anıyor, Cenâb-ı Hakk’ın bizi ve sizleri şefaatine nail kılmasını niyaz ediyorum!
Uzaktan yakından buraya teşrif eden siz değerli kardeşlerimize, hanımefendi kardeşlerimize, değerli protokol üyeleri kardeşlerimize sonsuz teşekkür ediyorum! Allah’a emanet olunuz!
Selâmün aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtühû.
Vuslatının 6. Yılında Abdullah Farukî El-müceddidî Hz.
Özlenen Rehber Dergisi 34. Sayı
selamün aleyküm kardeşlerim. Buraya ben bir süredir giriyorum. genelde radyo kısmını dinliyordum arada bir de okuyordum. lütfen Abdullah Faruki hakkında bilgi verebilir misiniz bana.. selam ve dua ile
hediyem
ALLAH C.C SİZLERDEN RAZI OLSUN BİZLERİDE KULU OLMAKTAN,KURAN YOLUNDAN,PEYGEMBERİMİZ H.Z MUHAMMED MUSTAFA (S.A.V) NIN ÜMMETİ OLMATAN MAHRUM ETMESİN.İNŞALLAH.MAHŞERDE DE HEP BİRLİKTE HAŞREYLESİN CENABI MEVLAM.
Allah razı olsun. Yazınızı okudum. Büyük bir mutluluk duydum. böyle bir mübarek insanı tanıma şerefine nail olmaktan dolayı. Sizlerede çok teşekkür ederim Allah kaleminize ve gönlünüze güç kuvvet versi.
S.A. Bizim gibi cahilleri bilgilendirdiğiniz için Allah razı olsun. Dualarınızı bekliyoruz.S.A.
işte vekil,işte yol,işte önder, öyle buyurdu yüce peygamber. alimlerdir peygamberlerin varisleri,işittik,itaat ettik mahzun etme farukileri.