Peygamber Efendimizin sünnetleri üç kısımdır: Biz dinimizi Fiilî Sünnet, Kavlî Sünnet ve Takrirî Sünnet diye ifade edilen bu sünnetlerden öğreniyor ve Peygamber Efendimizin dini anlayıp yaşadığı gibi hayatımıza tatbik etmeye çalışıyoruz. Peki, o zaman çeşitli mezheplerdeki çeşitli uygulamalar neden farklılık arz ediyor? Meselâ sorulan soruda olduğu gibi neden rükûye ve secdeye gitme esnasında Şafiîler ellerini kaldırırken Hanefî Mezhebi’nde böyle bir uygulama yok?
Yukarıda da ifade edildiği üzere biz dinimizi Peygamber Efendimizin sünnetlerinden öğreniyoruz ve bu sünnetlerin sonraki nesillere nakilleri çok çeşitli hadis kriterleri ile olmaktadır. Nakledilen hadislerdeki zayıflık sağlamlık bir yana herkes tarafından sağlam kabul edilen hadislerde bile farklı yorumlar ortaya çıkabilmektedir.
Bunun en basit açıklamasını Kur’an’daki çeşitli âyetlere getirilen yorumlar da görebiliriz. Meselâ: ’Doğrusu biz sana Kevser’i vermişizdir. Öyleyse Rabb’in için namaz kıl ve kurban kes. Doğrusu adı sanı ortadan kalkacak olan, sana kin tutan kimsedir.’ Kevser suresinde geçen ’kurban kes’ ifadesini Şafiî âlimleri bunun, Peygamber Efendimizin şahsına yönelik bir emir olduğunu, dolayısıyla kurban kesmenin Hz. Rasûlullah için farz olmakla beraber onun ümmeti için sünnet olduğu hükmüne varmışlardır.
Hanefi uleması ise buradaki ’kurban kes’ ifadesinin aslında Peygamber Efendimizin şahsında Müslümanların hepsine olduğunu bu nedenle gücü yeten her Müslüman’a kurban kesmenin vacip olduğu hükmüne varmışlardır. Görüldüğü üzere lâfız aynı olmasına rağmen farklı bir hüküm ortaya çıkmıştır. Yani Şafiî mezhebinde sünnet olan kurban Hanefi Mezhebi’nde vacip hükmolunmuştur.
Meselâ, bir başka açıdan meseleye yaklaşma adına abdestte hanıma dokununca Hanefilerin aksine Şafiîlerde abdestin bozulması durumunu ele alacak olursak: ’Hz. Âişe validemiz Peygamber Efendimize dokunması ile birlikte alnı şeriflerinden az miktarda kan çıkıyor ve Efendimiz (a.s.) kalkıp abdest alıyor. Bu durum daha sonraki dönemlerde kendilerine nakledildiğinde Hanefî ve Şafiî âlimler farklı hükümlere varıyor. Hanefîler çıkan kandan Efendimiz (a.s.)’in abdest aldığını iddia ederken, Şafiî uleması ise, ’Hayır bu Hz. Âişe’nin ona dokunmasından dolayıdır, çıkan kan abdesti bozacak kadar çok değildir.’ demişlerdir. Netice itibarı ile farklı bir yorumla ortaya iki farklı hüküm çıkmıştır. Hanefîler: ’Az da olsa kan abdesti bozar.’ derken, Şafiîler ’Kadının dokunması abdesti bozar’ demişlerdir.’ şeklinde yaygın bir anlatım olmasına karşın, abdest ile ilgili farklılaşmanın nedeni olarak anlatılan bu mesele farklılaşmanın temel nedeni değildir. Abdestli kişinin kadına dokunduğu zaman abdestinin bozulup bozulmama meselesi aslında temelinde âyete getirilen yorum farklılığından mütevellit daha teknik bazı unsurları içerisinde barındırmaktadır. Bu duruma kısaca işaret etmekte fayda vardır.
Şöyle ki: Mâide sûresinin altıncı âyetinde, abdest alınmasını gerektiren haller zikredilmekte, bunlardan birisinin de ’kadınlarla mülâmese’ olduğu beyan edilmektedir. Fıkıhçılar âyette geçen ibaresinden istinbat ettikleri ahkâmda ihtilâf etmişlerdir. Çünkü Arapça’da ’lems’, bazen el ile dokunmayı ifade eder, bazen de cimadan kinaye olarak kullanılır.(1)
İbn Mesud, İbn Ömer, Nehaî (v. 96/714), Şa’bî (v. 143/760), Atâ (v. 117/732), İbn Sîrîn (v. 110/729) buradaki ’lems’in hakikî mânâda kullanıldığını, yani el ile dokunma mânâsına geldiğini ifade ederler. Hazreti Ali, İbn Abbas, Hasan (v. 110/728), Katade (v. 118/736) ve Mücahid (104/722) ise, ’lems’in cinsî münasebetten kinaye olduğunu söylerler.
Bu durumda bu âyetle alâkalı karşımıza iki görüş çıkmaktadır:
1. Malikî, Şafiî ve Hanbelîlerin görüşü: Âyetteki ’mülâmese’ (dokunma) hakikî mânâsındadır ve kadınla erkek birbirine dokunmaları durumunda bile abdestleri bozulur. Bu görüşlerini te’yit etmek üzere deliller serdederler; ancak biz, tafsilatı fıkıh kitaplarına bırakıyoruz.
2. Hanefîlerin ve rivayet edilen bir kavline göre İmam Ahmed b. Hanbel’in (v. 241/855) görüşü: Âyetteki ’dokunma’ cinsî münasebetten kinayedir; dolayısıyla da abdest, mücerred dokunmayla bozulmaz. Bunların da görüşlerini te’yit ettikleri pek çok delilleri vardır.(2) Bu misalde görüldüğü üzere mecaz-hakikat tearuzu fıkhî bir ihtilâfa sebebiyet vermiştir. Buradan hareketle iki farklı uygulama ortaya çıkmıştır.
Başka bir mesele üzerinde konuya değinecek olursak, meselâ
- ’Üzerine Allah’ın adı anılmadan kesilen hayvanların etini yemeyin.’ (en-Nisa, 4/121) âyetinden yola çıkarak Hanefîler, tesmiyeden (Allah’ın isminin telâffuzu) muradın hayvanın boğazlanması esnasında olduğu görüşündedirler. Dolayısıyla, hayvan kesilirken Allah’ın isminin söylenmesi gerekir. Unutulursa kesilen hayvanın eti helâl olur, kasten terk edilirse helâl olmaz.
Şafiîlere göre ise ’kesim anında tesmiye’ mecazdır. Bundan Murat, hayvan kesmenin tesmiyeye sebep olmasıdır. Mecazen sebep müsebbip gibi sunulmuştur. Onun için tesmiye kasten terk edilse dahi hayvanın eti helâl olur.(3)
Yine bir diğer farklılık karşımıza velâyet hususunda çıkıyor. Şöyle ki; Ebû Musa el-Eş’arî’den rivayet edilen bir hadise göre Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: - Veli olmadan nikâh olmaz.’(4)
Bu hadise göre velisiz nikâh nefyedilmektedir. Bu, iki mânâya gelebilir:
1. Hakikât tarikiyle nikâhın sıhhatinin nefyi, yani bu şekilde yapılan nikâh sahih olmaz.
2. Mecaz tarikiyle nikâhın kemalinin nefyi, yani sahih olur ama kâmil mânâda bir nikah olmaz.
İmam Azam (v. 150/767), Züfer (v. 158/775), Şa’bî ve Zührî (v. 124/742) burada mecazın murat edildiğine kâildirler. Onlara göre velisiz nikâh kâmil olmaz. Başka bir deyişle nikâhta velinin bulunması müstehabtır; ancak velisiz olursa da caizdir.
Hanefîlerin dışındaki mezheplere göre ise buradaki veli hakîkât mânâsında olup, velisiz nikâh sahih olmaz.(5)
Şafiîlerin namazda intikal tekbirlerinde elleri kaldırıp kaldırmaması diğer bir farklıktır. Efendimiz’in rükûa giderken ellerini kaldırıp kaldırmaması meselesinin izahına gelince bu da mezheplerin hadislerle amel etmedeki metot farklılıklardan kaynaklamaktadır.
Hanefî âlimleri Peygamber Efendimizden gelen bazı hadisleri ifade eden ve haberi vahit sınıfına giren delil ile amel etmek için bazı şartlar koymuşlardır. Bu şartlar kısaca şöyledir:
1- Hadisi rivayet eden ravi kendi rivayet ettiği hadisin aksine iş yapmış olmayacak.
2- Hadisi rivayet eden müçtehit değilse, rivayet ettiği hadis kıyasa ve şer’i esaslara aykırı olmayacak.
3- Hadis Umumu Belvaya yani sık sık tekrarlanması nedeniyle herkesçe bilinen bir olaya aykırı olmayacak ki kendisi ile amel edilebilsin.
Şafiî âlimler ise haberi vahit ile amel etmek için sadece senedin (sözü Peygamber’imiz (s.a.v.)’e ulaştıran ravi zincirinin) sahih ve muttasıl olması yeterlidir demişti.
İşte bütün farklılık buna benzer usul farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Hanefîler: ’Namazda elleri kaldırma hadisesi çok sık tekrarlanan bir olay olması ve herkes tarafından bilinmesi gereken bir olay olması hasebiyle çok kişi tarafından rivayet edilmesi gerekirdi. Oysa bu hususta bu durumu teyit edecek yeteri kadar ravi olmayıp zikredilen hadis umumu belvaya yani herkes tarafından bilinmesi gereken duruma aykırıdır. Dolayısı ile bu hadis ile amel edilmez.’ derken, Şafiîler: ’Senette kopukluk yok ve hadis sahihtir, onun için çok fazla kişi rivayet etmese de bununla amel edilir.’ demişler ve namazda elleri kaldırmışlardır.(6)
Peki, biz bu durumda ne yapacağız. Görüldüğü üzere sahih bile olsa bir hadisten hüküm çıkarıp onunla amel etmek için bir çok kriter ve engin bir fıkıh bilgisi gerekir ki bu günün âlimleri olarak kabul edilen kimseler bile bu vasfa haiz değildir.
Binaenaleyh bizlerin hadisleri direk lâfızdan okuyup amel etmeye çalışması hatalı bir davranış olur. Büyük müçtehitler âyetlerden ve hadislerden çıkarılması gereken ana kaideleri çıkarmış ve amel edeceğimiz fıkhî kuralları da bu kaideler üzerine bina etmişlerdir. Bize düşen bu hükümleri ilmihal veya çeşitli fıkıh kitaplarından öğrenip onunla amel etmekten ibaret olmalıdır. Yoksa kendi kendimize hadislerden ve âyetlerden hüküm çıkarmaya kalkışmak ve hadislerin lâfzından hareketle amel etmeye kalkışmak çok büyük yanlışlık olur. Belki bizim o an okuduğumuz hadisin tarihi seyir açısından daha sonra başka bir hadisle hükmü kaldırılmıştır veya farklı bir hükme işaret eden ondan daha kuvvetli bir hadis ya da âyet olması ihtimali her zaman mevcuttur. Dolayısı ile biz asla ve kat’a hadislerden hüküm çıkarıp onunla amel etme yetisine sahip değiliz. Böyle yapılırsa Allah korusun hataya düşülmüş olur. Âlimlerimiz bizim okuduğumuz her hadis üzerinde titizlikle durup çeşitli kriterlere göre bizim uyacağımız fıkhî hükümleri koymuşlardır. Bunun üzerine şüpheye düşüp: ’Hadise göre mi amel edeyim yoksa ilmihale göre mi amel edeyim?’ şeklinde tereddüde gerek yoktur. Zaten uygulanan her amel muhakkak surette başka bir sünnetten veya hadisten alınarak uygulanır olmuştur. Yoksa hiçbir Hanefî âlimi veya hiçbir Şafiî âlimi kendi kafasından hüküm ortaya koymamıştır. Bir de tabi olduğumuz Mezhebimizi bir kenara bırakarak karşılaştığımız hadiselerde farklı mezheplerin nefsimize en kolay gelen uygulamalarını arayıp, bulup onlarla amel etmeye kalkışmak da başlı başına bir hatadır. Keyfi olarak, çok ciddi bir ihtiyaç olmadan ve işinin ehli âlimlerin rehberliğine danışmadan aslâ mezhepler arası geçiş yapılmamalıdır.
Bütün bunlarla birlikte hukuka taalluk eden konuların dışında kalan amellerin fazileti gibi terğib ve terhib babında yer alan hadisleri okuyup onlarla amel etmenin bir sakıncası olmadığını büyüklerimiz çeşitli vesilelerle rahle-i tedrislerinde izah buyurmuşlardır.
Allah hepimize dinini hakkı ile anlayıp yaşamayı lutfetsin.
------------------
1. Tavîle, Abdulvehab Abdusselâm, Eseru’l-Luğa Fî İhtilâfi’l-Müctehidîn (Dâru’s-Selâm), Mısır trs., s. 193.
2. Tavîle, a.g.e., s. 193-198.
3. el-Mut’inî, Abdulazim İbrahim, el-Mecaz Fi’l-Luğa ve’l-Kur’âni’l-Kerim (Mektebetü’l-Vehbe), Kâhire trs. , 1/ 600-601.
4. Buharî, ’Nikâh,’ 36.
5. Tavîle, a.g.e., s. 200-203.
6. Şa’ban Zekiyyüddin, Usulu’l-Fıkh, çev: İbrahim Kafi Dönmez, TDV. S. 87-95.
Mezheplerde Ki Bazı Farklı Uygulamalar ve Nedenleri
Özlenen Rehber Dergisi 30. Sayı
1 kişi yorum yazdı.