Hz. Muhammed (a.s)’ın dünyaya geldiği esnada Arap toplumu birbirinden ayrı kabileler halinde yaşayan, önemli sayılabilecek bir devlet te?kilatı olmayan ba?ında soylu kimselerin bulundu?u küçük ?ehir devletçiklerinden müte?ekkil topluluklardı. Bu dönemde ahlaki açıdan da toplum bir kaos içindeydi.
İnanç sistemlerini sayısız putun olu?turması, kız çocuklarının diri diri topra?a gömülmesi, birçok haksızlık ve zulmün mevcudiyeti bu dönemin göze çarpan önemli hadiselerinden bazılarıydı.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) tebli? vazifesiyle görevlendirilmesiyle birlikte yirmi üç yıl gibi kısa bir sürede Arap toplumuna tevhîdî bir inanç sisteminin yerle?tirmenin yanında her yönüyle mükemmel ahlaka sahip bir toplum olu?turmayı ba?ardı. En ufak bir menfaat için birbirini öldürmekten çekinmeyen bu toplumun neredeyse her ferdi birer ahlak timsali olup çıkıvermi?lerdi.
Şahsî bir menfaat olayı gündeme geldi?inde insanlar artık mü’min karde?lerini kendi nefislerine tercih edebiliyorlardı. Bu duruma Kur’an’da ?u ?ekilde i?aret edilir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmi? ve gönüllerine imanı yerle?tirmi? olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimrili?inden korunursa, i?te onlar kurtulu?a erenlerdir”(1) buyurmu?tur. Hakikaten O’nun geride bırakmı? oldu?u toplum bu meziyetleri bünyesinde barındıran bir haldeydi.
Asr-ı sâdet olarak nitelenen bu dönem Hz. Ebû Bekir (r.a), Hz. Ömer (r.a) ve Hz.(r.a) (r.a)’ın ilk altı yılı devam etti. Bu dönemde geni?lemi? İslâm topraklarında yeni Müslüman olmu? ve Peygamber (a.s)’ı hiç görmemi? insanların sayısı oldukça artmı?tı. Bu kimseler sahabe kadar ince anlayı? ve kavrayı?a sahip olmadıkları gibi onlar kadar züht ve takva sahibi de?ildiler.
Ayrıca bu topluluklar merkezden uzak olmaları sebebiyle halifenin bazı icraatlarının iç yüzünü bilmeden hemen ele?tiri yolunu seçiyorlardı. Oysa Allah Rasûlü’nün damadı, Sahabenin en büyüklerinden, bütün mal varlı?ını her fırsatta Allah ve Rasûlü’nün yolunda harcamaktan çekinmeyen aynı zamanda bizzat Nebî (a.s)’ın rahle-i tedrisinde yeti?mi? olan Hz. Osman (r.a)’in nasıl olurda keyfî kararlar alabilece?i dü?ünülebilirdi.
Ancak yeni Müslüman olmu? kendilerinde İslâm ahlâkının tam manasıyla yerle?medi?i, merkezden uzak yerlerde oturan bir takım insanlar yalan yanlı? haberler ve bazı fesatçı kimselerin de kı?kırtmasıyla yönetim adına olumsuz dü?üncelere kapılmı?lar ve ilerde önü alınamayacak bir fitnenin müsebbipleri olmu?lardır. (2)
Hz. Osman (r.a) hakkındaki olumsuz fikirlerin yayılmasında Irak ve Mısır yanında Hicaz ve Suriye’de de yayılmasında büyük rolü olan Abdullah b. Sebe dönemin en önde gelen fitnecisi olarak kar?ımıza çıkıyor. San’alı bir Yahudi dönmesi olan ibn-i Sebe Hz. Osman (r.a) zamanında Müslüman olmu? daha sonrada Müslüman topluluklar içinde sapık fikirler yaymaya ba?lamı?tır.
Önce Hicaz’da iken, sonra Basra ve Küfeye gitmi? burada kimseyi yoluna çeviremedi?i gibi Şamlılar tarafından ?ehrin dı?ına atılınca Mısır’a gitmi? ve orada [“ri’cat” akîdesini, “vasilik”](3) meselesini ve Hz. Osman (r.a)’in hilafeti hakkı olmayarak ele geçirdi?i gibi fesatları yaymı?tır.(4)
Bu faaliyetler M. 656’de meyvesini vermeye ba?ladı. Umre bahanesiyle Medine’ye gelen Mısırlıları Hz. Ali ikna ederek memleketlerine geri yolladı. Ancak aynı yıl içinde bu defa üç merkezden-Mısır,Basra,Küfe- yola çıkarak tekrar Medine’ye geldiler. Bu artık tamamen devlet yönetimine yönelik bir ba?kaldırıydı. Bütün ikna çabaları sonuçsuz kaldı ve asiler halifenin evini ku?atma altına aldılar.
İsyancıların evini çevirmelerine ra?men Hz. Osman (r.a) yinede zorlayıcı tedbirlere ba? vurmadı. Bu esnada halife Hz. Osman (r.a) Efendimiz Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin tarafından korunuyordu. Buna ra?men asilere engel olunamadı ve 18 Zilhicce 35/M. 656’da kom?u evin duvarını yararak içeri girdiler ve Hz. Osman (r.a)’i elim bir ?ekilde orada ?ehit ettiler.(5)
Hz.Osman (r.a)’in ?ehit edilmesinden sonra asiler halife arayı?ına geçtiler. Hz. Ali, kendisine sunulan teklifi reddederek Talha (r.a) ve Zübeyr (r.a)’den görevi üstlenmelerini istedi, ancak onlar bu görevi üstlenmek istemeyince a?ırı ısrarlar ve do?ması muhtemel daha kötü neticeleri de göz önüne alarak hilafeti kabul etmek zorunda kaldı. Fakat Hz. Ali halife olmasıyla beraber bir çok sorumlulukla kar?ı kar?ıya kaldı. Özellikle Ashâbın önde gelenlerinde bazıları Hz. Ali’den, Hz. Osman (r.a)’in katillerinin hemen bulunmasını istediler.
Ancak Hz. Ali Efendimiz kesin olarak katilin kim oldu?u belli olmadan bir ?ey yapılamayaca?ını savunuyordu. Bu olayların neticesinde Cemel ve Sıffin sava?ları meydana geldi ki bu sava?lar Müslümanların ilk kez kar?ı kar?ıya geldi?i ve biri birini öldürdü?ü sava? olarak tarihe geçti. Bundan sonra Müslümanlar siyasî ve itikadî olarak fikrî manada ihtilafa dü?tüler.(6)
Sıffin’da ba?ta meselelerin çözümü için hakem tayin edilmesini ve verilen karara uyacaklarını kabul eden Hâriciler denilen bu grup daha sonra ba?ta Hz. Ali ve Hz. Mu’aviye olmak üzere herkesi tekfir etmeye ve masum insanları öldürmeye ba?ladılar. Oysa bu topluluk adalet ve do?ruluk adına isyan etmi?ler bu iddia ile halifeyi ?ehit edip Cemel ve Sıffin sava?larının da sebebi olmu?lardı. Ancak adalet anlayı?ı çok farklı olan bu grup ba?ta Hz. Ali’nin yanında yer almalarına ra?men bu kararlarından dönerek Sıffin Sava?ı’nda O’nu zor durumda bırakmı?lardı.(7)
Daha önceleri devamlı olarak gayr-i müslim topluluklarla sava?an ümmet ilk defa bir biriyle sava?mı? ve Müslümanlar ilk kez biri birinin kanını akıtmı?tı. Cemel ve Sıffin sava?ları neticesi ölen ve öldürülenlerin dünyada ve ahretteki durumlarının ne olaca?ı tartı?ılmaya ba?landı. Bu konuda farklı görü?ler ve çözümler ileri sürüldü. Her grup fikrini temellendirebilmek ve haklı konuma geçebilmek için ayet ve hadisleri kendi dü?ünceleri do?rultusunda yorumlamaya ba?ladılar.(8)
Haricilere göre her büyük günah küfürdü ve büyük günah i?leyen imanını kaybetmekte idi. Hariciler bu fikri sırf vefat bu iç sava?larda vefat eden sahabeye küfür isnat edebilmek için ortaya atmı?lardı. Bu yanlı? anlayı? nedeni ile mezkur sahabenin ebedî olarak cehennemde kalacaktı. Bu sebeple onlara göre Hz. Ali Hz. Osman (r.a)’i iki hakem Amr b. el-As ile Ebû Musa el-E?ari’yi, Cemel vak’asında bulunan Hz. Âi?e ile Talha (r.a) ve Zübeyr (r.a) ve hakemlerin hükmüne razı olan herkes kafir olmaktaydı.(9) Hariciler imanı farz kılınan bütün amelleri, kalple, dille ve di?er organlarla yerine getirmek olarak tanımladılar. Daha açık bir ifadeyle ameli, imandan bir cüz olarak de?erlendirdiler. İmânî konular tartı?ılmaya ba?layınca, Haricilere biraz da cevap niteli?i ta?ıyan Mürcie, Mutezile, Şia adı altında çe?itli gruplar olu?tu ve bu konuda her gurup kendi fikirlerini beyan etmeye ba?ladılar.
Mürcie fırkası imanı, dil ile ikrar kalp ile tasdik olarak de?erlendirmi?ler, büyük günah i?leyen hakkında ise imanı nedeniyle bu dünyada mümin ancak i?ledi?i günahtan dolayı da fâsık mümindir demi?lerdir. Bunları Allah dilerse affeder dilerse cezalandırabilir; fakat imanlı oldukları için ebedî cehennemde kalmayacakları ?eklinde izah etmi?lerdir. Mürcie, imanı amelden bir cüz olarak görmemi?tir.
Mutezile iman konusunda en tartı?malı fikirleri ortaya atan guruplardan birini te?kil etmekteydi. Onlara göre büyük günah i?leyen ne mü’min ne de kafirdir; bu ikisi arasında bir yerdedir. Büyük günah i?leyen tevbe etmeden ölürse ebedi cehennemde kalacaktır. Mutezile de haricilerde oldu?u gibi imanı amelden bir parça olarak görmü?lerdir.(10)
Özellikle Mutezilî alimler aklın ön plana alındı?ı rey metodunu benimsemi?ler ve Abbasi halifelerini de etkileri altına alarak Mütevekkil’in hilafetine kadar bu etkinin ?iddetli bir ?ekilde devam etmesini sa?ladılar. Ancak Mütevekkil’in hilafetiyle beraber (M.846-861) Mutezile’nin parlak devri sona ermi? oldu.
Bilhassa dü?ünce özgürlü?ü fikrinin savunucuları olarak ortaya çıkan bu fırka mensupları, kendileri iktidarı yanlarına alınca bu fikirlerini unutarak kendileri gibi dü?ünmeyenler için çok gördüler. Me’mun gibi bazı halifelerin himayesinde mezheplerini Müslümanlara zorla kabul ettirme çabasına dü?tüler. Kendilerine kar?ı gelme cesaretini gösterenlere en a?ır cezaları uyguladılar. İslam tarihinde ilk defa “mihne” denilen acı ve ızdıraplı bir devir ortaya çıkmı? oldu. Mesela Ahmet b. Hanbel bu zulme u?ramı? olan önemli ?ahsiyetlerden biridir.(11)
Şia ise fikirlerini daha çok halifenin kimin hakkı olup olmadı?ı hususunda yaymaya çalı?mı?lardır. Hilafet hususunda en ba?ta Hz. Ali’nin hakkının gasp edildi?ini savunmu?lardır. Ancak bu güne kadar güvenilir İslam kaynaklarının hiç birinde bu dü?üncelerini destekleyecek bir bilgiye rastlanmamı?tır. Kendilerince öne sürülen iddiaların delilleri müte?âbih ayetler ya da zayıf veya uydurma hadislerden ibarettir.
Rasûlullah (a.s)’ın her sözünü ve hareketini dikkatle dinleyip ö?renen Ashâb-ı Kirâm’ın böyle hayatî bir meseleyi göz ardı etmeleri dü?ünülemez. Zira Hz. Ebu Bekir (r.a) halife seçildi?inde herkes ona istisnasız bey’at etmi?lerdir. Şayet Şia’nın iddia etti?i gibi bir hadis olmu? olsaydı bunun o zaman gündeme gelmesi gerekirdi. Daha önce de belirtti?imiz gibi Şia kaynaklarında bu hususla ilgili çe?itli hadislere rastlanmaktadır ancak bunların uydurma oldukları ispatlanmı?tır.
Hicri I. asrın son çeyre?inden ba?layarak iyice belirginle?meye ba?layan ayrılıklar yanında II.asrın ortalarına kadar Hariciler, Mürcie, Şia ve Mutezile dı?ında kalan ve bunların fikirlerini ele?tiren merkezî veya mutedil bir zümre bulunmaktaydı. Bazı konularda farklı e?ilimleri bulunmasına kar?ın pek çok noktada ortak kanaatleri olan insanları içinde barındıran ve dinî dü?üncede daha sonra meydana gelen geli?melerde önemli rol oynayan, her asırda yeni boyutlar kazanan bir grup daha vardı ki kendileri dı?ındakileri yaydıkları fikirlerinden dolayı kendileri dı?ındakileri Ehl-i bid’a ?eklinde nitelendiren bu gruba ise Ehl-i sünne denildi.
Özellikle yabancı kültürlerle temas neticesi Müslümanlarla di?er din mensupları ve felsefe mektepleri arasında meydana gelen tartı?maların yo?unla?ması, Abbasî yönetiminin daha çok Şii, Mürcii ve Zeydî çevrelerle yakın ili?ki içinde olması bu olu?umun dı?ında kalanlar tarafından sert tepkiyle kar?ılandı. İslam dünyasında ortaya çıkan bu fikir çatı?malarının ortaya çıkı?ıyla beraber hadise muhalefet cereyanının do?ması, buna kar?ılık olarak bir Ehl-i Sünnet cephesinin te?ekkülü kaçınılmaz hâle gelmi?ti.
Özellikle hadis konusundaki hassasiyetleri bulanan ve hadis ve sünnete kar?ı takınılan tavrı a?ır bir ?ekilde ele?tiren Ashâbu’l hadis, Ehl-i Sünnet ekolünün içerisinde yer almı?lar ve Ehl-i Sünnetin bayraktarlı?ını yapmı?lardır.
Ashâbü’l hadis, Abbasî iktidarının ilk dönemlerinden itibaren, Müslümanları içinde bulundu?u parçalanmı?lıktan kurtarmak toplumsal hayatı en güzel ?ekilde idealle?tiren Hz. Peygamber dönemine göre ?ekillendirmek birlik ve bütünlü?ün muhafazası için çözümün Kur’an’ın yanı sıra Hz. Peygamberin sünnetinde, Sahabe ve Tabin’un sözlerinde oldu?una inanıyordu.
Ehl-i Sünnet hadisleri ve Tabiûn’un sözlerini bir araya toplayarak konularına göre tasnif etmi?ler genelde görü?lerini de hadislere dayandırmı?lar, bunlara ba?lanmayı te?vik etmi?ler, Kur’an ve Hadis’ten ba?ımsız rey kullanmaktan sakındıran ve sadece kendi fikrini kullanarak kitap ve sünnetten ba?ımsız rey kullananları ?iddetle ele?tiren bir yol izlemi?lerdir.(12)
Yalnız buradaki ele?tirilen rey ise bazı felsefî fikirlerin de etkisiyle nass’tan ba?ımsız sadece kendisi akıl yürütme yöntemiyle tamamen zandan ibaret olan fikirlerin ve buna ba?lı ortaya çıkan çe?itli bid’atların ortaya çıkmasına sebep olan reydir. Yoksa Ehl-i Sünnet peygamber (a.s)’ın bizzat te?viki ve sünneti olan rey kast edilmemi?tir.
Mesela Mu’az bin Cebel’in yemene vali olarak gönderilmesi esnasında Rasûlullah’ın kar?ıla?tı?ı bir sorunda nasıl davranması gerekti?i ile ilgili suale, Kitap ve Sünnete müracaattan sonra kendi reyi ile hareket edece?ini söylemesi ve Hz. Peygamberin de onu taltif etmesi reyin tamamen reddedilen bir ?ey olmadı?ı açıktır.(13)
“Rasûlullah (a.s) ile Ashâb cemaatinin akâid sahasında takip ettikleri yolu izleyenler manasına gelen Ehl-i Sünnet dü?üncesinin temelini ise hiç ?üphesiz selef akîdesi olu?turmaktadır. Zaten Ehl-i Sünnet dü?üncesi Selefiyye, Maturûdiye ve E?’ariye dü?üncelerini içine alan Allah Rasûlü ve sahabesinin yolunu takip eden mutedil zümrenin genel adıdır.
İslam tarihi boyunca oldu?u gibi bu gün de akâid sahasında isabetli yolu takip etti?i kabul edilen ve Müslümanların büyük ço?unlu?unu sinesinde toplayan Ehl-i Sünnet, Abdulkadir el- Ba?dâdî’ye (Ö.1037) göre ?u sekiz zümreden te?ekkül eder.
1) Ehl-i bid’atın hatalarına dü?meyen kelâm alimleri
2) Sevrî, Evzaî, Davûd-i, Zahirî dahil büyük fakihler ve mensupları
3) Muhaddisler
4) Ehl-i bid’ate meyletmeyen sarf-nahiv, lugat ve edebiyat alimleri
5) Ehli sünnet görü?lerine sadık kalan kıraat imamları ile müfessirler
6) Müte?errî Sûfiyye/ Şeriata tâbi olan Sûfîler/Allah dostları/ Ehl-i tasavvuf
7) Ehl-i Sünnet yolundan ayrılmayan Müslüman mücahitler
8) Ehl- i sünnet akidesinin yayıldı?ı memleket ahalisi.
Ümmet-i Muhammed’in fırkalara ayrılaca?ı hususunda nakledilen hadisin bazı rivayetlerine göre Rasûlullah (s.a.v) Efendimize kurtulu?a erecek fırkalar (fırka-ı nâciyenin) hangisi oldu?u sorulmu?, O da: “Benim ve Ashâbımın yolunu takip edenler”(14) buyurmu?tur. Hakikaten kelâm mezheplerinin prensip ve görü?leri incelendi?i takdirde görülecektir ki itikat alanında Kitap ve sünnete ba?lı kalan, bu iki kaynakta mevcut, akaide ait delilleri İslam’ın ana prensiplerine ve ruhuna uygun bir ?ekilde yorumlayan bilhassa sem‘iyat bahislerinde nass’a teslimiyet gösteren zümreler Ehl-i Sünnet cemaatleridir.
Ehl-i Sünnet ayrıca Mutezile, Havâric, Şia ve di?er bid’at fırkaları hilafına Ashâb-ı Kirâm’ın (r.a) hepsine hürmet ve muhabbetle ba?lı kalmı?, onları hayırda önder bilmi?, rivayetlerini kabul etmi?, dinin di?er sahalarında oldu?u gibi akâid mevzuunda da Rasûlullah’tan sonra onların yolunu takip etmi?tir. Binaenaleyh hadis-i ?erifteki
“–Benim ve Ashâbım’ın yolunu takip edenler-” ifadesine en çok yakla?an, bu payeye en çok yakı?an Ehl-i Sünnet olmu?tur. (15) Dolayısıyla ?üpheden uzak bir itikat ve sahih ameller için Allah Rasûlü’nün sünnetine canları, malları pahasına ba?lı olan ve hakikî kurtulu?u bu ba?lılıkta gören Sahabe-i Kirâm’ın ve Selef-i Salihîn Efendilerimizin yollarını takip etmek bu gün de en do?ru ve akla uygun yoldur.
Özellikle de itikat hususunda din asla ?üphe kabul etmez, bu nedenle ?üpheden uzak bir itikadı anca Ehl-i Sünnet veçhesinde sahabe-i Kirâmın yolunda görüyoruz zira Allah Rasûlü’nden sonra ortaya bir takım mezhepler gerek siyasi çıkarlar ve gerekse de ba?ka nedenler sebebiyle selefî anlayı?tan sapmı?lardır. Hatta bunlardan mutezile aklın nass’tan önce oldu?u fikrini savunarak itikadî manada büyük sözler sarf etmi?ler ve bir çok insanın kalbine ?üphe tohumları ekmi?lerdir. Oysa yukarda da belirtti?imiz gibi din, itikadî manada asla ?üphe kabul etmez.
Bu nedenle ?üpheden uzak ve Allah Rasûlü’nün getirdi?i dinin gerçek manada anla?ılıp ya?anması yine Rasûlullah’ın bu dini nasıl anlayıp- ya?adı?ı ile do?rudan irtibatlıdır. Allah Rasûlü’nün din’i nasıl anlayıp ya?adı?ı bizim için hayatî önem ta?ması kaçınılmaz olurken bize onu tanıtan Ashâb-ı Kirâm hazarâtının hayatı, din’i anlama ve ya?ama metodu da bizim için hayatî önem ta?ımaktadır. Çünkü Nebî (a.s)’ın ya?amının bize aktarılmasında birinci ve en önemli konumda Ashâb-ı Kirâm yer almaktadır.
Konunun bu veçhesinde ?u duruma atıfta bulunmanın faydalı olaca?ı kanaatindeyiz. Şöyle ki gerek geçmi? dönemlerde ve gerekse de günümüzde bazı kimseler sahabenin din anlayı?ını onlarının kimilerinin ya?am tarzlarını ele?tirir bir yol izlemi?lerdir. Bu kimseler bazen daha da ileri giderek gerek Nebî (a.s) gerekse de Ashâbı’n herkes gibi birer insan oldu?unu savunarak be?eriye sıfatları açısından kendileri gibi oldu?unu iddia etmi?lerdir.
Meselenin bu yönüne kısaca ?unları söylemek gerekti?ini dü?ünüyoruz. Allah (c.c) tarafından gönderilen peygamberlerin tamamı hem içinde ya?adı?ı toplumda hem de sonraki dönemlerde toplumun en zeki, güvenilir ve en ahlaklısı olarak tanınmı?lardır. Bu durum peygamberin getirdiklerinin kabul eden için de etmeyen için de aynı durumu arz etmekteydi.
Bundan ?uraya varmak gayet mümkün görülmektedir. Allah’ın vahyine muhatap kıldı?ı ?ahsiyetler toplumun gerek ahlaken ve gerekse de aklen en üst seviyesini te?kil etmekteydiler. Dolayısıyla Allah’ın dinini en iyi anlayıp-anlatacak bu kimseler olmu?tur o dönemde bu i?i yapabilecek daha ehil ba?ka kimse olması söz konusu de?ildir.
Zira tebli? i?i hafife alınacak bir i? asla de?ildir. Bilakis külfeti a?ır bir yüktür ve i?in gerçekle?ebilmesi için bu vasıfları ta?ımayan tebli? vazifesini asla yapamazdı. Şimdi vahyin ilk muhatabı olan peygamberler bu üstün vasıflara sahip de, tebli? i?inin ilk muhatapları olan ümmetlerin bu vasıflardan hiç mi payı yoktur?
Aksine tebli?in ilk muhatapları da üstün zekaya, kavrama ve anlama yetene?ine sahip kimselerdi. Bunu en güzel ?ekilde Ashâb’ın hayatını inceledi?imizde görmek mümkün olmaktadır. Misal Rasûlullah’ın en sıkıntılı dönemlerinde hep onun yanında olmu?lar canları, malları hatta aileleri pahasına da olsa budan asla vazgeçmemi?lerdir.
Tam aksine gözlerini kırpmadan bu de?erlerinden vazgeçebilmi?lerdir. Bunlar hep birer tarihî vakıadır ve bunu ister Müslüman olsun isterse olmasın herkes kabul etmektedir. Ayrıca din’i anlama ve ya?amaları ise bizzat dinin tebli?cisi tarafından tasdik olunmu?tur. Mesela ayetlerde ve Hadis-i Şeriflerde bir çok kez onların Allah katındaki kıymetinden bahsedilmi? hatta bunlardan bazıları daha dünyadayken cennetle müjdelenmi?lerdir.
Binaen aleyh Allah ve Rasûlü’nün razı oldu?u, Nebi (a.s)’ın dizi dibinde dini bizzat kayna?ından ö?renen ve de daha sonra da peygamber (a.s)’dan aldıkları anlayı?ı sonraki nesillere aktaran bu insanlar hakkında ele?tiri yapmak gülünç bir durumdur. Aynı ?ekilde din’i peygamberden ö?renmi? olan bu kimseler edindikleri anlayı?ı ve bilgilileri Tâbiûna ve onlar da sonraki nesillere aktarmı? ve bu anlayı? tertemiz bir ?ekilde devam etmi?tir.
Şimdi kayna?ı do?rudan Ashâba ve oradan da Cenâb-ı Zülcelâl’in rızasına ve övgüsüne mazhar olan Rasül-ü Zi?an’a dayanan dolayısıyla kayna?ı nass olan bu yolun bir kenara bırakılarak kimi felsefî akımların etkisiyle din’i ba?kaca anlama ve ya?ama yöntemlerini benimsemek acaba aklı önceleyerek din’i anlamaya ve yorumlamaya çalı?anların ve di?erlerinin çok güvendikleri akıllarına uygun dü?üyor mu?
Akıl, nasıl oluyor da Allah’ın, aklını mükemmel kıldı?ı bir Nebiyi ve her alanda onu takip eden talebelerini anlayamıyor. Böyle bir akıl acaba sa?lıklımıdır, insan ?üphe ediyor do?rusu. “(İslâm dinine girme hususunda) Öne geçen ilk muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle tabî olanlar var ya, i?te Allah onlardan razı olmu?tur, onlar da Allah’tan razı olmu?lardır. Allah onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamı?tır. İ?te bu büyük kurtulu?tur.” (16)
Kaynakça:
1. Ha?r Sûresi / 9.
2. Prf.Dr. Ethem Ruhi Fı?lalı, Ça?ımızdaki İtikâdî İslam Mezhepleri (İst. 1999).
3. Genel manada ri’cat; Hz. Peygamberin de Hz. İsa gibi vefatından sonra tekrar dünyaya dönece?i esasına dayanmaktaydı. Bunu ilk ortaya atanın Yahudi dönmesi İbn-i Sebe’nin oldu?u rivayet edilmektedir. Vasilik: Bu ise halifeli?in nass ile belirlendi?i bunun ise Hz. Ali oldu?u fikrinin ortaya atılması ile beraber ortaya çıkan bir fitneci bir fikir akımıydı.
4. Prf. Dr. E. R. Fı?lalı, a.g.e.
5. Prf. Dr. E. R. Fı?lalı, a.g.e.
6. Prf. Dr. Hüseyin Algül, İslam Tarihi (İst. 1997)
7. Prf. Dr. Hüseyin Algül, a.g.e.
8. Prf. Dr. E. R. Fı?lalı, a.g.e.
9. İslam’da İtikâdî Mezhepler ve Akâid Esasları, Prof. Dr. İrfan Abdulhamid, (İstç 1994, Marifet yay.)
10. İslâm Dü?üncesinde İlk Gelenekçiler, Sönmez Kutlu (Ank. 2000).
11. Kemal I?ık’ın mezheplerle ilgili eserinin mutezile bölümü.
12. Sönmez Kutlu, İslam Dü?üncesinde İlk gelenekçiler, (Ank. 2000).
13. Ebu Dâvud, Akdiye 11, H.No: 3592, 3593; Tirmîzî, Ahkâm 3, H.No: 1327, 1328.
14. Tirmizi, İman 18, (2643)., Ebu Davud, Sünnet 1, (4597).
15. a.g.e., ( 9.dipnot).
16. Tevbe Sûresi / No:100.
Ehli Sünnet Yolu
Özlenen Rehber Dergisi 9. Sayı
çok uzun daha kısası yokmu
açikcasi yazdiginizi okumadim ama bence guzel yazmişsinizdir
iyi güzel