Emr-i Bi’l-Marûf ve Nehy-i Ani’l-Münker Vazifesinin Terki
Bu vazife terk edildiği takdirde toplumda çok büyük ve elem verici felaketler, telafisi zor olan zararlar baş gösterir. Bu felaketlerin en şiddetlisi ise fitnedir. Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Mübîn’inde: ’Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür.’ buyurarak, fitnenin ne kadar büyük bir musibet olduğunu belirtiyor. İşte bu işin terki, ihmali veya hafife alınması beraberinde fitne gibi büyük bir azabı meydana getirir.
Huzeyfe (r.a.)’den rivayet olunduğuna göre Rasûlullah (s.a.v.) Efendimiz buyurdular ki: ’Nefsimi kudret elinde tutan zâta kasem olsun! Ya marûfu emreder ve münkerden yasaklarsınız veya Allah’ın katından umumi bir bela göndermesi yakındır. O zaman yalvar-yakar olursunuz da duanız kabul edilmez.’(1)
Bu hadisten şunu anlıyoruz ki; bu vazife (emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker) terk edildiği takdirde bir müminin en büyük dayanağı olan ve ibadetleri arasında büyük bir mekânete hâiz bulunan duaya icabet olunmuyor.
Yine başka bir hadiste: ’İçerisinde iyilerin daha mümtaz, daha güçlü bulunduğu bir kavimde kötülükler işlendiği halde, iyiler müdahale edip ıslahta bulunmazlarsa -bir başka rivayette müdahale edecek güçte bir kimsenin bulunduğu bir kavimde kötülükler işlenir ve fakat o kimse müdahalede bulunmazsa- Allah (c.c.) herkese ulaşacak bir ceza gönderir.’(2) buyurulmaktadır.
Evet, bir cemiyette iyiler, sâlih insanlar pekâlâ mevcuttur. Şayet bu insanlar emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münker vazifesini îfâ etmezlerse Hakk katından gelecek azap umûmî olur. Yani o toplumdaki sâlih ve fâcir insanların hepsini kapsar. Çünkü terk edilen amel çok büyük ve mühimdir. O yüzden gelen ikâb da o derece büyük ve umumidir. Bizden önceki ümmetlere baktığımız zaman da müşahede ediyoruz ki; onlar da bu kıymetli vazifeyi terk ettikleri için fitne ve zulümlere maruz kalmışlardır. Habîb-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz Benî İsrâil’den misâl vererek şöyle buyurmuşlardır: ’Benî İsrâil’in içine bozulma düştüğü zaman kişi kardeşini günah üzere görür ve onu bundan menederdi. Ancak ertesi gün, bir gün önce yasakladığı şeyleri yapan kimselerle yemede, içmede, sohbette arkadaşlık yapmaktan çekinmezdi. Bunun üzerine Allah onların kalplerini birbirlerine karıştırarak hepsini sapıttı. Onların bu hâli hakkında Kur’ân’da şu âyet gelmiştir: ’İsrâiloğulları’ndan olup da küfredenlere Dâvud’un ve Meryem oğlu İsa’nın diliyle lanet olunmuştur. Bunun sebebi; isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar işledikleri herhangi fenalıktan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Hakikaten yapmaya devam ettikleri (o hâl) ne kötü idi. Eğer Allah’a, peygambere îman etmiş olsalardı onları dost edinmezlerdi?’(El-Mâide 78-81) Ayakta duvara dayanmış olarak duran Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyetleri okuduktan sonra oturur ve ilave eder: ’Hayır, siz (haddi aşan) zalimi elinden tutup onu hakka çevirinceye kadar (irşad işini bırakmazsınız).’(3)
Görülüyor ki kişi başkasını menettiği haramı kendisi irtikab ederse, münkeri düzeltmeye gücü yetmiyor da münkerin işlendiği toplumu terk etmezse -Cenâb-ı Hakk muhafaza buyursun- o kötü güruhla beraber kendisinin de kalbi kararır, onlara benzer, ahlâklarını alır ve o topluluktan bir parça hâline gelir ki sonunda Allah’ın azabına müstehak olur.
Müfessirlerin başı İbn-i Abbas (r.a.), ’Öyle bir fitneden sakının ki, o (geldiği zaman) içinizden yalnız zulmedenlere çatmaz (âmmeye sirâyet eder ve hepinizi perişan eder.) Hem bilin ki Allah şüphesiz azabı çetin olandır.’ (El-Enfâl 25) âyet-i celîlesini şöyle tefsir etmiştir: ’Cenâb-ı Hakk burada, müminlere, aralarında tek bir münkerin yer etmesine meydan vermemelerini emretmekte ve bu emre uymayanları azapla korkutmaktadır.’ Çünkü münker, zamanında ıslah edilmezse tabiri caizse kangren hastalığı gibi bütün toplumu sarar, yavaş yavaş yok eder. Bu görev îfâ edilmezse cemiyet fesat ve fitne ile harap olur.
Emr-i Bi’l-Marûf ve Nehy-i Ani’l-Münkerin Hükmü
Yukarıda zikrettiğimiz âyetler ve hadisler ışığında âlimlerimiz bu vazifenin farz olduğuna hükmetmişlerdir. Ancak kişinin nefsine, malına ve ehline zarar gelecekse veya büyük bir fesada maruz kalacağını anlarsa o zaman o kişi hadîs-i şerîfin ifade ettiği gibi kalbiyle buğzetmekle iktifa eder.
Âlimlerimiz bu vazifenin hükmünü verirken kendilerine Kur’ân, Sünnet ve İcmâ’yı baz almışlardır. Emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münkerin farz olduğuna Kur’ân’dan delil Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetidir. Cenâb-ı Allah bu âyet-i kerîmede: ’İçinizden insanları hayra çağıracak, iyiliği emredip kötülükten alıkoyacak bir topluluk (cemaat) bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.’
Bu âyette Cenâb-ı Hakk’ın ’veltekun/olsun, bulunsun’ sözü emir sîgasıyla gelmiştir. Usûl-u fıkıhtaki kâideye göre emir vücuba delalet eder. Aynı zamanda âyetin sonunda; ’İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.’ buyurulmuştur. ’Kurtuluş, necât’ ise ancak farz olan bir şeyi yapmak, haram olandan da kaçınmakla olur.
Sünnetten delil ise çoktur. Burada bir tanesiyle iktifa edeceğiz: ’Sizden kim bir münker görürse eliyle düzeltsin, buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin, buna da gücü yetmezse kalbiyle buğz etsin. Bu ise îmanın en zayıf derecesidir.’
Üçüncü delil ise; Müslümanların ilk asırdan günümüze kadar birbirlerine marûfu emredip hakkı tavsiye etmeleri, münkerden ise alıkoyma ve ayıplamaları ve bu hususta bütün İslâm âlimlerinin icmâ etmeleridir.
İmam Taftazânî ise emr-i bi’l-marûf ve nehy-i ani’l-münkerin hükmünü şöyle açıklamıştır: ’Farz olan bir ameli (namaz, oruç vs. gibi?) emretmek farz, vacip olanı emir vaciptir. Haram olan bir şeyden (içki içmek, zina etmek, adam öldürmek vs. gibi?) nehyetmek farzdır. Mendup olan bir ameli emir ise menduptur, vacip değildir. Çünkü bu vazifenin farziyeti emredilen şey ile yasaklanan şeye bağlıdır. O yüzden aslen mendup olan bir ameli emretmek vacip değildir.’(4)
Ancak bir bölgede bir topluluk bu vazifeyi yaparsa diğerlerinden bu farz sakıt olur.
Nehy-i ani’l-münkeri îfâ ederken dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur: Münkeri düzeltme işi zan üzere, kulaktan duyma gibi dince itibar edilmeyen (fasığın haberi gibi) yollara tevessül edilmeden, kat’î bir bilgiye istinaden yapılmalıdır. Çünkü Rabbu’l-âlemîn Hucurât sûresinin 12. âyetinde şöyle buyurmaktadır: ’Ey îman edenler! Zannın çoğundan sakının. Çünkü zannın büyük bir kısmı günahtır.’ Bunun yanı sıra nehy-i ani’l-münker vazifesi yerine getirme adına Cenâb-ı Hakk’ın setrettiğini de tecessüs yolu ile deşifre etmemelidir.
Bu Vazifeyi Yapanda Olması Gereken Şartlar
1- Bu vazifeyi icrâ eden kimse, emrettiği marûfu ve nehyettiği münkeri iyi bilmesi lazımdır. Bu kimse âlim ve bilgili olmalıdır. Eğer bilgili olmazsa insanları nasıl irşad edecek?
2- Bu vazifeyi yapan, Allah rızası için, O’nun dinini yüceltmek, taatına rağbet ettirmek için yapmalıdır. Kendi nefsini yüceltme ve riya için yaparsa ancak kendi kendisini kandırmış olur.
3- Bu işi yapan kimse rıfk, merhamet, hilim, güzel nasihat gibi huylarla vasıflanmalıdır. Münker bir iş yapan kimseye şefkat ve merhametle yaklaşmalıdır. İmam Gazâlî, münkerden nehiy esnasında; ’Ey zalim, ey Allah’tan korkmaz!’ gibi ağır tabirlerin kullanılmamasını tavsiye eder.(5)
Cenâb-ı Hakk Âl-i İmrân sûresinin 159. âyetinde Allah Rasûlü’ne hitaben şöyle buyurmaktadır: ’Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın hiç şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi.’
Hakk Teâlâ Musa ve Harun (a.s.)’ı Firavun’a gönderdiği zaman şöyle buyurmuştur: ’Ona (Firavun’a) yumuşak söz söyleyin! Belki o Firavun aklını başına alır veya korkar.’(6)
4- Emrettiği marûfu ilk önce kendisi yapmalı ve hayatında yaşamalıdır. Nehyettiğinden de ilk önce kendisi vazgeçmelidir. Bir insan birisine namaz kıl, oruç tut dese kendisi bunları yapmasa o şahsa sen niçin namaz kılmıyorsun, niçin oruç tutmuyorsun, bunları bize söylüyorsun sen niye yapmıyorsun? demezler mi? Elbette derler. O halde insan evvelâ kendisi amel edip takva içinde yaşamalıdır ki, sözü diğer insanlara tesir etsin. Cenâb-ı Hakk söyleyip de kendi yapmayan güruhu şöyle buyurarak kınamıştır: ’Sizler kitabı (Tevrat) okuduğunuz, (gerçekleri bildiğiniz) halde insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?’(7)
Yine Saf sûresinin 2. âyetinde: ’Ey îman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?’ buyurularak bu hususun önemine dikkat çekilmektedir.
5- Güzel ahlâk sahibi olmalıdır. Uyarıcılık işinde güzel ahlâk esastır. Güzel ahlâk olmazsa ilim ve takva tek başına yeterli değildir. Bu hususla alakalı olarak İmam Gazâlî (k.s.) şöyle demiştir: ’Öfke kabardığı zaman, kişinin tabiatında, güzel ahlâk sayesinde onu hazmetmek (sineye çekmek) olmadıkça onu durdurmak için sadece ilim ve takva kafi gelmez. Takva ancak güzel ahlâkla tamamlanır.’(8)
Emr-i Bi’l-Marûf Nehy-i Ani’l-Münker ve Sabır İlişkisi
Sabır; belaların elemi ve ızdırabından şikayet etmeyip sadece Cenâb-ı Hakk’a yönelip ondan yardım beklemektir. İmam Gazali sabrı şöyle tarif eder: ’Neticeleri ve istekleri zıt olan iki kuvvetin karşılaşmasında bir kuvvetin metanet gösterip dayanmasından ibarettir.’(9)
Sabırla emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker arasındaki irtibata gelince; bu işi yaparken insanın karşısına bazı zorluklar çıkabilir. Bu uğurda çalışanlara bazen küfür edilir, dövülür, hakaret edilir. Nitekim bu uğurda en büyük eza ve cefayı Allah’ın Habîbi görmüştür. Enes (r.a.) şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdu ki: ’Yemin ederim ki Allah yolunda kimsenin görmediği eziyetleri gördüm. Allah uğrunda hiç kimsenin görmediği korkulara maruz bırakıldım. Öyle bir otuz gün ve gece geçirdim ki Bilal’in koltuğu altında sakladığı yiyecek dışında ne bende ne Bilal’de bir canlının yiyebileceği bir şey vardı.’(10)
Taif’teki taşlanma, deve işkembesinin namazda üzerine bırakılması ve daha bir çok zulüm ve eziyetleri Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz metanetle, sabır ve güzel ahlâkla karşılayarak sebat etmiştir. Mekke’de bir müşrik her gün Efendimizin kapısının önüne geliyor, bağırıp çağırıyor, kapısını taşlıyor, hatta deve işkembesi bırakıyor, türlü türlü eziyetler ediyordu. Bu hadise on-on iki gün sürdü. Bu zaman zarfında Efendimiz yapılan eziyetlere sabrediyor, kapısının önünü temizliyordu. Bir defa dahi çıkıp o müşrike cevap vermedi. Fakat daha sonra o müşrik yaptıklarına karşılık veren olmayınca bu işten bıktı ve yaptıklarından vazgeçti. Bunun üzerine Rasûl-i Kibriyâ (s.a.v.) Efendimiz onun evine giderek: ’Komşum! Her gün gelir beni ziyaret ederdin. Fakat bugün gelmedin. Ben de hasta mı oldun diye merak ettim.’ dedi. İşte bu merhamet, şefkat ve sabır karşısında o müşrik: ’Yâ Muhammed! Sen bu kadar güzel ahlâklı olduktan sonra senin getirdiğin din de haktır.’ diyerek Müslüman oldu. Mübarek üstadımız Hz. Abdullah Fârukî el-Müceddidî (k.s.) Âl-i İmrân sûresinin 104. âyetinin ledünnî tefsirinde bu kıssayı zikrederek: ’Efendimiz (s.a.v.) burada o müşriki tevhide yani hayra çağırıyordu. Hayra davet ederken de insanların en âlimiydi. Efendimiz aynı zamanda takva ve güzel ahlâk sahibiydi ve yapılan eziyetlere karşı da sabırlıydı.’ demiştir.
Evet, Kur’ân-ı Hakîm’e baktığımızda da bu gerçeği müşahede ediyoruz. Nitekim Lokman (a.s.) oğluna tavsiyelerini ifade eden âyette emr-i bi’l-marûf nehy-i ani’l-münker ile sabır arasındaki irtibata değinilerek şöyle buyurulmaktadır: ’Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği (marûfu) emret, kötülükten (münker) vazgeçirmeye çalış ve başına geleceklere sabret. Doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir.’(11)
Bu âyette üç temel unsur üzerine celb-i nazar edilmektedir:
a) Namaz kılmak.
b) İyiliği emredip kötülükten yasaklamak.
c) Bu uğurda başa geleceklere de sabretmek.
Netice olarak diyoruz ki; marûfu emredip kötülükten nehyederken kişi çok zor günler geçirebilir ve zor durumda kalabilir. İşte bu durumda Müslüman sabrederek o musibetler karşısında soğukkanlı hareket etmesini bilmelidir. Müslüman şunu hiç unutmamalıdır: Bu dinin tebliğcisi, peygamberi olan Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) bu uğurda çok çile ve eziyet çekmiştir. O halde bizim gibi aciz, gafil, günahkarların da bu gibi eziyetlere düçar olması da kaçınılmazdır.
En güzeli Allah Rasûl’ünün sünnetine iktidâ edip ilim, takva, güzel ahlâk ve sabırla insanları iyiliğe, tevhide davet etmektir. Îfâ edilen bu vazifeden madem Cenâb-ı Hakk razıdır. Rızası uğruna her zorluğa katlanmak da müslümanın şiarı olmalıdır.
Kaynakça:
1. Tirmizî, Fiten, c.9, H.No:2170.
2. Kütüb-ü Sitte, c.1, H.No:238.
3. Kütüb-ü Sitte, c.1, H.No:239.
4. Kütüb-ü Sitte, c.1, H.No:243
5. İhya Ulûmiddin, c.2, Emr-i Bi’l-Marûf ve Nehy-i Ani’l-Münker babı.
6. Tâhâ 20/44.
7. El-Bakara 2/44.
8. İhya Ulûmiddin, c.1, s.881.
9. İhya Ulûmiddin, c.4, s.62,63.
10. İmam Ahmed, El-Bidâye c.3, 47.
11. Lokman 31/17.
Emr-i Bi'l-marûf ve Nehy-i Ani'l-münker -ıı-
Özlenen Rehber Dergisi 17. Sayı
Busiteyi kurup böyleyazılarıyazdıgınıziçin rabbim sizlerden razı olsun.Sizleri iki cihanda aziz etsin.[AMİN].