Özlenen Rehber Dergisi

17.Sayı

El-cebbâr

Sultan ÇONGAOĞL Özlenen Rehber Dergisi 17. Sayı
’Azamet ve kudret sahibi, istediğini mutlaka yapan, kırık kalpleri onaran, murâd ettiği her durumda mutlak iradesini yürüten’
&


Cebbâr, ’cebr’ masdarından mübalağalı ism-i fâildir. ’Çok cebredici’ mânâsını ifade eden cebbâr vasfında başlıca iki mânâ vardır:

Birincisi; cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Bu mânâda cebbâr ismi, hâlkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gerektiği gibi yapmakta çok iktidarlı olan hâkim mânâsını ifade eder. Müfessirlerin çoğu, Allah Teâlâ’ya cebbâr ismini vermenin bu anlamda olduğunu söylemiştir. Buna göre Allah Teâlâ; dertlere derman veren, kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup düzelten en yüce zattır.

İkinci olarak; cebr, icbar etmek, yani murâd ettiğini zorla yaptırmak mânâsına gelir. Bu mânâda cebbâr zorlu demektir. Allah Teâlâ’ya isnat edilirse ’kahhâr’ ismi gibi hâlkı iradesine mecbur eden, murâd ettiğini ister istemez zorla yaptırmaya kâdir olan, hüküm ve nüfuzuna karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi anlamında kullanılmış olur. Bundan, cebriyenin dediği gibi kullara hiç irade vermez, her emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyarî filler yoktur mânâsını da anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin, kulların cüz’î iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu; ’Eğer siz Allah’a (O’nun dinine) yardım ederseniz, (Allah da) size yardım eder.’(Muhammed 47/7) gibi bir çok âyetle tespit edilmiştir. Burada ’Allah’a yardım etmek’ sözü mecâzîdir. Allah’a yardım etmek; O’nun emrini tutmak, dininin öğrenilmesi ve yayılması için çaba sarf etmek ve bu maksatla Rasûl’üne yardımcı olmak demektir. İnsan iradesini Allah’ın emirlerini yapma ve yasaklarından uzak durma, böylece O’nun rızasını elde etme yönünde kullanır, dinine hizmet etmeye karar verirse Allah da ona yardımcı olur. Hedefinin önündeki bütün engelleri kaldırır. Gönlündeki korkuyu çıkarır. Dayanma, direnme ve zafere ulaşma gücü ve imkanı lütfeder.

Nitekim bir hadîs-i şerifte: ’Sizin her birinizin yaratılması (şöyledir): (Yaratılma başlangıcında) ana-baba maddeleri kırk gün anasının karnında toplanır. Sonra o maddeler bir o kadar zaman içinde (yani kırk gün içinde) katı bir kan pıhtısı hâlini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde bir çiğnem et olur. Sonra (dördüncü tekâmül tavrında) Allah bir melek gönderir de tekâmül eden o bir çiğnem ete şu dört kelimeyi yazması emir olunur: Onun işini, rızkını, ecelini, şakî yahut saîd olduğunu yaz denilir. Sonra ona ruh üflenir (cenin canlanır). İmdi sizden bir kişi (bu fıtratı gereği dünyada) iyi iş yapar; nihayet kendisiyle cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı gelir. Yazısı o kişinin önüne geçer (yani onu önler), bu defa o kişi cehennemliklerin işini yapmaya başlar (da cehenneme girer.) Sizden bir kişi de kötü iş yapar; nihayet kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin yazdığı) o yazı önüne geçer (yani onu önler), bu defa o kişi cennet ehlinin (hayırlı) amelini yapar (cennete girer).’(Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi, VII, Çeviri: M. Sofuoğlu, Ötüken Yayınları, 1987)

Biz bu hadisin ikinci kısmıyla, yani cenine can verildikten sonra olan olayların üzerinde durmak istiyoruz. Allah tarafından gönderilen görevli bir melek önce çocuğu ruh üfler. Daha sonra doğacak olan çocuğun ölümüne kadar, hayattaki her türlü davranışı demek olan amelinin nasıl olacağını yazar. Kişinin ameli, onun işlediği her çeşit hayır ve şerri, iyilik ve kötülüğü kapsar. Her insan bu davranışlarına göre iyi ve kötü olarak nitelendirilir. İnsanın hayatının ne kadar devam edeceğini, ölümünün nasıl sona ereceğini de bu görevli melek yazar. Meleğin yazdığı bir başka şey de insanın rızkıdır. Rızkı az mı yoksa çok mu olacak, helal mi yoksa haram mı yiyecek, rızkını hangi yollardan temin edecek? Bütün bunlar levh-i mahfuz denilen ve bilgisi sadece Allah katında olan bir kitapta yazılıdır. Netice itibariyle kişinin cennet veya cehennem ehlinden olacağı da görevli melek tarafından kaydedilir. Cenâb-ı Hakk’ın bunları meleğe yazdırması; her şeyin bilgisinin kendi katında bunduğunu onlara göstermek ve bu durumu insanlara öğretmek gayesiyledir. Her şeyin yazısı boynunda asılıdır. Fakat bunu ne insan, ne de başkası bilme ve görme imkanına sahip değildir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur:

’Her insanın amelini boynuna doladık. Kıyamet günü onun için, açılmış olarak bulacağı bir kitap çıkarırız. ’Kitabını oku! Bugün nefsin sana hesapçı olarak yeter.’ deriz.’(el-İsrâ 17/13,14.)

İnsanın boynunda asılı olan bu kitap bir nevi onun zimmetinde olan eşya gibidir. Çünkü onda yazılı olanlar, kişinin hayatı boyunca yaptıklarıdır. Bu anlatılanlar hâlk arasında kader veya alın yazısı olarak bilinip adlandırılan hususlardır. Bu adlandırma doğrudur. Yanlış olan ise; kişinin kendisini başına gelenlere mahkum hissetmesi, azim ve gayreti, çalışıp çabalamayı terk etme hissine kapılmasıdır. Oysa kişinin başına ne geleceğini, akıbetinin nasıl olacağını Allah’tan başka kimse bilemez. Kişi, Allah (c.c.) kendisi hakkında öyle yazdığı için bu şekilde hareket ediyor değildir. Aksine, kişinin nasıl hareket edeceğini Cenâb-ı Hakk ilm-i ezelîsi (sonsuz olan ilmi) ile bildiği için öyle yazmıştır. Böyle olmasaydı kişinin iradesi olmaz, neticesinde de yaptıklarından sorumlu tutulmazdı. Hâlbuki insan her yaptığından sorumludur. Sadece aklı ve idraki olmayanlar sorumlu değildir. O hâlde kader; akıl ve irade sahibi insanın, üzerine düşen görevleri eksiksiz yerine getirmesinden sonra ortaya çıkan neticeye rıza göstermesi, vazifesini yapmış olmanın huzuru içinde olması ve isyan etmemesidir.

Hadîs’imiz, insan ile cennet veya cehennem arasındaki mesafeyi kulaç gibi kısa bir uzunluk birimiyle açıklarken, bu ikisine girmede davranışlarımızın önemini ortaya koymuş; iyi ve güzel işler yapmamız, kötü ve çirkin işler yapmaktan da sakınmamız gerektiğine dikkatimizi çekmiştir. Yine insanın, yaptığı iyi ve güzel amellerle gururlanma, kendini beğenme, kibirlenme ve kötü huy gibi sevilmeyen hâllerden uzak durmasını tavsiye etmekte; öte yandan, işlediği bir takım günahlar sebebiyle Allah’tan ümit kesmeyip korku ile ümit arasında bir hayat sürmesi icap ettiğini bize öğretmektedir.

Allah Teâlâ Câbir’dir, Cebbâr’dır. Kırılanları onarır, eksiklikleri tamamlar, her türlü perişanlıkları düzeltir, yoluna kor. Bu mânâdan olmak üzere Hz. Ali (k.v.), Allah (c.c.)’ya münacâtında: ’Ey her kırığı kaynatıp birleştiren ve ey her zorluğu kolaylaştıran!’ buyurmuştur.

Cenâb-ı Allah öyle bir kudret ve azamet sahibidir ki, istisnasız bütün varlıklar O’nun büyüklüğü karşısında teslim olur, boyun eğer, itaat eder. Milyonlarca seneden beri güneşimizin bir lamba ve soba gibi hayatımıza hizmet etmesi ve bu hizmette kusur etmemesi; yine bir takvim ve gece lambası gibi mütevazı bir şekilde çalışması; dünyamızın bir kaç hareketiyle hem mevsimleri, hem gece ve gündüzü netice verecek şekilde bıkıp usanmadan Mevlevî gibi dönüp durması; öte yandan bitki ve hayvanlardan her birinin, hayat programları çerçevesinde bir ân bile görevlerinden geri kalmamaları, büyük bir tevazu, mahviyet ve itaatkarlıkla hayat sahnesinde vazifelerini sürdürmeleri bu ilâhî vasfın ne kadar doğru ve geniş muhtevalı olduğunu göstermeye yeter.

’Cenâb-ı Hakk niçin cebbâriyet sıfatı ile fenalıkları men etmiyor?’ diye soru soranlara ise kolay bir örnekle açıklama getirelim. Bir baba çocuklarına bayram harçlığı diye eşit olarak yüz lira dağıtır. Baba çocukların bu parayı fena işlerde değil, iyi işlerde kullanmalarını temenni etmektedir. Ancak bununla beraber hürriyetlerini ellerinden almaz, yalnızca; ’Paranızı fena işlerde kullanmayın, kötü kimselerle arkadaşlık yapmayın!’ diyen tembihte bulunur. Parayı alan çocuklardan kimi bu parayı sadaka verip hayırda kullanır. Kimi de bu parayla kumar oynayıp çirkin işlerde harcar.

Bu durumda parasını kötü yolda kullanan çocukların bu tasarruflarından dolayı babaya kızmak doğru olmadığı gibi, iyilik hususunda söz dinleyen çocuğu görünce de sadece, ’Aferin! Babası iyi terbiye etmiş.’ demek de doğru değildir. Doğru olan hareket; fena olan çocukların fenalıklarını kendilerinden bilip, iyi olan çocukların iyi hâllerini ise hem baba, hem de çocuktan bilmektir. Zira kötü çocuğun kötülüğü kendinden, yani söz dinlememesindendir. İyi çocuğun iyiliği ise babasının sözünü tutmasındandır ki bu iyiliğe, nasihatinden dolayı baba da ortaktır.

İşte Cenâb-ı Hakk’la kulları arasındaki ilişki de bunun gibidir. Zira Cenâb-ı Hakk, peygamberleri ve velîleri vasıtasıyla kullarına iyiyi ve yanlışı göstermiş, iyiliği emredip, kötülükten de sakındırmıştır. Bu ikisi arasındaki seçimi ise kullarına bırakmıştır. Kısacası demek istemekteyiz ki; baba-çocuk örneğinde olduğu üzere, Allah (c.c.) insanları imtihan etmek üzere dünyaya göndermiş ve bu imtihanlarını yaparken de onları rızık, can, iş, eş, çocuk vs. gibi nimetlerle; ama onları iyilik veya kötülük noktasında zorlamadan imtihan etmektedir. Şayet zorlama olsaydı bunun adına imtihan denmezdi. Çünkü iyilikleri ve kötülükleri, şayet Allah (c.c.) kullarına zorlayarak yaptırıyor olsaydı bütün kötü insanlar; ’Ben aslında kötü değilim. Bana bu kötülükleri Allah yaptırıyor’ deyip kötülülerini Allah’a iftira ederlerdi.

Rabbimiz insanlara cüz’î irade verdiği ve iyilik-kötülük arasında seçim yapma noktasında imtihan için kullarını serbest bıraktığı halde müşrikler, ’Bize kötülükleri Allah yaptırıyor’ diye iftira etmişlerdi. Bunun böyle olmadığını Cenâb-ı Hakk Kur’ân-ı Mecîd’inde şu âyet-i kerîmeyle bildirmiştir: ’(Müşrikler) dediler ki: Rahman dileseydi biz onlara (putlara) tapmazdık. Onların bu hususta bir bilgileri yoktur. Onlar sadece yalan söylüyorlar.’(ez-Zuhruf 43/20.)

İşte bu imtihan sebebiyledir ki Cenâb-ı Hakk cebbâriyet sıfatı ile fenalıkları engellemiyor. Böylece iyiler ve kötüler elli olsun da cennet ve cehennemin lüzumsuz olmadığı anlaşılsın.

Bütün bu açıklamalar ışığında şöyle denilebilir: O’nu tanıyan ve bilen kişi, kendi nihayetsiz hiçliğini, aczini, fakrını ve zilletini anlamakta gecikmez. Bununla da kalmayarak O’nun bütün emir ve hükümlerine kayıtsız şartsız teslim olur. O’na itaatsizliğe ve hele hele fâni vücudunda bir benlik hissetmeye asla cesaret edemez. Bütün hâllerinde O’na dayanır, O’na güvenir, bütün hayat yükünü O’nun kudret ve rahmet gemisine bırakır. Onun kendisinden istediğini yapar, gerisine hiç karışmaz. Böylece sonsuz bir huzur ve rahatlık duyar, kabir kapısından ebedî saadete geçer.

Faydalanılan Eserler:
1. Doç. Dr. Abdulaziz Hatip, Esmâ-i Hüsnâ, Gençlik Yayınları, 2002.
2. M. Nusret Tura, Onun Güzel İsimleri, İnsan Yayınları, 2003.
3. Riyâzu’s-Sâlihîn Tercüme ve Şerhi, Erkam Yayınları, 2001.
4. M. Necati Bursalı, Esmâü’l-Hüsnâ.
5. Niyazi Bekir, Esmâü’l-Hüsnâ Kasidesi, Sultan Yayınları.
6. İmam Gazâlî, Esmâü’l-Hüsnâ Şerhi, Merve Yayınları.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.