Sûfî kime denir?
Tasavvuf terbiyesi içerisinde bulunan kimseye gelince; bu kişiye sûfî denildiği gibi; sâlik, derviş de denir. İlk defa "sûfî" lakabıyla anılan zât, bir rivayete göre Câbir b. Hayyân el- Kûfî (öl.150/767), diğer bir rivayete göre ise Ebû Hâşim el- Kûfî’dir.
Tasavvuf tanımlarında olduğu gibi sûfî tanımlarında da ittifak söz konusu değildir. Bir önceki sayıda zikrettiğimiz sebepler, sûfî kavramının tanımı için de geçerlidir. Mutasavvıfların yapmış oldukları bazı tanımlar şöyledir:
Bişr-i Hafî (öl. 227/842):
Sûfî, konuştuğunda sözü ile hâli aynı olan, ’Niçin yapmadıklarınızı söylüyorsunuz?’ ayetine muhalefet etmeyen ve kalbini Allah için saf hale getirendir.
Ebû Hüseyn Nûrî (öl. 295/907):
Sûfî, kendisini bir şeyin bağlamadığı ve kendisinin de bir şeye bağlanmadığı kimsedir. Sûfî, yoklukta halini bozmayan, varlıkta ise kardeşini kendine tercih edendir.
Cüneyd-i Bağdâdî (öl. 297/909):
Sûfî, toprak gibidir. Her çirkin şey onun üzerine atılır. Böyle olduğu halde bütün güzellikler ondan biter. Sûfîler aile efradıdır. Yabancılar oraya giremez.
Muhammed b. Murtaiş (öl. 328/940):
Sûfî, nefsini bütün kötülüklerden arındıran ve başkalarından gelecek yardımlardan uzak olan (bu yardımlara sığınmayan)dır.
Ebû’l-Hasen el-Husrî (öl. 371/981):
Sûfî, yaptığı yanlışlardan dönünce onu tekrarlamayan, Hakk’a yönelince O’ndan yüz çevirmeyen ve olayların gönlünde bir değişiklik yapmadığı kimsedir.
Ebû Turâb (öl. 245/859):
Sûfî, hiçbir şeyin kendisini kirletmediği ve kendisinin bir şeyden kirlenmediği kimsedir.
Ebû Said Harrâz (öl. 277/890):
Sûfî, Allah’ın kalbini saflaştırdığı ve zikirle kalbini nurlandırdığı kimsedir.
Ebû Ali Ruzvârî (öl. 322/933):
Sûfî, dünyayı ardına atan, Hz. Mustafa (s.a.v.)’in yoluna giren, yün elbise giyen, nefsini de ezâ ve cefâ çekerek terbiye edendir.
Ebû Bekr eş-Şiblî (öl. 334/945):
Sûfî, halktan kesilip Hakk’a yapışandır.
Netice olarak tasavvuf; manevî, ruhanî, derunî, batınî ölçü ve tercihlere ağırlık veren, ruhun cisme hâkimiyetini isteyen, ibadet ve itaat, riyazet ve mücahede, aşk ve muhabbet yollarını izleyerek ahlakî olgunluk ile birlikte Allah’a ulaşmayı hedefleyen sûfîler tarafından benimsenen bir düşünce ekolü ve hayat tarzıdır. İslam’da bu ekol, zühd hareketiyle başlamış, zamanla tasavvuf akımına dönüşmüş ve tarikatlarla da müesseseleşerek varlığını sürdürmüştür.
Tarikat nedir?
Tasavvufa, tarikat denilen ve Allah’a götüren özel yollarla girilir, denilmişti. Peki, tarikat nedir?
Tarikat, yol anlamına gelir. Istılahta ise; nefsi tezkiye, kalbi tasfiye, ahlakı tezhip (süsleme) suretiyle kişiyi Hakk’a götüren, kendine ait usul, âdâb ve erkânı olan yol demektir.
Tarikat, hicri III. asırdan itibaren peygamberî ahlak örnekleri taşıyan ve dini Peygamberimiz (s.a.v.) gibi yaşama gayreti içerisinde bulunan bazı mutasavvıfların etraflarında bir araya gelen insanlar topluluğu için ad olmuştur. Öyleyse tarikat kelimesi, ’peygamberî yol’, ’Peygamber’in yolu’ anlamında din ve İslam kavramlarının karşılığıdır, denilebilir.
Burada kavram açıklamalarına girmek yerine daha çok toplumdaki yeri itibariyle tarikatların ortaya çıkış sebepleri üzerinde durmak yerinde olacaktır. Tarikatlar, daha önce de ifade edildiği gibi Peygamberimizin, Kur’ân’ı yansıtan yaşantısının bir tezahürü olarak ortaya çıkmışlardır. Konuya dinî ve toplumsal açılardan bakmak gerekirse, tarikatları doğuran sebeplerin neler olduğu şöyle sıralanabilir:
Tarikatları doğuran sebepler:
A. Dinî sebepler:
1- Nasslar (ayet ve hadisler)’in, ’yaşanılan dinî bir hayatı’ emreden hükümler içermesi.
2- Peygamberimizin kul olmayı tercih ederek Kur’an temelli yaşadığı hayat.
3- Peygamberî ahlakı ve yaşantıyı kendisine örnek alan kimselerin topluma olumlu tesiri.
4- Bazı nassların tarikatlaşma anlamında yorumlanabilmesi durumu.
5- Tarikatlaşmayı yasaklayan açık dini bir müeyyidenin olmayışı.
6- İslam’ın fikir hareketlerine karşı takındığı müsamahakâr yaklaşım.
B. Siyasi, sosyal, kültürel ve ekonomik sebepler:
1- Zaman içerisinde siyasi otoritenin tasavvufî hareketlere karşı takındığı tavırlar: Bu tavırlar, tekkelerin varlığını devam ettirme noktasında önemli rol oynamışlardır.
2- Yaşanılan siyasi bunalımların topluma yansıyan etkileri: Siyasi olumsuzluklardan etkilenen veya uzak kalmak isteyen halk, dergâh ve tekkelere daha çok rağbet etmeye başlamıştır.
3- Sosyal ve iktisadî yapıda meydana gelen değişim: Gelişen teknoloji, diğer din ve kültürlerden etkilenme, daha kalabalık bir toplum neticesinde insanların kendi iç âlemlerine dönme istekleri önem arz etmiştir.
4- Zühdî ve tasavvufî düşüncenin fikir planında tekâmülünü tamamlamış olması: Zira nefis terbiyesi zamanla dinî yaşantıdan uzaklaşan insanlara ağır gelmiş ve tasavvufî yaşantıyı kişisel bir tercih durumuna düşürmüşlerdir. Bu ise tasavvufu tekkelerden ibarettir anlayışına sürüklemiştir.
C. Ferdî yapıdan kaynaklanan sebepler:
1- Ferdin fıtraten sahip olduğu mistik, duygusal ve vicdanî özellikler.
2- İnsanda var olan, ’bir otoriteye bağlanma psikolojisi’nin etkisi.
3- Hazır, kolay ve pratik çözümlere karşı duyulan ilgi.
4- İnsanın yaratılışı itibariyle taklide olan meyli.
5- Her insanın içinde var olan moral arayışları, bir huzur ortamına kavuşma isteği ve ihtiyacı.
6- Dinî hayatı daha iyi yaşama isteği ve arayışı.
7- Ferdin psikolojik, sosyal, ekonomik beklentileri ve ihtiyaçları.
Tasavvuf hareketi, toplum hayatında oldukça etkilidir. Tarikatların rolü asla küçümsenmemelidir. Tarikatlar ise, genel olarak bakıldığında bir takım tasniflere tabi tutulmaktadır.
Tarikatların tasnifi:
A. Dinî yapılarına göre:
1- Hak tarikatlar.
2- Batıl tarikatlar:
a. İlk çıkışları itibariyle hak, zamanla batıl olanlar.
b. İlk çıkışları ve sonrası itibariyle batıl olanlar.
B. Zikir sistemlerine göre:
1- Kıyâmî (ayakta) zikri benimseyen tarikatlar.
2- Gu’ûdî (oturarak) zikri benimseyen tarikatlar.
3- Cehrî (açık, sesli) zikri benimseyen tarikatlar.
4- Hafî (gizli, sessiz) zikri benimseyen tarikatlar.
C. Takip ettikleri usullere göre:
1- Tarik-i ahyâr: İbadet ve taatlerle Hakk’a yaklaşmayı esas alan tarikatlar: Farzlar ve nafilelere devam şarttır.
2- Tarik-i ebrâr: Riyazât ve mücahede yoluyla Hakk’a yaklaşmayı esas alan tarikatlar: Az yeme, az uyuma ve az konuşma gibi terbiye usulleri kullanılır.
3- Tarik-i şuttâr: Aşk ve cezbeye ağırlık vermek suretiyle bir eğitimi öngören tarikatlardır.
Tasavvuf Hareketinin Toplum Hayatındaki Yeri Ve Önemi:
Tasavvuf, sûfî ve tarikat kavramları hakkında geçen bilgilere bakıldığında tasavvuf hareketinin toplum hayatında hiç de yadsınamaz bir yerinin olduğu açıkça ortadadır. Tasavvuf, toplumu ve toplum hayatını etkileyen bir ilim dalı olduğundan, toplumu ilgilendiren diğer ilim dallarıyla da yakın ilişkiler kurar. Dayanağı ve konuları itibariyle İslamî ilimlerle, metotları ve konuları itibariyle de felsefe, psikoloji vb. sosyal ilimlerle yakından ilgilidir. Bu sebeple toplum hayatında göz ardı edilemeyecek olan tasavvuf ve tasavvuf hareketleri, gerek ferdî, gerekse sosyal yaşamın her alanında karşımıza çıkmakta ve önem arz etmektedir.
Tasavvufun toplum hayatı için niçin ve neden önem arz ettiği konusuna aşağıda sıralanan maddelerle cevap verilebilir:
1- Tasavvuf hareketleri, toplumun her ferdine; yaş, cins ve meslek ayrımı yapmadan hitap etmiştir.
2- Tasavvuf mektepleri, çok yönlü sosyal hizmetler sunan müesseseler olmuştur.
3- Birer halk eğitim merkezi konumları ile eğitim ve öğretime katkıda bulunmuşlardır.
4- İnsanlara kulluk ruhunun verildiği, yerine göre gönüllere hitap eden barışçı; gerektiğinde ise kılıç kuşanan dervişlerin yetiştirildiği yerler olmuştur.
5- İşe ve çalışmaya, alın teriyle geçinmeye, helal lokma yemeye, halktan önce Hakk’ın beğenisini kazanacak düzeyde bir işi yapma ya da bir mesleği icra etmeye teşvik etmişler, böylece ekonomik hayatta etkili olmuşlardır. Zira manevî yolda ilerlemenin temeli; helal lokma yemekten geçmektedir.
6- Kardeşlik anlayışının, birlik ve beraberlik duygularının, sosyal dayanışma ve bütünleşme telakkilerinin, sevgi, hoşgörü vb. tüm üstün ahlakî değerlerin telkin edilip hayata geçirilmeye çalışıldığı yerler durumundadırlar.
7- Mimaride, musikide, hat ve tezhip (süsleme) sanatlarında, özellikle edebiyatta topluma eşsiz eserler kazandırmışlar, kültür ve medeniyetimize zenginlik katmışlardır.
8- İslam dininin yayılması açısından oynadıkları roller küçümsenemez.
9- Siyasi otoriteye doğrudan ya da dolaylı yollardan yön vermeleri, hak üzere olmada destek olmaları gibi önemli fonksiyonlar icra etmişlerdir.
10- Bütün bunların yanında gerçek hüviyetlerinden uzaklaşmaları, ehil olmayan kimselerin elinde bulunmaları ve istismarları durumunda ise dinî, siyasi, sosyal, kültürel, askeri ve ekonomik açılardan toplum hayatında telafisi güç olumsuz etkileri olduğu bir gerçektir.
Tasavvuf, toplumun her kademesine nüfuz etmiş bir anlayıştır. Evet, tasavvuf bir anlayıştır. Hâşâ yeni bir din olmayıp; Hz. Allah’tan başkasını ilah kabul eden bir anlayış da değildir. Sadece ilim dalı olarak Peygamberimizin getirdiği, yaşadığı, anlattığı ve öğrettiği İslam dinini temel, konu, gaye edinir. Tasavvuf, dinin ta kendisidir. Bu yola giren bir salik, tasavvufta dinden başka bir şey bulamaz, bulması da mümkün değildir.
Bugün özellikle Peygamberimize sevgi ve ittibayı yanlış anlayarak, mutasavvıfların Peygamberimize insanî özelliklerinin dışında bir takım özellikler yükledikleri iddia edilmektedir. Doğru... Hz. Allah (c.c.) O’na insanî özellikler dışında, kendine has, hiçbir beşere vermediği özellikler bahşetmiştir. Fakat bazıları bunu Peygamberimizi yermek anlamında kullanmaktadırlar. Peygamberimiz (s.a.v.), bir beşerdi. Ama kendisine vahiy gelen , gölgesi yere düşmeyen , bulutların kendisini gölgelediği ve ağaçların gölgelemek amacıyla kendisine meylettiği , Rabbinin miraca davet ettiği , parmağını kaldırınca ayın ikiye yarıldığı bir beşerdi.
Mutasavvıflar hakkında bu gibi yanlış vehimlere kapılanlar, okudukları Kur’ân’a hiç bakmıyorlar mı? Aslında bakıyorlar. Şöyle ki: Sure ve ayet adı söylemeden numara, rakam söyleyerek; ’Bakara’ suresine ’inek’ suresi diyerek alçakça ifadelerle Kur’an anlatıyorlar. Sözde meal hafızı olmuşlar. Bu da ilk defa duyduğumuz bir kavram. Meal hafızı! Şer’an bildiğimiz tek hafızlık var ki; o da Kur’ân’ın Arapça olarak ezberlenmesinden ortaya çıkan hafızlıktır. Zira hiç bir mealin, Kur’ân’ın Arapça anlam karşılığını tam olarak vermediği açıktır. Örnek vermek gerekirse Arapça bilmeden Ankebût suresi 29/41. ayeti kerimede "ittehazet beytâ" (kendisine ev edindi) kelimesinden ev yapabilen örümceğin ancak dişi örümcek olduğunu bilmek mümkün değildir.
Ayrıca Kur’ân’ın bölümleri için "pasaj" ifadesi kullanılıyor. Pasaj kelimesi İncil veya Tevrat’ın ya da alelâde bir kitabın bölümleri için kullanılır. Kur’an böyle bir kitap mıdır ki bunlara benzetiliyor? Kur’ân’dan bahsederken cüz, hizb, sure, aşır, ayet kavramları kullanılır. Niçin ve neden başka başka kelimelere tevessül ediliyor? Ama ne hikmetse bu akıma kapılmış kimseler asla hadis, siyer okumuyor veya itibar etmiyorlar. Hadis inkârcılığı almış başını gidiyor. Hadis-i şerifleri bilmeyince dini nasıl yaşayacaklar. Kur’ân’ın içerisinden Sünnet’i çekip alınca; yalnız vahiy kalır ki, hadisler olmadan anlaşılması mümkün değildir. Sadece akılla kendilerini vahye muhatap sayanlar, bunun kendini peygamber yerine koymak olduğunu anlamıyorlar mı? "O, bir beşerdi. Biz de beşeriz ve anlarız demek" Peygamber’i hiçe saymaktır. Zira vahye muhatap olan Peygamberimiz’dir. Allah Teâlâ: ’Sana Kitap ve hikmeti verdik!’ buyuruyor. Hikmet, sünnettir. Aslında Peygamberimizin hadislerine bir baksak, hikmet kavramını daha iyi anlayacak ve doğumundan vefatına kadar bir sözü diğer bir sözünü yalanlamayan bir peygamber bulacağız.
Kısa yaşamları boyunca Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e tabi olan, olmaya gayret eden, O’nu seven, yakınlık yolları arayan mutasavvıflardan bir kaçının hâl tercümelerine baktığımızda sünnet/hikmet kavramları daha iyi anlaşılacak; konunun hiç de görüldüğü gibi olmadığı, hakiki aşk ve muhabbetin, irfan ve marifetin nasıl kazanıldığı daha iyi anlaşılacaktır.
Tasavvuf Hareketinin Toplum Hayatındaki Yeri ?ıı-
Özlenen Rehber Dergisi 145. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.