Zahirî ve Batınî ilimlerle tezyin, dört mezhebin fıkhına vakıf, büyük İslam âlimi, gönüller sultanı Merhum Abdülhakim Arvasî (rah.) Hazretlerini ve büyük Şair Necip Fazıl’ı hayır ve rahmetle yâd edeceğiz bu ayki unutulmayanlar köşemizde. Önce Necip Fazıl ve şeyhi Abdülhakim Arvasî (k.s.) ile tanışmasından bahsedip sonra da Abdülhakim Arvasî (k.s.) hakkında biyografik bilgiler sunacağız.
Son yüzyılda tasavvufun benlik dönüştüren ikliminden nasiplenenlerden birisi de hiç kuşkusuz Necip Fazıl Kısakürek’tir. Öncesi çok farklı olmakla birlikte genel manada onun hayat tarzı ve eserlerinde tasavvufî duyuş ve düşünüşün önemli bir yeri vardır.
Öğrencilik yıllarında öğretmeni İbrahim Aşkî’nin kendisine okuması için verdiği Bayrâmî-Melâmî şeyhlerinden Sarı Abdullah Efendi’nin Semerâtu’l-Fuâd (Gönül Meyveleri) ve Dîvan-ı Nakşî adlı iki eseri, onun tasavvufla ve tasavvufî kültürle ilk defa temasını sağlamıştır.
Necip Fazıl’ın, 1934 yılında Nakşî-Hâlidî şeyhi Abdülhakim Arvasî (k.s.)’nin sohbetlerini yaptığı Beyoğlu Ağa Camii’ne giderek onunla tanışması ise hayatı için bambaşka ve yepyeni bir dönüm noktası olmuştur. Çünkü bu tarihten sonra Necip Fazıl’da tasavvufî düşünce ortaya çıkmaya başlamış, düşünce dünyasında ve eserlerinde, özellikle tasavvufî düşünceyle ilgili görüşlerinde Abdülhakim Arvasî (k.s.)’nin etkisi yoğun olmuştur. O’na göre hayatı üç döneme ayrılmaktadır. Necip Fâzıl, O ve Ben adlı hatıra türündeki eserinde bu dönemleri, ’Onu Tanıyıncaya Kadar’, ’Onu Tanıdıktan Sonra’, ’O Günden Beri’ diye belirtmiştir.
Allah dostunu gördüm, bundan altı yıl evvel;
Bir akşamdı ki, zaman donacak kadar güzel (Çile, s. 74)
Bana, yakan gözlerle, bir kerecik baktınız;
Ruhuma, büyük temel çivisi çaktınız! (Çile, s. 75)
Sonsuzluk Kervanı, ’peşinizde ben,
Üç ayakla seken topal köpeğim!’
Bastığınız yeri taş taş öpeyim.
Bir kırıntı yeter kereminizden!
Sonsuzluk Kervanı, peşinizde ben... (Çile, s. 63)
Necip Fazıl ve Tasavvuf
Necip Fazıl’a göre tasavvuf, birçok insana mahrem olan insanın iç eylem ve görevi, oluş gayesi, kullukla ilâhî huzura ermek ve Allah’ı bulmak dâvâsıdır. Tasavvufta kulluğu bitirip üste çıkmak yoktur. Tasavvuf, Hak’ta fânî olmak ve O’nda bekâ bulmak gayesi ve çabasıdır. Yine Necip Fazıl’a göre tasavvufun kaynağı, ne Yeni Eflatunculuk, ne İskenderiye Mektebi ve ne de Budizm’dir. ’Tasavvuf, şerîatın hakikatleriyle vasıflanmaktan doğmuştur. Şeriattan murad, ilâhî emir ve yasaklardır. Tasavvuf, şerîatın amelî hususlarında tatbikini ve kolaylıkla yerine gelmesini sağlayıcı bir vasıftan ve vesileden ibarettir.’ (Tasavvuf Bahçeleri, s. 17-18).
O’na göre Tasavvuf, dine sonradan eklenmiş bir hâl de değildir. Bundan dolayıdır ki Şerîat ve Tasavvuf birbirinden farklı şeyler değildir. Dinin zahiri (dışı) şerîat, bâtını (içi) ise tasavvuftur. Necip Fazıl’a göre tasavvufun gayesi, kötü ahlak ve çirkin huylardan arınmak, insanın ana sermayesi olarak kabul edilebilecek üstün ahlâk ve güzel hasletlerle donanmaktır.
Necip Fazıl sadece tasavvufla ilgili bu düşünceleri ifade etmekle kalmamış bunların yanında eserlerinde (O ve Ben, Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, Tasavvuf Bahçeleri bunlardan bazılarıdır) mürid, zikir, râbıta, kabz-bast, gaybet-huzur, sahv-sekr, velâyet, kerâmet, havâtır, tezekkür-i mevt, vahdet-i vücûd ve vahdet-i şühûd gibi tasavvufî kavram ve meselelere de yer vermiştir. O’na göre ’tasavvuf, İslam ruh ikliminin su gibi, güneş gibi, ağaç gibi ana unsudur’ ’İslam ruhunun kaynağıdır’ ve kendisi de ’bütün duygu ve düşünce feyzini tasavvuftan almakta’dır.
Necip Fazıl ve Şeyhi
Böyle bir kumaşı dokuyan, ona yepyeni bir ’ufuk’ kazandıran kişi ise Abdülhakim Arvasî (k.s.) Hazretleridir. Necip Fazıl Şeyhi ile tanışmadan önce ’her şey O’nda gizli bir düğüm’dür, bir ’bilmece’dir, ’yıkık ve şaşkın’dır, ’rüyalarında bir cinneti’ içmekte, ’ben kimim?’ sorusunun yanıtını aramaktadır. ’Şu kadar yıllık kâinat’ ona, ’yeni baştan ve teker teker gerçekleştirilmeye muhtaç’ görünür. O’nu tanıdıktan sonra ’bir hendeğe düşercesine kucağına düşer gerçeğin’ ve geçmişinde geleceğinde ’bilmecesi’ni çözer: ’Biricik meselesi sonsuza varmak’tır, Allah’a kulluk yapabilmek, ’zorlu nefsini diz çöktürebilmek’tir. Yine bu noktada Necip Fazıl Abdülhakim Arvasî Hazretlerini tanımadan önce çektiği acı ve sıkıntıyı ’ağrı çeken diş’e benzetir. (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, ı, s. 8)
Necip Fazıl tanışır şeyhi ile ama başlangıçta kolay teslim olacak bir kişiliği yoktur. Sorular sorar, hatta mürşidini yönlendirmeye çalışır. Mürşidi onu bu konuda şöyle uyarır: ’Yolu İrşad ediciden beklemiyordun da, sen ona yol gösteriyorsun’ senin, sırtında dilediğin yolu aşmaya mahsus bir merkebe mi ihtiyacın var, bir rehbere mi?’ (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, I, s. 9-15) diye sorar.
Necip Fazıl ve aksiyon
Mürşidini tanıdıktan sonra böyle bir dönüşümü yaşayan Necip Fazıl, İslam adına önce çıkan bazı kişileri eleştirdiği için eleştiri alır.
’Kaba softa ham yobaz’ en çok kullandığı eleştiri deyimidir. ’Akıl anarşisine kapılmış’, İslam’ı sadece matematik ile açıklamaya çalışan kişileri adı, ünü ne olursa olsun eleştirir. Ustalarını reddeden, mezhep bağlamında geleneği eleştiren, geçmişteki mezhep imamlarına dil uzatanları sevmez. ’Ustasını red ve iptal temayülü’ (Tanrı Kulundan Dinlediklerim, I, s. 61) olanları, ’din içinden tasavvufu red davranışı’, ’şeytani bir teselli’ olarak niteler. Bunlara ’İbn-i Teymiyye çırakları’, ’virgül şahıslar’ der ve bu şahıslar O’na göre ’virüs yaymaktadırlar’ (Türkiye’nin Manzarası, s. 112). Bunların ruh hallerini de ’tasavvufu anlamakta en nasipsiz zihin ve ruh haleti’ (Batı Tefekkürü Ve İslam, s.11) olarak niteler. Necip Fazıl için tasavvuf, ’şeriatın öngördüğü hiçbir noktada ondan ayrılmaksızın devam eden’ bir yoldur.
Necip Fazıl, ’sahabelerin hepsini müctedih’ olarak kabul eder. Sahabeye dil uzatanı sevmez, eleştirir. O’na göre ’sahabeye toz kondurmamak, sünnet ve cemaat ehline mahsus edeplerin başında’ gelir: ’Sahabi sıfatını muhafaza edici hiçbir ferde dil uzatma hakkı hiçbir fertte mevcut değildir ve bu ölçü, doğru yolun biricik yaftası ’Sünnet ve Cemaat Ehli’nin başlıca şiarıdır.’ (Türkiye’nin Manzarası s. 31-55, ’Düşünce, Tarih ve Bir Coğrafya Tasarımı Olarak Büyük Doğu ve Necip Fazıl Kısakürek’ Hece Dergisi Özel Sayısı)
Son devrin velilerinden, ABDÜLHAKİM ARVASÎ (rah.), (1865-27 Kasım 1943)
Doğumu ve Nesebi;
1865 yılında Van’ın Başkale ilçesinde doğan Merhum Abdülhakim Arvasî (rah.) Hazretleri, bölgenin sevilen ve sayılan ailelerinin ileri gelenlerinden Seyit Mustafa Efendi’nin oğludur. İmam Ali Rıza bin Musa Kazım (r.a) soyundan olup ’seyyid’ oldukları, Irak’daki Osmanlı Şer’i Mahkeme defterlerinde yazılıdır. Merhum, ’Arvas Seyitleri’ olarak anılan aileye mensuptur. Bu aileye mensubiyetinden dolayı ’Arvasî’ olarak tanınmıştır. Soyu Evliyalar Sultanı Hz. Pir Abdulkadir-i Geylanî (rah.) Hazretlerinin mübarek soyuna dayanan Abdülhakim Arvasî (rah.)’nin bütün dedeleri zamanlarının alim ve fadıl kişileri idiler.
Eğitim Hayatı;
Abdülhakim Arvasî Hazretleri zahiri ilimlerde ilk derslerini âlim ve âbid bir zat olan Muhterem babasından aldı. Yaşadığı Başkale ilçesinde ibtidai (ilkokul) ve rüşdiye (ortaokul) mekteplerini bitirdikten sonra lise ve yükseköğrenim eğitimi maksadıyla Irak’a gitti. Burada zamanın tanınmış bazı âlimlerden ders alarak eğitimini tamamladı ve tekrar doğup büyüdüğü topraklara, Başkale’ye geri döndü.
Müderrislik Yılları;
Abdülhakim Arvasî Hazretleri, Başkale’ye döndükten sonra medrese yaptırdı ve kendisine babasından kalan mirasla büyük bir kütüphane oluşturdu. Kendi yaptırdığı medresede yaklaşık yirmi yıl bıkmadan ve usanmadan binlerce talebe okuttu.
Başkale’den İstanbul’a;
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ile Merhum Abdülhakim Arvasî Hazretleri, 150 kişilik ailesi ile birlikte Başkale’den göç etti. Farklı şehirlere gidip kısa süreli ikametlerden sonra Abdülhakim Arvasî Hazretleri, 1919 yılında İstanbul’a geldi. Eyüp’te kendisine ayrılan Yazılı Medrese’de dönemin âlimleri tarafından büyük bir ihtiram ile misafir edildi. Daha sonra Sultan Vahdettin tarafından Medrese-i Mütahassin’e müderris olarak tayin edildi. Bu görevlerini tekke ve zaviyelerin kapatılmasına kadar devam ettirdi. Tekke ve zaviyelerin kapatılmasından sonra evini dergah haline getiren Abdülhakim Arvasî burada faaliyetlerine devam etti. Menemen olayı sonrasında dindar kesimin üzerinde baskı kuruldu. Şeyh Abdülhakim de tutuklanarak Menemen’e gönderildi. Daha sonra olaylarla bir ilgisi olmadığı anlaşıldı.
Tasavvufî kişiliği;
Abdülhakim Arvasî Hazretleri, Seyyid Tâhâ-i Hakkâri Hazretleri’nin halifesi Seyyid Fehim-i Arvasî (rah.) Hazretlerinden, zahiri ve batıni ilimleri tamamlamış, Hicri 1300 Miladi 1912 senesinde irşad icazetini almışlardır.
Seyyid Abdulhakim Arvasî (rah.), dini bilgilerde ve tasavvufun ince meselelerinde derin bir derya idi. Kendilerine çözülemez sanılan sorular için gelenler, sohbetleri esnasında soruları sormaya gerek kalmadan cevaplarını alır, o bilgiyle doymuş olarak ayrılırlardı. Abdülhakim Arvasî Hazretlerinin yemesi, içmesi, yatması, kalkması, konuşması, susması, gülmesi, ağlaması hep Rasûlullah Efendimizin (s.a.v.) haline uygundu. Onun yemesini gören sanki âdet yerini bulsun diye yiyor zannederdi. Az yer, lokmaları küçük alır ve yavaş yavaş yerdi. Hep sağ yanı üzerine yatar, sağ elinin içini sağ yanağı altına koyar, öyle yatardı. Her hâli istikamet üzere idi. "İstikamet, yani Allah’u Teâlâ’nın beğendiği doğru yol üzere olmak kerametin üstündedir" sözünü sık sık terennüm ederdi.
Çok mütevazi, pek alçak gönüllü idi. Ben dediği hiç işitilmemişti. İslam âlimlerinin adı geçtiği zaman: "Bizler o büyüklerin yanında hazır olsak sorulmayız, gaib olsak aranmayız." Ve, "Bizler o büyüklerin yazılarını anlayamayız. Ancak bereketlenmek için okuruz" buyururdu.
Sonraki Yıllar;
Soyadı kanunun çıkarılmasından sonra Şeyh Abdülhakim, Üçışık soyadını aldı. İstanbul’da ilim ve hizmet çalışmalarına devam eden Abdülhakim Arvasî Hazretleri, vefatına kadar Beyoğlu’nda bulunan Ağa Cami ve Beyazıt Cami’lerinde bazı dersler okuttu. Medreselerde daha çok tasavvufla ilgili dersleri okuttu ve bu konuyla ilgili bazı eserleri kaleme aldı. 1943 yılının eylül ayında sıkıyönetimin emriyle İzmir’e gönderilen Abdülhakim’in aynı dönemde rahatsızlığı arttı. Hastalığının ilerlemesiyle Ankara’ya getirilen Şeyh Abdülhakim Arvasî (rah.) kısa bir süre sonra burada vefat etti. O vefat ettiğinde takvimler 27 Kasım 1943 tarihini gösteriyordu. Cenazesi Ankara’nın kuzeyinde bulunan Bağlum Köyü Mezarlığı’na defnedildi.
Allah cennetin en güzel yerinde eylesin.
Eserleri
● Rabıta-i Şerife (2.Baskısı 1342/1924)
Abdülhakim Arvasî’ye ait Rabıta-i Şerife isminden de anlaşılacağı üzere çok özel bir bahsi ’Rabıta’nın nasıl yapılacağını, usul ve adabını çerçeveliyor. Kitabın ikinci bölümünde ise, Abdülhakim Arvasî ders, takrir ve mektuplarından çeşitli mevzular, Vahdet-i Vücud bahsinin geniş bir mütalaası ve ’Ruh Risalesi’ var. Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Büyük Doğu Yayınları No:47
● er- Riyadü’t Tasavuffiye (1342/1924)
Tasavvuf Bahçeleri adıyla Necip Fazıl Kısakürek tarafından sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Büyük Doğu Yayınları No:50
● Sefer-i Ahiret
Hüseyin İlmi Işık’a ait Tam İlmihal Saadeti Ebediyye kitabının sonunda sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Hakikat Kitabevi
● Eshab-ı Kiram
Hüseyin İlmi Işık’a ait Eshab-ı Kiram adlı kitabın ilk kısmında sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Işık Kitabevi
● Ecdad-ı Peygamberî
Hüseyin İlmi Işık’a ait Tam İlmihal Saadeti Ebediyye kitabının içinde sadeleştirilerek yayınlanmıştır. Veli Yayınları, İstanbul 1981
● Namaz Risalesi
● Küfr ve Kebair Risalesi
● Esma-yı Hüsna Şerhi
● Nevevi’nin Hadîs-i Erbaîn Şerhi
● Sevanihü’l-efkar ve Sevamihü’l-enzar
● Mevlid Risalesi
●İmam Hüseyin’in Şehadeti: İbrahim Boğalı tarafından Muhammed Aleyhisselam adlı eserin içinde yayınlanmıştır. Veli Yayınları, İstanbul,1981
Unutulmayanlar;necip Fazıl Tasavvuf ve Abdulhakim Arvasi (r.a)
Özlenen Rehber Dergisi 130. Sayı
birde bu eserlere internetten erisebilsek çok güzel olacak