Sohbette, bold kısımlar İmâm-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Farukî Serhendî (k.s.) hazretlerinin ’Mektûbât’ından (36. Mektup) aktarılmaktadır.
Bilmiş olasın ki şeriat üç dilimden ibarettir. İlim-Amel-İhlas. Anlatılan bu üç dilimin her biri tek tek yerine getirilmedikçe şeriatın tahakkuku yani gerçekleşmesi olmaz. İlim-Amel-İhlâs…
Bunlar bir bir kemal üzere tahakkuk edecek gerçekleşecek ki bir insanda şeriat ortaya çıkmış olsun. Şeriat ki dinin kendisidir.
Şeriat tahakkuk ettiği zaman yüce Allah’ın rızası da tahakkuk etmiş olur.
Çünkü şeriat üzere olan bir insan her işte Allah’ın razı olduğu işe yönelir. Razı olmadığı her işten de uzak kalmaya çalışır, kaçınır ve takvaya tutunur. İşte, Yüce Hakk’ın rızası tahakkuk etmiş olur, ne zaman? Şeriat bir insan üzerinde tahakkuk ettiği zaman.
Yüce Hakk’ın rızası öyle bir iştir ki, dünya ve ahirete ait saadetlerin hepsinin üstündedir. Cenâb-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de cennete ait olan nimetleri sayıyor, bir de onun üstüne diyor ki, bunun fevkinde bir nimet var, o da Allah’ın rızasıdır, Cenâb-ı Hak’kın rızasıdır. (Bkz., Yûnus, 10/26) Rıza nimetine kavuşan zaten elhamdülillah hayra da kavuşmuş demektir.
Bu mana ayet-i kerimede daha güzel anlatılmış olup şöyle buyrulmuştur: ’Ve ridvânu’m-mine’l-lâhi ekber / Allah’ın rızası en büyüktür.’ (Bkz., et-Tevbe, 9/72)
Allah’ın rızasını elde etmek… İşte bunun için şeriatın üzerimizde tahakkuk etmesi lazımdır ki bu da İlim-Amel-İhlâs’tır… Bu üç ana hususun üzerimizde cem olması lazım. İlim; tabi ki bu fen ilimleri değildir. İlimden maksat şeriatın zahir kısmını yaşayacağımız ilimdir. İlim; namazı, orucu, haccı, zekâtı, haram ve helal hususları iyice belleyip bunların gereğince amel etmektir. Bir de Allah bilgisi, ’marifetullah’ bilgisi var ki buna da alışmak için zaten şeriat bilgisi elde edilir. Bunlarla Cenâb-ı Hak da bilinmiş olur. Cenâb-ı Hakk’ın yakınlık nimetini verdiği, bahşettiği kullarda ’marifetullah’ bilgisi vardır. Aradaki şu farkı anlayınız, mesela; adam şunu tutup ’kaldırıyor’, sonra da ’ben ne kadar kuvvetliyim, ne kadar yiğidim, bunu yukarıya kaldırdım’ diyor. Hâlbuki bunun hakikatini bilen insan bilir ki, bunu Allah murad etmese sen bir saman çöpünü bile kaldıramazsın. İşte ’marifetullah’ burayı görmektir. Bu husus bir kıssada şöyle geçmektedir:
Salih bir insan kendince bir ’Allah dostu’ arıyor ki gidip ona intisap edecek. Bir sahilde gemiye yük taşıyanları görüyor, bakıyor ki orda bir hamal var, yük taşıyarak ekmeğini kazanıyor. Sırtına o kadar yük yüklemiş ki, bakan adam, ’bu zayıf beniyle bu kadar büyük şeyi, yükü nasıl kaldırıyor böyle’ diye içinden geçirince, hamal bu adamın yanına gelip ’niye şaşırıyorsun? Bunu kaldıranın ben olduğumu mu sanıyorsun?’ diyor. İşte marifetullah böyledir… İşin hakikatinin kuvvetin ve kudretin Allah’a ait olduğunun bilinmesidir. Rızkı taksim eden de Allah’tır. Bende hep hayrı uyandırdığı için İmam Süfyan-ı Sevrî’nin sözünü, sık sık söylüyorum: ’Şayet gökyüzü yağmur yağdırmasa, yeryüzü de bitki bitirmese, sonra rızkımdan (en ufak) bir şey (hususunda) endişe etsem mutlaka kâfir olduğumu zannederim.’ (Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.7, s.65) diyor. Biliyor ki rızıkları taksim eden Allah’tır. Biz de ’vallahu hayru’r-razikîn / Allah rızıklandıranların en hayırlısıdır’ (Bkz., el-Cumua’, 62/11) diyoruz ama dünyalıklarımızdan bir hususta bir noksanlaşma olsa hemen telaşa düşüyoruz. Bütün dünyamız gidiyor. Hemen ibadet ve itaatte en gevşek ve en zayıf hallerimize düşüyoruz. Bütün dert ve çaba bu sefer rızık peşine düşmek oluyor. Hâlbuki ’vallahu hayru’r-razikîn’ diye bunu da defalarca dilimizle söylüyoruz. Bu sözü şu zaman rahat rahat söyleyebiliyoruz; eğer yüksek bir maaşımız varsa, oturacak bir evimiz varsa, sıhhat ve afiyetimizde herhangi bir sıkıntı yoksa ve bineceğimiz güzel bineklerimiz varsa, işte bu durumda ’Allah rızkın sahibidir, muhakkak ki verir’ diyoruz. İş, Allah senden sana ait olanı aldığı zaman da aynı şekilde, hem de hiçbir gocunma, kalbinde herhangi bir sıkıntı duymak olmadan bu sözleri söyleyebilmektir ki ’imanın hakikati de işte o zaman ortaya çıkar.’
Evet, Allah’ın rızası en büyüktür. Şeriat dünya ve ahirete ait tüm saadetleri özünde toplamıştır ve dünya ve ahiret saadeti hususundaki ihtiyaçları yerine getirme gücü de tamdır.
Peki, o zaman şeriat tam olduğuna göre, Allah’ın da rızka kefil olduğunu bildiğimiz halde bir mümin rızık hususunda böyle bir endişe taşıyor zayıflık yaşıyorsa o zaman bunun manası nedir? Bu kişinin imanı puslanmış, kalbi paslanmış, imanının üstü perdelenmiş, zayıflamış, dünya imanının önüne geçmiş ve sebeplerin müsebbibi olan Allah’ı görmeyi körleştirmiştir. Hedefler, yaratan Allah’ı unutturmuştur.
Durum böyle olunca, şeriatın dışında ihtiyaç duyulacak bir talep kalmaz.
Bu meyanda, ben üzülerek bir konuyu bir daha dile getirmek istiyorum ki, bazı Müslüman kardeşlerimiz, faiz ahlakına tutunmaktadırlar. Allah rızası için kardeşlerimiz bu ahlaklarını terk etsinler. Haşa Allah’ın senin rızkını vermeye gücü yetmiyor mu ki sen faiz alıp, ’başka bir çarem kalmadığından faize düştüm’ diyorsun. Hâlbuki faizi kaldırıp haram kılan Allah’tır, bu hükmü getiren Rasûlullah’tır. Veda hutbesinde; ’Câhiliye devrinin faizi de batıl kılınmıştır. İlk iptal (ret) ettiğim faiz bizim, (yani) Abbâs b. Abdilmuttalib’in faizidir. Muhakkak ki o, tümüyle iptal edilmiştir.’ (Müslim, Hac, 19) buyurmuştur.
Sen faiz almakla şunu mu demek istiyorsun; ’Ya Rabbi! Ben bekledim bekledim, Sen’in gücün benim rızkımı tamamlamaya yetmedi de, ondan dolayı ben de gittim faizden medet umdum.’ Bu hal, hem faiz günahını işlemektir, hem de Allah’ın katındaki rızık hususunda Allah’tan başka bir şeyi güç merkezi olarak kabul etmek suretiyle şirke düşmektir. Burada söylenecek tek bir şey var ki, sen Allah’a hakkıyla tevekkül etmemişsin, hakkıyla tutunmamışsın ve Cenâb-ı Hakk’a teslim olmayı becerememişsin ki Allah’tan bu nimeti bulasın. Bir başka yönden sen şunu mu diyorsun? ’Ya Rabbi benim şu sıkıntımı götür, o zaman ben de sana tam teslim olacağım’, Cenâb-ı Hak ile iman hususunda cedelleşilir mi? Mümin demek; ’Allah’a tam bir teslimiyet gösteren kişi’ demektir, ’Cenâb-ı Hakk’ın nihayetsiz kuvvet ve gücü hususunda şek ve şüpheden uzak, her türlü zerreden kürreye yaratan ve bunlara rızkı taksim edenin Allah olduğunu bilmek’ demektir ve buna imanen teslim olmaktır. İslam’ın ilk yayıldığı dönemlerde çekilen sıkıntılara bir bakın. Ne zorluklar ve ne sıkıntılar içerisindeyken bu hallere kavuştular. Bilal-i Habeşî efendimizi biliyorsunuz, çektiği sıkıntılar malumdur. Bir köle… Söz hakkı yok… O devirde bir kölenin herhangi bir hayvandan daha üstün bir hali yok… Öyle olduğu halde, bunu bildiği halde yani sahibi kırbaç yerine kılıç vursa, sen niye kılıç vuruyorsun diye önüne geçecek kimsesinin olmadığını bildiği halde Hak’tan vazgeçmedi. Peygamber Efendimiz zamanında Müslümanların sayısı az ve Müslüman olanların çoğu da hep fakir ve köle olan insanlardı. Yani bir güce ve kuvvete sırtını dayayacak zahiren bir şeyleri de yoktu. Bizler bu söylediklerimizi kafamızda ve mantığımızda polis, avukat, karakol, mahkeme olduğu halde dinliyoruz. Adamın avukatı da sahibi, savcısı da sahibi, hâkimi de sahibi, polisi de sahibi… Hükmünü veriyor ve uyguluyor… Böyle bir ortamda Bilal-i Habeşî efendimizin eli ayağı bağlanmış, üstüne ağırlıklar konmuş olduğu halde ’ehad, ehad’ diyor. Öyle bir halde ki hiçbir tutanağı yok, hiçbir delili yok, tek bir tutanağı dayanağı var, o da Allah… İşte Allah kendisine bu hal üzere sığınanın sahibi oldu, onu güya efendisi olan zalimin elinden kurtardı, insanların arasında ve kendi katında şeref ve izzet sahibi kıldı, Peygamberinin yanında onu sahabe kıldı. Miraçta Peygamber Efendimizin ’Ey Bilal! İslâm içinde işlediğin (sana göre) menfaatça en ümitli bir ameli bana söyle. Zira ben (bu gece) cennette önümde senin iki ayak¬kabının tıkırtısını işittim…’(Buhârî, Teheccüd, 17) dediği nimetin sahibi kıldı.
Derisi simsiyah bir köle… İşte sahabeler bu zorluklar ve ne sıkıntılar içerisindeyken o hallere kavuştular.
* * *
Şeriat tamdır, kâmildir, dinin hiçbir noksanı yoktur.
Noksanlık bizim her birimizdedir. Din mükemmeldir. Allah din için böyle söylemiş iken ve bu din insanların hem dünya hem de ahiret saadetini kâmilen muhafaza edecek bir kuvvetin ve nurun sahibi iken, Cenâb-ı Hakk’ın bu sözüne itimat etmeyen bir kalpte hangi imanı arayacağız.
Evet, konumuza dönelim…
Sofiye’nin dillendirdiği Tarikat ve Hakikat, Şeriatın üçüncü dilimi olarak sayılan ihlâsın tekmiline/olgunlaşmasına ve tamamlanmasına yardımcıdır.
İmam-ı Rabbani Efendimiz böyle söylemektedir. Bir başka sohbetinde ise, bu ’ihlâs nimetini elde etme yolları, Sofiyenin takip etmiş olduğu yoldadır’ buyurmaktadır. Çünkü nefsin sûî ahlaklardan kurtulması lazımdır ki, Peygamber Efendimizin övülen ahlaklarına sahip olabilsin, işte oraya ulaşınca da ihlâsın sahibi olur. Yani emmarevî ahlaklar olan hayavanî ahlaklardan kurtulması lazımdır ki, ancak bundan sonra ihlâs nuru gelsin. İhlâslı olunca amelleri de salih ameller olur ki işte böylece Cenâb-ı Hak’ka yakınlaşma ve rızasını bulma yolarına girilmiş olur.
Hakikat ve Tarikat tahsilinden maksat şeriatın tekmilidir (tamam olmasıdır). Şeriatın dışında bir başka şey için değildir.
Tarikat sülûku esnasında (yani nefsi terbiye ve tezkiye esnasında), Sofiye zümresi içerisinde nefsi terbiye ve tezkiyeye çalışan müminler üzerinde cereyan eden Haller, Vecidler, Cezbe halleri, Manevi ilimler ve Marifetler esas maksatlardan sayılmaz. Bunların hepsi şeriat çocuklarını terbiye eden vehim ve hayallerden ibarettir.
Mübarek Efendi Hz.lerine bazı kardeşlerimiz rüya hallerini anlattığında o şöyle buyururdu; ’vehimlere itibar etmeyin, bunlar serap gibidir.’
Asıl gereken odur ki; bütün bunlardan geçile; rıza makamına ulaşıla. İş bu rıza makamı, sülük ve cezbe makamlarının nihayetidir.
Bu Haller, Vecidler, Cezbe halleri, Manevi ilimler ve Marifetler kendilerini sanki senin bütün ihtiyacın bunlarmış gibi gösterirler. Fakat hakikatte ise hiçbir kıymeti olmayan sahte altın gibidirler.
Şöyle misal verecek olursak, ’sen sarrafa gittin, satıcıdan altın aldın ve altınım ve sermayem var diye sevinip bu altınla bir şey elde edeceğini umuyorsun’, ama mahir, hazik bir göz sahibi ’seni aldatmışlar bunları hepsi sahtedir’ dese, bu altınların hiçbir hükmü kalmaz. Niçin? Çünkü sahte olan hiçbir şeye yaramaz. Vehimler de işte aynen böyledir.
Tarikat sülûku esnasında bir salikin üzerinde yaşadığı haller de, şeriat çocuklarını kemalata erdirmeye yarayan hususlardır. Allah seni, vehimlere yani Hallere, Vecidlere, Cezbe hallerine, Manevi ilimlere ve Marifetlere göre değil, şeriatın hükmüne göre yargılayacak.
İşte buradan faize yine değinecek olursak, bu meclislerde Cenâb-ı Hak zikrediliyor, tesbih çekiliyor ve v.s salih amellerde bulunuluyor. Peki, insan niçin tesbihatla meşgul oluyor, niçin nefsini tezkiye etmeye çalışıyor? Harama meyleden nefsini haramdan çekip alabilmek için. Sen ise hem Allah’ı zikrediyorsun, hem de harama gidiyorsun! Bu nasıl bir tarikat anlayışıdır? Bir kere sen mürşidine bile tabi olamamışsın. Hatta bazı kardeşler bu yaptıklarını bizim duymamızı istemiyor. Hâlbuki ben duysam ne olur, duymasam ne olur! Sanki Allah senin işlediğini görmüyor mu? Böyle söylemekle bir büyük hata daha yapıyorsun. Senin amellerini ben ölçüp tartmayacağım. Hesabını Allah’a sen vereceksin. Ben oturdum burada sana anlatıyorum. Ben de bu konuştuklarımdan Rabbime karşı mesulüm, sen de mesulsün. Biz değil haramları işlemek, Peygamber Efendimizin bir tek sünnetini bile terk etmemek için gayret ederken, Allah’ın haram kıldığı bu ameli işlemek abesle iştigaldir ve bu ne kadar büyük bir ziyandır.
Hakikat ve tarikat tahsilinden maksat; şeriatın tamam olmasıdır. Şeriatın haricindeki başka bir şey için değildir.
Peygamber Efendimiz (s.a.v) mucizeler göstermiş, gökteki ay ikiye ayrılmış, miraca çıkmış gelmiş, parmaklarından bütün orduyu sulayacak hayat pınarları gibi Allah su halk eylemiş, kurumuş ağaçlara selamını söylemiş, ağaçlar yerlerinden kökleriyle sökülerek gelmiş ’Lebbeyk Ya Rasûlullah’ demiştir. Peki, bizler Peygamber Efendimizde cereyan eden bu hadislerden mesul müyüz? Biz de aynı şekilde kurumuş bir ağaca çağırdığımız zaman gelmesi hususunda mesul müyüz? Hayır, değiliz. Onlar Peygamber Efendimizin şahsına Cenâb-ı Hakk’ın verdiği mucizelerdir. Ama bizler Peygamber Efendimizin getirdiği Kur’an’dan mesulüz. Şeriat da Kur’an’ın ta kendisidir ve onun hükümlerini her birisinden mesul olup buna çalışmamız gerekmektedir. Şeriatın her bir hükmüne itaat edip Allah’a kulluk olarak buna yönelmemiz gerekmektedir.
İş bu rıza yani hoşnutluk makamı, suluk ve cezbenin en sonudur, işte bu rızaya kavuşmak lazımdır. Tarikat ve hakikat menzillerinin makamlarını, yerlerini aşıp geçmekten maksat, ihlâsın tahsilinden başka bir şey değildir. Bu ihlâs rıza makamının kazanılmasını gerektirir.
Yani bundan şunu anlıyoruz ki; ihlâs olmadan Allah’ın rızasını kazanacak yol da kapalı demektir. Peki, ihlâsı nasıl edeceğiz? İşte tarikat bu ihlâsı elde etmenin yeridir. Peki, tarikat bu ihlâsın kazanılmasını nasıl sağlıyor? Tarikat, ihlâsa engel olan, Allah’a isyan sayılan hal ve hareketlerden, heva ve heves olan ahlaklardan kurtulmayı sağlayıp, onun yerine Peygamber Efendimizin ümmeti Muhammed’e örnek olan güzel ahlaklarıyla daimi olarak ahlaklanmayı sağlar.
İhlâs devletine-rıza makamına, tecelliyât-ı selase’den ve âriflerin müşahede yerlerinden geçen zümrelerden ancak binlerce kişi içerisinden bir kişi vasıl olur.
Eksik ve kusurlu kişiler şunlardır ki; halleri ve vecidleri asıl maksatlar arasında sayarlar, müşahedeleri ve tecellileri esas matlup işler arasında gören kişilerdir. İşte bunlar, hiç şüphe yok ki vehmin ve hayalin zindanında kalanlardır…
Yani bir kimse tarikata girer ve hal yaşamayı arzu eder, şöyle ki, ’ben şu halin sahibi olsam, şunları görsem, bunları müşahede etsem’ deyip bunu kendisine maksat edinir. Derdi bunlar olup Allah’ın rızasını kendisine dert edinmez.
Binaenaleyh derdi bu olunca da sürekli kerametlerle, keza mürşidin kerametiyle meşgul olup bu manevi hallerin sekeratında kaybolup gider. Bu kimsenin yanında, Kur’an’ın bir hükmünün bir keramet kadar değeri de olmaz. Cezbe diye yaşanan birçok şey, aslında nefsi hezeyanlardır, şeytanın aldatmasıdır, örneğin namazdaki bir kişinin mürşidinin ismini bağırıp buna da cezbe demesi gibi.
Şunu unutmayın ki, hakikat olan bir cezbe, kulu Allah’a kâmilen itaate sevk eder. İşte cezbenin hakikati budur. Aksi takdirde vehimlerle uğraşır durur.
Katiyyen belirtmek gerekir ki, nakıs kimselerin gözetiminde tarikat ve nefis terbiyesine girmemek gerekmektedir. Zira nakıs kimse yukarıda zikrettiğimiz bu vehimlerin içinde olup kendisine tabi olanları şeriatın aydınlığına çıkaramazlar. Bunları iyi anlamak lazımdır.
Dini Kur’an ve Sünnet’in haricinde bir şeyle idare etmeye çalışmak Kur’an ve Sünnet’e alternatif bir yol açmak demektir, onların hükmünü hiç görmemek demektir. Müminleri hayatlarını şekillendirecek olan tek şey Kur’an ve Sünnet’tir. İşte vehimle uğraşmanın manası, Kur’an ve Sünnet’i bırakıp bunların dışındaki bir yolu kendisine menhec edinmektir. Bu anlattıklarım kavranıp idrak edilebilirse kişiye yeter. İdrakten maksadım, bunların önündeki heva ve hevesin kalkıp bunların yaşantıya dökülmesidir. Faizin haram olduğunu işitip de onunla iştigal etmeyi bırakmama gibi ki, işte bunun adı kavrayamamaktır.
İhlâs makamının kazanılması ve rıza mertebesine kavuşulması, bu haller ve vecidlerin geçilmesine ve yukarıda anlatılan ilim ve marifetin gerçekleşmesine bağlanmıştır. Zira Haller, Vecidler, Manevi ilimler ve Marifetler asıl istenilen şeyin ilk basamakları ve onlara bir hazırlık sayılır.
Üstte anlatılan mananın hakikati, bu tarikatta yirmi yıl meşgul olduktan sonra Fakire, Habîbullah’ın bereketiyle belli oldu. Ona ve âline sâlat ve selâm. Şeriat müşahedesi olduğu gibi meydana çıktı. Bundan önce her ne kadar haller ve vecidlerle bir ilgim olmadıysa da nazarımda şeriatın hakikatiyle tahakkuktan başka bir şey yoktu. Hal böyle iken işin hakikati tam on sene sonra açık bir şekilde ortaya çıktı. Allah’a hamdolsun. Hem pek çok hem pek temiz…. İçinde ve dışında bereketler olsun.
İşte bu sohbetten sonuç olarak anlaşılan şudur ki, şeriatın tam ve mükemmel olduğu, şeriatın kişinin dünya ve ahiret saadetini temin etmede müracaat edilecek tek kapı olduğudur. Şeriat da İlim-Amel ve İhlâs’tan meydana gelir. İlim ve Amel, insanın itaatini şekillendiren unsurlardır. Örneğin, namazın farz olduğunu ve onunla ilgili hükümleri öğrenmek ilimdir, bunları fiiliyata dökmek ameldir, namazla Allah’ın rızasını kazanmak ise ihlâstır ki bu ihlâsı elde etmenin yolu da tarikattır. Tarikatta ise bu ihlâs hali ancak Mutmainne’den sonra açılmaktadır.
Müşahedeler, İlimler, Haller ve Vecidler Birer Vehimdirler Hakikat Olan İse Şeriattır
Özlenen Rehber Dergisi 130. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.