Özlenen Rehber Dergisi

111.Sayı

Nefis Tezkiyesinde Bir Metot Olarak Zikir

Rıfat AKSAÇLIOĞLU Özlenen Rehber Dergisi 111. Sayı
Sevgili okuyucular! Geçen ayki yazımızı hatırlayacak olursak; zikrin manasından bahsetmiş, anmak, hatırlamak demek olduğunu ifade etmiş, zikrin farziyetine delalet eden ayetleri usul-u fıkıh kaideleriyle birlikte zikretmiştik. Son olarak ise zikri emreden bütün ayetlerin bazı ibadetlere hasrederek sınırlandırılmasının yanlışlığını belirtmiş, aslında bütün ibadetlerin hakikatinin zikir yani Rab ile bir bağ kurma olduğunu, geriye kalanın ise buna ulaştıran bir vasıta olduğunu söylemiştik.
Bu sayımızda ise; Allah (c.c.) nasip ederse, tasavvufî ekollerin nefis tezkiyesinde bir metot olarak kullandığı zikirden bahsetmek istiyorum.
Tasavvuf, insanı nefsî kötülüklerden arındırarak kemale ulaştırmayı hedefleyen bir sistemdir. Bunu gerçekleştirmede tasavvuf büyüklerinin kullandığı en önemli metot ise وَاذْكُرِ اسْمَ رَبِّكَ وَتَبَتَّلْ اِلَيْهِ تَبْت۪يلًا ’Rabbinin ismini zikret! Yalnız O’na yönel!’ (el-Müzzemmil, 73/8) ayet-i kerimesinin işaretiyle Cenâb-ı Hakk’ın çeşitli isimlerini belirli şekillerde zikretmektir. Bu hususu Fahreddin Râzî (rh.a.), yukarıdaki ayet-i kerimenin tefsirini yaparken: ’Allah Teâlâ burada, ’Rabbinin adını zikret’ buyurmuştur. Çünkü işin başında bir müddet dil ile mutlaka o ismi zikretmek gerekir. Daha sonra o isim zail olur, geride müsemma (o ismin sahibi) kalır. Binaenaleyh işte ilk derecede, sen Rabbi’nin rubûbiyyetini mütalaa ettiğin makamda, ancak Rabbinin zikriyle meşgul olmuş olursun. O’nun rubûbiyyeti ise, seni çeşitli şekillerde eğitmesi ve sana ihsanda (iyiliklerde) bulunması demektir. Bu makamda bulunduğun müddetçe, kalbin O’nun nimet ve ihsanlarını mütalaa etmek (düşünmek)le meşgul olur… Bu durumda git gide yükseliş artar. Böylece de artık O’nun ulûhiyyetini zikreder hale gelirsin… İnsan bu noktada, heybet ve haşyet makamında olmuş olur… Kul, bu makamda, buradan ifadelerin anlatmaktan aciz kaldığı, işaretlerin kendisine yetişemediği tek kimlik (hüviyet) makamına geçinceye kadar, Cenâb-ı Hakk’ın celâl, tenzîh ve takdis makamında dönüp dolaşır. İşte bu noktada ’tek hakka varma’ tecelli eder. (İşte bu da tebettül, yani ihlâsla sadece hakka yönelme halinin husulüdür).’ buyurarak en güzel şekilde ifade etmiştir. (Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir Mefâtîhu’l-Gayb, Prof.Dr. Suat Yıldırım vd., Akçağ Yay., Ankara 1995)
Yine bu hususta Nakşibendî büyüklerinden olan İmam-ı Rabbani (k.s.): ’Hulâsa, nefis temizlenmedikçe ve sevdasına kapıldığı büyüklük duygusundan kurtulmadıkça, felaha ermek imkânsızdır. Ebedi ölüme yol açmaması için bu hastalıktan kurtulmak kaçınılmazdır. Mübarek ’Lâ ilâhe illallah’ sözü, insanın içindeki ve dışındaki, bütün yalancı mabutları kovduğu için, nefsi temizlemekte, en faydalı, en tesirli araçtır. Nakşibendî tarikatının büyükleri, nefsi tezkiye etmek için, bu güzel kelimeyi tercih etmişlerdir… Nefis inat, azgınlık, ahdi bozma, bozgunculuk yapma gibi kötü adetlerini sürdürdüğü müddetçe ’Lâ ilâhe illallah’ kelimesini sık sık tekrar etmek suretiyle imanı yenilemek gerekir. Peygamberimiz (s.a.v.): ’Lâ ilâhe illallah diyerek imanınızı yenileyiniz!’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.14, s.328, h.no:8709) buyurdu. Bunu her vakitte söylemek lazımdır. Zira nefs-i emmâre, her zaman pislik içindedir. Nitekim Peygamberimizden bu kelimenin faziletine dair: ’Eğer gökler, yer ve o ikisi içerisinde bulunanlar mizanın bir kefesine ve ’lâ ilâhe illallah’ da diğer kefesine konsa onlardan ağır gelirdi.’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c.11, s.671, h.no:7101) buyurmaktadır. (İmam-ı Rabbâni Ahmed Farukî Serhendî, Mektubat-ı Rabbani, Abdulkadir Akçiçek, Çile Yay., İstanbul 1981)
Bakıldığı zaman birçok tarikat ve sûfi yolların aslı cehrî ve hafî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Cehrî olanlar, isminden de anlaşıldığı gibi Allah (c.c.)’yu açıktan sesli olarak zikretmeyi esas alan; hafî olanlar ise, bu zikri dil dahi oynatmaksızın, ses çıkarmadan gizli olarak yapmayı esas alan ekollerdir. Her iki ekolde bu zikir, bazen ferdi (tek başına), bazen ise topluca yapılır. Bunların tamamından hedeflenen şey; nefsin hastalıklarını bu zikirler ile tedavi ederek insanı kemâlata ulaştırıp ona ’halifetullah’ vasfını kazandırabilmektir. Yani zikir, tasavvufî ekollerde nefis tezkiyesi için vazgeçilmezdir.
Fakat bazı insanlar bu gün bunun sonradan çıkan bir bidat olduğunu iddia ederek cehaletlerini ortaya koymaktadır. Hâlbuki toplu bir şekilde Allah (c.c.)’yu zikretmek Rasûlullah (s.a.v.)’in fiil ve kavilleriyle sabit olmuş, bizzat kendisi tarafından yaptırılmış ve tergib (teşvik) ettirilmiş bir zikir çeşidi ve İslam’ın en temel prensiplerindendir.
Kardeşlerimizin bu konuda aydınlanması, mü’minlerin bu konuda uyanık olmaları açısından cehrî zikir ile alakalı bazı hadîs-i şerifleri ve bazı sahih haberleri zikretmeye çalışacağız.
1) Cehrî zikrin halka hâlinde yapılması hadîs-i şeriflerden gelen delillerle sabittir ve müstehaptır. Onu inkâr edenin ağır bir vebal altında olduğu bilinmelidir. Ebû Hureyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: ’Allah (c.c.) buyuruyor ki: ’Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni zikrettikçe ben kulum ile beraberim. Eğer beni kendi nefsinde zikrederse, ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Eğer beni toplulukta zikrederse ben onun beni zikrettiği topluluktan daha hayırlı bir toplulukta onu zikrederim.’ (Toplulukta yapılan zikir de cehrî olur.) (Buhârî, Tevhîd, 15)
2) ’Hz. Muaviye (r.a.) mescitte halka olup oturan bir cemaate rastladı ve onlara sordu:
- Ne sebeple halka olup oturdunuz?
- Allah’ı zikretmek üzere oturduk, dediler.
- Allah için söyleyin, sadece bu yüzden mi halka olup oturdunuz?
- Evet , vallahi bundan başka bir sebepten dolayı oturmuyoruz.
Bunun üzerine Muaviye (r.a.) dedi ki:
- Ben sizi başka bir şeyle itham ettiğim için yemin ettirmedim. Şu sebeple ki, Rasul -i Ekrem bir gün böyle bir cemaate rastlamış ve bu şekilde kendilerine ne yaptıklarını iki kez tekrarlattıktan sonra şöyle demiştir: ’Muhakkak ki ben sizi itham ettiğim için yemin ettirmedim. Sizi, yaptığınız bu güzel amele bir kez daha şahitlik ettirmek istedim. Zira Cebrail a.s. bana gelip yüce Allah’ın sizinle meleklere iftihar ettiğini haber verdi.’ (Müslim, Zikr, 11)
3) Bir diğer hadîs-i şerifte Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır: ’Münafıklar, ’Muhakkak ki siz riyakarsınız’ deyinceye kadar Allah’ın zikrini çoğaltın (yani çokça yapın).’ (Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Bâb:10, c.1, s.397, h.no:527)
Bundan çıkan netice; Rasûlullah Efendimiz’in (s.a.v.) emrettiği zikrin cehrî zikir olduğu aşikârdır. Çünkü bir insana riyakâr denmesi için cehrî olarak zikretmesi lazımdır. Gizli yapılan zikirden ise kimsenin haberi dahi olmaz.
4) İbnü’l-Edrâ’ (r.a.) anlatıyor: Bir gece Efendimiz (s.a.v.) ile yürüdüm. Efendimiz (s.a.v.) mescitte bir adam rastladı. Sesinin yükselterek namaz kılıyordu. ’Yâ Rasûlallah! Bu (adam), riyakâr olabilir.’ dedim. (Rasûlullah): ’Hayır! Fakat o, çokça yalvarıp yakaran (bir kimse)dir.’ buyurdu. (Bkz., Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, Bâb:10, c.1, s.416, h.no:581)
5) Câbir (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; bir adam, (Allah’ı) zikirle sesini yükseltiyor (yüksek sesle Allah’ı zikrediyor)du. Bunun üzerine bir adam: ’Keşke bu (adam) sesini kıssa!’ dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.v.): ’(Onu kendi haline bırak!) Zira muhakkak ki o, çokça yalvarıp yakaran (bir kimse)dir.’ (Hâkim, Müstedrek Ale’s-Sahîhayn, Cenâiz, 97, c.1, s.522, h.no:1361) buyurdu.
Bütün bu deliller açık bir şekilde gösteriyor ki zikir İslâm’ın ta en başından bu yana Rasûlullah (s.a.v.)’in sünnetiyle sabit, ehlinin yaşantısıyla kaim olagelmiştir. Bugün tasavvufçuların arasında cehrî-hafî olarak farklılık göstermesi ise son derece normal ve gereklidir. Nasıl ki bedende bulunan her hastalığın farklı bir ilacı varsa nefiste bulunan her hastalığın da farklı bir ilacı, farklı bir zikri vardır. Hatta öyle ki, bazen aynı hastalığa sahip iki kişinin tabiatlarındaki farklılıktan dolayı farklı tedaviler uygulanıyorsa, farklı tabiatlara sahip nefislere de farklı terbiye-tezkiye metotları uygulanır.
Hulasa olarak; zikrin, Asr-ı Saâdet’ten buyana kalpleri parlatan, nefisleri aklayan temel bir unsur olduğunu söyledikten sonra eklenmesi gereken bir hususta; kulu nefsî hastalıklardan kurtaracak olan bu zikrin bir üstattan alışılmasının elzemliğidir. Nitekim bu gün bütün eczaneler ilaçlarla dolu olduğu halde tabiplerin gerekliliği tartışılmaz bir hakikattir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.