Özlenen Rehber Dergisi

100.Sayı

Taştan Katı Kalpler...

Eyüp ÖZBERK Özlenen Rehber Dergisi 100. Sayı


لَوْ اَنْزَلْنَا هٰذَا الْقُرْاٰنَ عَلٰى جَبَلٍ لَرَاَيْتَهُ خَاشِعًا مُتَصَدِّعًا مِنْ خَشْيَةِ اللّٰهِۜ
وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ
’Şayet bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak onu Allah’ın haşyetinden baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar için tefekkür etsinler diye veriyoruz.’
(el-Haşr, 59/21)
Yüce Kitap Kur’ân-ı Kerim

Kur’ân-ı Kerim, yücedir. Zira;
Cenâb-ı Hak, onu ’Andolsun ki, sana tekrarlanan yediyi (Fatiha sûresini) ve yüce Kur’an’ı verdik.’ (el-Hicr, 15/87) buyurarak ’azîm’ yani ’büyük, yüce’;
’Kaf ve şerefli, yüce Kur’an hakkı için’ (Kâf, 50/1), ’Hayır, o (yalanladıkları kitap) şanı yüce bir Kur’an’dır.’ (el-Burûc, 85/21) âyetleriyle de ’mecîd’ yani ’şerefli, yüce, şanı büyük, bereketi çok ve büyük olan’ vasıflarıyla zikretmiştir.
Kur’ân-ı Kerim, yücedir. Zira;
O, âlemlerin rabbi, (es-Secde, 32/2), azîz (mutlak güç sahibi), hakîm (hüküm ve hikmet sahibi) (ez-Zümer, 39/1; el-Câsiye, 45/2; el-Ahkâf, 46/2) ve alîm (her şeyi hakkıyla bilen) (el-Mü’min, 40/2) Allah (c.c.) tarafından indirilmiştir. Kur’ân, Azîm olan Allah (c.c.)’nun kelamı, öğüdüdür. Şanı pek yüce olanın sözü ve öğüdü de hiç şüphesiz yücedir.
O’nu Cenâb-ı Hak’tan alarak Peygamberimiz (s.a.v.)’e ulaştıran vahiy meleği Cebrail (a.s.), büyük bir kuvvet sahibi, arş’ın sahibi Allah (c.c.) katında yüce bir makama sahip, mukarreb melekler tarafından kendisine itaat edilen, emin ve kerim bir elçidir. (et-Tekvir, 19-21)
Kendisine indirilen bu yüce kelamı insanlara tebliğ edip açıklayan Allah’ın Rasûlü Hz. Muhammed (s.a.v.), Allah (c.c.)’u tarafından izzet sahibi (et-Tevbe, 9/128; el-Münâfikûn, 63/8) ve yüce bir ahlâk üzere (el-Kalem, 68/4) kılınmış, şanı yüce (el-İnşirâh, 94/4) bir peygamberdir.
Geliş ciheti ve yolu hasebiyle bu denli azamete sahip olan Rabbimizin kelamı, maksadı ve mahiyeti itibariyle de o derece yüceliğe sahiptir. O’ndaki her şey hak ile inmiştir, haktır. (el-Bakara, 2/176) O’nda batıl, eğrilik veya birbiriyle çelişen hiçbir şey yoktur. (el-Kehf, 18/1; en-Nisâ, 4/82) Maksadı; insanların hidayete ermesi, yaratılış maksadına uygun bir şekilde kulluk vazifelerini yerine getirmeleri, ebedî âhiret hayatında rızaya ve cennete nail olmalarıdır.
Zikredilen tüm bu hakikatler, Kur’ân-ı Kerim’in adeta her bir harfinde, kelimesinde O’na ibret ve istifade nazarıyla bakanlar için zahirdir. Böyle bir kelama muhatap olma sebebiyle, insaf ve akıl sahibi bir insanda ortaya çıkması gereken hal; ’O’nu gönderene karşı haşyet, tezellül, boyun bükme, teslimiyetle itaat etme’ olmalıdır.
* * *
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’in şanının yüceliğini ifade edip, hükümleri üzerinde iyice düşünmeye teşvik etmek, düşünmeyi bırakmanın geçerli bir mazereti olmadığını açıklamak, kalplerin katılığına dikkat çekmek ve Kur’an karşısında huşû’ duymayanları ayıplamak maksadıyla;’Şayet bu Kur’ân’ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak onu, Allah’ın haşyetinden baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. İşte bu misalleri insanlar için tefekkür etsinler diye veriyoruz.’ (el-Haşr, 59/21) buyurmuştur.
Dağlar, cisim itibariyle insanoğlunun dünyada şahit olduğu en yüce, sağlam, dayanıklı, aşılması ve mağlup edilmesi zor bir varlıktır. Âyet-i kerimenin ifadesiyle işte bu azametli dağlara insanoğluna verildiği gibi akıl, irade vb. kabiliyetler verilerek mükellef tutulsalar ve azametli Kur’ân’ın emir ve yasaklarına, öğütlerine muhatap olsalar; muhakkak ki Allah’ın emirlerine tam bir teslimiyetle boyun eğer, itaat ederler ve sapasağlam yapılarına rağmen Allah’a isyan eder de gazabına müstahak oluruz diyerek Allah korkusundan çatlar, parça parça olurlardı.
Allah’ın azameti ve kelamı Kur’ân karşısında katılığına ve sertliğine rağmen dağların hali bu ise, Cenâb-ı Hakk’ın akıl, irade ve birçok kabiliyetler vermek ve en güzel bir şekilde yaratmak suretiyle sair mahlûkatı üzerine üstün ve şerefli kıldığı, arz ve semadaki her şeyi emrine verdiği insanın nasıl bir halde olması gerekir? Kelâmullah karşısında kalbinin yumuşamaması, teslimiyet ve itaatten uzak, maksatsız, başıboş bir halde yaşaması yakışır mı?
İşte insanoğlunun ilâhi mükellefiyeti yüklenmekle sorumluluğunun ağırlığına ve bu nispette zulüm ve cehaletine işaret eden bir misal de Ahzâb sûresinde şu şekilde varit olmuştur: ’Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik, onlar onu yüklenmekten hemen çekindiler ve ondan korkuya düştüler de onu insan yüklendi. Muhakkak ki o, çok zalim, çok cahildir.’ (el-Ahzâb, 33/72)
Ekseri ulemaya göre âyette zikri geçen emanet; dinî vazifelerin tamamını ihtiva eder. Buna göre âyetin manası şöyledir:
Dinin hükümlerini, yani karşılığında ecre ya da cezaya çarptırılacakları şer’î mükellefiyetleri insandan önce göklere, yere ve dağlara teklif ettik. Onlar buna güç getiremediler ve yüklenmekten çekinerek korktular. Fakat insan bu emanet yükünün altına girmeyi kabul etti. O, emir ve nehiylerden yüz çevirmek, gevşeklik göstermek, şer’î sınırları tecavüz etmek suretiyle nefsine, kâinattaki düzene, sair mahlûkata ve en nihayet Kur’ân’a, kendisine yüklenen emanete karşı çok zalim, taşıdığı emanetin değeri ve Rabbi’nin marifeti, kadrinin yüceliği hakkında da çok cahildir.
Cenâb-ı Hak, yüklendiği emanetin kadrini ve kıymetini bilmeyen, hakkını yerine getirmeyen insanın bu zulmünün kalp kasvetinden neşet ettiğini: ’Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı. Artık onlar taş gibi yahut katılıkça daha şiddetlidir. Zira muhakkak taş(lardan) öylesi vardır ki, kendisinden ırmaklar kaynar. Ve muhakkak öylesi de vardır ki, çatlar da ondan su çıkar. Ve muhakkak öylesi de vardır ki, Allah korkusundan yukarıdan aşağı yuvarlanır. Allah yaptıklarınızdan asla gafil değildir.’ (el-Bakara, 2/74) buyurarak ifade etmektedir.
Kalbin katılaşması; Allah’a yönelmekten, Allah’ın âyetlerine boyun eğip itaat etmekten, ibret ve öğüt almaktan uzak kalması; O’nu zikir ve tefekkürden gaflette olması; hakkı dinlemekten yüz çevirmesi; haşyetin azlığı; ağlayamamak; dünyaya bent olup âhiretten gafil olmak demektir.
Kalp katılığı, Allah’tan uzaklığın ifadesidir. Efendimiz (s.a.v.) bir hadislerinde: ’Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmayınız. Zira Allah’ı zikretmeksizin çok konuşmak kalbin katılaşması(na sebep olur). Muhakkak ki insanların Allah’tan en uzak olanı da katı kalp(li kimsedir).’ (Tirmizî, Zühd, 61) buyurarak katı kalpli olan kişinin Allah’tan, dolayısıyla itaat ve kulluktan en uzak insan olduğunu ifade etmiştir.
Diğer bir hadislerinde de: ’Dört (şey) bedbahtlıktandır. Gözün donması (ağlayamamak), kalbin katılaşması, tûl-i emel (uzun emel) ve dünyaya karşı hırs.’ (Bezzâr, Müsned -el-Bahru’z-Zehhâr-, c.13, s.87, h.no:6442) buyurarak kalp katılığının şekavet alameti olduğunu bildirmiştir.
Yukarıda zikretmiş olduğumuz kalplerin taşlardan daha katı hale geldiğini ifade eden Bakara sûresinin 74. âyet-i kerimesi, Benî İsrâil (Yahudi kavmi) hakkında inmiştir. Cenâb-ı Hak, bu kavmin kalplerinin taşlardan, kayalardan daha katı ve sert hale gelmesinin sebebini Mâide sûresinde; verdikleri sözden dönmelerine, ahitlerine muhalefet etmelerine bağlamıştır.
Şöyle ki; Allah Teâlâ Yahudi kavminden söz almış ve içlerinden Peygamberi Musa (a.s.) vasıtasıyla Allah’a, Rasûlüne ve kitabına itaatte kabilelerine önderlik yapacak on iki kişi seçmişti. Yahudilere: ’Eğer namazı dosdoğru kılar, zekâtı verir, peygamberlere inanır ve onlara kuvvetle yardım ederseniz, sadaka verirseniz muhakkak ki kusurlarınızı örter ve bağışlarım, sizi altlarından ırmaklar akar cennetlere girdiririm.’ buyurarak onlardan söz almıştı. Ancak onlar sözlerinde durmadılar, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine riayet etmediler. Bunun üzerine Allah da onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı ve kalplerini kaskatı hale getirdi. (B.k.z., el-Mâide, 5/12-13)
Buradan anlaşılıyor ki; kalp katılığı ilâhî buyruklara lakayt kalmanın hem sebebi, hem de neticesinde meydana gelen bir durumdur.
Rabbim cümlemizi bundan muhafaza eylesin!
Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerinde ifade buyurduğu üzere bize cemadat görünen varlıkların O’nu zikir, O’na ve Rasûlü’ne itaat ettiklerine dair hadis-i şeriflerde birçok örnek vardır. Bunlardan bir kaçı şu şekildedir:
Hurma kütüğünün inlemesi:

Câbir b. Abdillah (r.a.)’den rivayet edildiğine göre; Ensâr’dan bir kadın Rasûlullah (s.a.v.)’e: ’Yâ Rasûlullah! Senin için üzerine oturacağın bir şey yap(tır)ayım mı? Zira benim marangoz bir kölem vardır.’ dedi. (Rasûlullah): ’İstersen (yaptır)!’ buyurdu. (Ravi devamla) şöyle dedi: Bunun üzerine (kadın), O’nun için (o) minberi yap(tır)dı. Nihayet cuma günü olunca Nebi (s.a.v.) yapılan minber üzerine oturdu. Bunun üzerine (daha önce) yanında hutbe verdiği hurma (kütüğü) feryat etti, hatta neredeyse yarılacaktı. Akabinde Nebi (s.a.v.) indi, nihayet onu aldı ve onu bağrına bastı. Bunun üzerine (kütük) susturulan çocuğun inleyişi (gibi hafifçe) inlemeye başladı, nihayet sükûnete erdi. (Rasûlullah): ’(O, hutbe esnasında, Allah’ı) zikirden işitmekte olduğu şeye (karşı olan özleminden) dolayı ağladı.’ buyurdu. (Buhârî, Buyû’, 32)
Taşın salât ü selam getirmesi:
Câbir b. Semûra (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: ’Muhakkak ki ben, Mekke’de bir taş biliyorum. (Peygamber olarak) gönderilmemden önce bana selam veriyordu. Muhakkak ki ben, onu şimdi (de) biliyorum.’ (Müslim, Fedâil, 1)
Uhud dağının Peygamberimizi sevmesi:
Abbâs’ın babası (Sehl b. Sa’d)’dan onun da Nebi (s.a.v.)’den rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuştur: ’Uhud öyle bir dağdır ki, (o) bizi sever, biz de onu severiz.’ (Buhârî, Hac, 54)
Bu ve benzeri misalleri okuyunca insanın içinden; ’Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmeyen bedenlere, O’nu ve Habibi’ni sevmeyen kalplere, Allah’ı zikretmeyen, Rasûlü’ne salât ü selam getirmeyen dillere yazıklar olsun!’ demek geliyor…
Allah’ın haşyetinden yuvarlanan, ilâhî nurun tecellisi karşısında un ufak olan Tûr-i Sînâ misali taşlar, kayalar; Allah’ı zikirden bir na gaflete düşmeyen hayvanat, nebatat ve diğer varlıklar, Cenâb-ı Hak’tan, emir ve nehiylerinden gafil olan, isyan içerisinde bir yaşam sürdüren insanlardan elbette ki Allah katında daha üstündür. Zira bu varlıklar, Rablerinin kendilerine emrettiği istikamette vazifelerini yerine getiriyor, lisân-ı halleriyle yaratanlarını zikrediyorlar. (el-İsrâ, 17/44)
وَتِلْكَ الْاَمْثَالُ نَضْرِبُهَا لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَفَكَّرُونَ ’İşte bu misalleri insanlar için tefekkür etsinler diye veriyoruz.’
Cenâb-ı Hakk’ın bu ve benzeri misalleri vermesindeki maksat; insanın tefekkür etmesi, yani bu misaller üzerinde çokça düşünerek dünya ve âhiret saadeti için maksat olan murad-ı ilâhiyi idrak etmesidir. Tefekkür, insana mahsus olup kalbin bir şey hakkında çokça düşünerek ibret alması demektir. Her düşünce tefekkür sayılmaz. Hakiki tefekkür, marifetullaha ulaştıran düşüncedir.
Kur’ân’dan zaman, anlayış, duygu, yaşantı hulasa her yönüyle en uzak olduğumuz şu zamanda mü’minler olarak tefekküre çok ihtiyacımız var. Çünkü tefekkür edilmesi gereken hususlarda tefekkürden uzaklık, böyle bir halin sahibi olmamız gerektiğinin ve bundan uzak oluşumuzun idrakinden de bizleri uzak kılmaktadır.
Rabbim, Ramazân-ı Şerif’i Kur’ân-ı Kerim’i anlayarak, tefekkür ederek geçirmeyi, bu vesileyle Rabbine yaklaşan kullardan olmayı cümlemize nasip eylesin!
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

1 kişi yorum yazdı.