Özlenen Rehber Dergisi

100.Sayı

Düşünce-yorum; Zamanmı Mı Bize, Biz Mi Zamana Uymalıyız?

H. İbrahim ŞEN Özlenen Rehber Dergisi 100. Sayı
Zamana uymak deyiminden; ’davranışlarını, içinde bulunulan günün şartlarına uydurmak’, zaman sana uymazsa sen zamana uy deyiminden ise; ’yaşadığın zamanın koşulları ve çevrendekilerin davranışları senin tutumuna uygun değilse sen onlara uymalısın’ (TDK Deyimler ve Atasözleri Sözlüğü) anlamları kastedilmektedir.
Çoğu insanların, yaşadığı çevreden dışlanma korkusu ile farkında olarak ya da olmayarak yaşantısındaki hassasiyetleri zamanla yok eden yanlış anlayışa düştüklerini görmek mümkündür. Bu anlayış insanları, olmazsa olmaz dini değerleri, dine aykırı olmayan örf ve adetleri toplumdan dışlanmama adına dışlayan bir yanlışlığa sürüklüyor. Din ve örfümüzde olmayan batıya ait değerlere özenti başlıyor, zaman içinde olması gerekenin yerini alabiliyor. Sonuçta hak ile doldurulmayan bir hayat batılın kuşatmasına maruz kalıyor. Kimi kompleks sahibi tipler, İslamî hayatı sanki yobazlıkmış gibi algılayarak maneviyattan gün geçtikçe taviz veren insanlar haline gelebiliyorlar. Hatta dini hassasiyetlerine dikkat edenlere güya iltifat olsun diye mutaassıp (Mutaassıp: Bir düşünceye körü körüne bağlanma) nitelemesi yapılıyor. Çağa uyma, toplumdan dışlanmama adına benliğimizden vazgeçip, düşünen bir toplum olmaktan uzaklaşarak kalabalıklara bakarak yön tayin eder olduk.
Günümüzde sık duyduğumuz sözlerden biridir, zamana uymak. Ancak zaman denilen şey, kendisine uyulacak bir inanç sistemi değildir ki ona uyulsun. Ama yapılmak istenen, bak yoksa yalnızlaşırsınız tehdidiyle doğru ya da yanlış, önemsenmeden çoğunluğa uyun denilmek isteniyor. Unutulmamalıdır ki; insanların çoğu bundan gafil olsalar da Rabbimizin emirleri dünde vardı bu gün de var, kıyamete kadar da var olacak. İnsanların ona uyması ya da uymaması, onun mahiyetini kesinlikle değiştirmeyecek.
Bizler dini inanç ve değerlerine sahip çıkan, hayatını bu istikamette yönlendirebilen insanlar olabilseydik bu ikilemlere muhatap bile olmazdık. Biliyoruz ki, İslam dininin özelliklerinden biri bütün zaman ve mekânlara hitap etmesidir. İslam’a uymakla aslında zamanı da İslam’a uydurmuş olmuyor muyuz?
Bir Müslüman’ın vazifesi; önce kendisini sonra çevresini ve kalabalıkları doğruya uydurma olmalıdır. Çoğunluğun namaz kılmıyor olması bize mazeret olmadığı gibi, yine tesettürden uzak oluşu bizim de onlara benzer giyinmemizin haklı sebebi olabilir mi? Rabbimiz; ’Eğer yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan seni Allah yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyuyorlar ve onlar sadece yalan uyduruyorlar.’ (el-En’am, 6/116) buyurmaktadır.
Dine aykırı olmayan, teknoloji, örf ve âdetler değişirse, bunlara uymakta mahzur yoktur. Herkes traktörle çiftçilik yaparken bizim öküzle karasabanda direnmemiz gerekmez. Fakat günah olan bir şey, herkes tarafından yapılıyor da olsa, buna uyulmaz. Zamanın icabı olan faydalı işlere uymak gerekirken zararlı ve günah olan şeylere uyulmaz.
Efendimiz (s.a.v.) dünya hayatının, bir yolcunun bir gölgelikte dinlendiği zaman kadar olduğunu beyan buyurmuşlardır. Ebedi olan ahiret hayatına doğru adım adım yaklaşmakta olduğumuz bu yolculuk, bizim irademiz dışında cereyan etmektedir. Doğru ya da yanlış iş yapmamız bizi o sondan alıkoymayacaktır. Ancak yolculuk sonundaki ebedi mekânda nasıl ağırlanacağımızı ve yerimizi tayin edecektir. İnsan son durağını kendi fiilleriyle belirler. Bunu, doğru menzile varmak için doğru vasıtaya binmekle de misallendirebiliriz. Horasan’a doğru yol alan birinin niyeti Kâbe’ye varmak da olsa varamayacağı gibi. Burada niyet sadece yeterli olmayıp, niyet paralelinde irade göstermek icap eder. Bu sebeple zamanın yanlış anlayışlarına kapılıp savrulmamak için çevremizde aykırı bulunup dışlanılsak bile zamanın yanlışlarına direnmek ve bu hususta sebatkâr olmak gerekir. Hatta kendimizi muhafaza etmekle yetinmemek yanlış gidişatı doğruya yönlendiren çığırlar açmak, açılan çığırlara var gücümüzle destek vermek mesuliyetindeyiz. Bu hususta Rasûlullah (s.a.v.): ’Kim İslam’da iyi bir çığır açarsa açtığı çığırın ecri ve kendisinden sonra, onunla (o çığırla) amel edenlerin ecirleri, sevaplarından hiçbir şey eksilmeden ona aittir. Kim de İslam’da (Müslümanlar içinde) kötü bir çığır açarsa, açtığı çığırın günahı ve kendisinden sonra onunla amel edenlerin günahları, günahlarından bir şey eksilmeden ona aittir.’ (Riyâzu’s-Salihîn) buyurmuştur.
Doğru yolda olmak ya da benim yolum doğrudur iddiası izafidir. Bu iddia Kur’an ve Sünnet’ten şahit ister. Kur’an ve Sünnet’in şahitlik etmediği ve selim olmayan akıl ölçü olamaz. Aksi halde herkesin aklınca bir yol ve doğru iddiası insanları asıldan uzaklaştırır. Bunca fırkanın çıkışından ders alınmalıdır. Oysaki hepsi de kendilerinin sırat-ı müstakim üzere oldukları iddiasındadırlar. Dini doğru anlamak ve yanlışa düşmemek için ehl-i sünnet âlimlere, ariflere ihtiyaç vardır.
İmamı Rabbanî (k.s.): ’Bir hükmün doğru veya yanlış olduğu Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmamakla anlaşılır. Çünkü Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uymayan her mana, her buluş kıymetsizdir, yanlıştır. Çünkü her sapık, Kur’an ve Sünnet’e uyduğunu sanır, sapıklığının doğru olduğunu iddia eder. Kendi aklı ve eksik ilmiyle bu kaynaklardan yanlış manalar çıkarır. Doğru yoldan kayar, felakete gider. Âyet-i kerimede, (Kur’ân-ı Kerim’de bildirilen misaller, çoklarını küfre sürükler, çoklarını da hidayete ulaştırır) buyuruluyor. Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri manalar doğrudur, bunlara uymayanlar yanlıştır.’ (Mektubat-ı Rabbanî, Cild 1, Mektup 286) ifadeleriyle bizlere ortadaki farklı düşünce ve gruplar arasından tutunacağımız ölçüyü vermiştir.
Allah’a kulluktan maksat O’nun rızasını kazanmaktır. Bu da, Efendimiz (s.a.v.) vasıtasıyla göndermiş olduğu emir ve nehiylere uygun yaşamakla mümkündür. Ancak yaratılışımız gereği toplum içinde sosyal bir birey olarak hayatımızı sürdürdüğümüzden içinde bulunduğumuz toplumun hayat tarzı mutlaka bizi bir şekilde etkiler. Bazı haramlara karşı daha kolay direnilebilirken aynı direnç mesela faize bulaşmama hususunda maalesef gösterilemiyor. Hatta bu haramı işlemek için sanki yarış var.
Münkerin karşısında bir Müslüman’ın alması gereken tavır; el ve dil ile düzeltmek, buna güç yetmiyorsa kalben buğz etmek olmalı iken; zaman sana uymuyorsa o halde sen zamana uy diyen Müslümanların bulunması üzüntü vericidir. Zamana ayak uydurmak demekle hassasiyeti olmayan insanlar gibi yaşamak kastedilmekte, 14 asır önce gelen İslam’ın çağımıza uymadığı düşüncesiyle dışlanmamak adına kalabalıklara uyması istenilmektedir.
Menfaatler, Müslümanların da iliklerine kadar işlemiş olduğundan insanî ve ahlakî değerlerden uzaklaşmalarına sebep olmuştur. Yani menfaatleri uğruna şer’î hükümleri çiğneyebilmektedirler. Ve nefislerinin istediği biçimde bana göre aslında şöyle olmalı, böyle olmalı diyen şeytan dostları türedi.
İtikadı ehl-i sünnet üzere düzeltmeden ibadetin faydası olmaz. Bundan sonrası amelde ihlâsı bulmaya, insan-ı kâmil olmanın yollarını bulup, bu hususta sebat etmeye kalmıştır. Felaha erenlerden olmanın yolu, sadıklarla birlikte olmaya bağlıdır. Kıtmîr bir köpek olduğu halde Eshab-ı Kehf ile beraber olması sebebiyle cennete girecektir. Âyet-i kerimede: ’Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.’ buyrulmaktadır. Ey iman etmiş olanlar Allah’a ittika ediniz. Allah’ın razı olmayacağı şeyleri yapmaktan sakınınız, razı olacağı amellere sarılınız ve doğrularla beraber olunuz. İmanlarında, ahitlerinde, hak dine olan bağlılıklarında, gerek niyet, gerek söz veya fiil olarak, yani her hususta doğru ve dürüst kişilerle beraber olunuz. Onlarla yakınlık kurunuz, onların tarafını tutunuz, hâsılı onlardan uzaklaşıp ayrı kalmayınız. Açıkçası, münafıklardan sakınıp Hz. Peygamber’in ve Ashabının yanında olanların safında yer alınız. Onlar gibi, özü doğru, sözü doğru, işi doğru olunuz. Onlarla beraber olunuz ve onlara uyunuz. (et-Tevbe,9/119, Hak Dini Kur’an Dili)
Allah’u Teâlâ; ’İşte benim doğru yolum budur; ona uyun. Sizi O’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın. (Azabından) korunmanız için Allah size böyle tavsiye etmiştir.’ (el-En’am, 6/153) buyurarak İslam’ın ölçüleri dışındaki ölçülere tabi olmayı batıla uymak ve haddi aşmak olarak bize bildirmiştir. Var olmanın gayesi, Allah’a iman ve kulluktur. Bu gayesini kaybeden insan bütün değerlerini yitirip Rabbine yüz çevirirse, ne kadar çabalasa da kalbî sükûneti, iç huzuru ve mutluluğu asla bulamayacaktır.
Müslüman; düşünce, arzu ve davranışlarında Allah’ın (c.c.) emirlerine teslim olan kişidir. İnsanın en önemli fıtri özelliği toplumsal bir varlık olarak yaratılmasıdır. Yani, diğer insanlardan kopuk bir hayat sürdüremez. Bu ilişkilerde hak ve hukuku esas alan ölçüler olmalıdır. Müslümanlar yalnızca İslamî ölçüye tabi olmak zorundadırlar, bunun dışına çıkmaya muhayyer değillerdir. Rabbimiz; ’Bununla beraber Allah ve Rasulü bir işe hükmettiği zaman, gerek mümin bir erkek ve gerekse mümin bir kadın için, o işlerinde başka bir tercih hakkı yoktur. Her kim de Allah ve Rasûlüne âsi olursa açık bir sapıklık etmiş olur.’ (el-Ahzab, 33/36) buyurmuştur.
İnsanların hayatlarını güzel ameller yerine çirkin amellerle geçirmeleri, bu gerçeklerin gerçek olma vasıflarını asla değiştirmez. Çoğunluğa uyun denilerek insanları adeta sürü psikolojisine mahkûm edenlerin en büyük yanılgısı ise çoğunluğun yaptığının her zaman doğru olduğunu ve zamanın, gerçekleri değiştirebileceğini düşünmeleridir. Oysaki hakikat eskimez, eskiyen zaten hakikat olamaz. İnsanların ona hak ettiği değeri verip vermemesi, onun kıymetini ne arttırır ne de azaltır. İnsan için neyin hayır, neyin şer olacağını ise, Rabbimizden daha iyi kimse bilemez. İnsanlar, mutlak gerçeklere ancak bu şekilde ulaşabilirler. Çoğunluğun nasıl yaşadığına veya nasıl düşündüğüne bakarak değil.
Azınlıkta kalmanın güçsüzlük, çoğunlukla olmanın ise güç olarak algılandığı bir ortamda çoğunluğun ne dediğini önemsemeden gerçek doğrular uğrunda yalnız da kalsa yürümeyi tercih etmek, yiğitlerin harcı olsa gerektir...
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.