Özlenen Rehber Dergisi

98.Sayı

Kur'ân-ı Kerim'in Anlaşılmasında Meâl ve Tercümelerin Konumu...

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 98. Sayı
Kur’ân-ı Kerîm insanlığa hidâyeti bulmaları, doğruyu yanlıştan ayırmaları (Âl-i İmran, 3/4) için Allah Teâlâ tarafından gönderilmiş kitaptır. Onun doğruluğunda şüphe yoktur ve o Allah’a karşı gelmekten sakınanlara yol göstericidir. (Bakara, 2/2 )
Kur’ân-ı Kerîm insanları en doğru yola ileten (İsrâ, 17/9), karanlıktan aydınlığa çıkaran (Hadid, 57/9), rakipsiz (Bakara, 2/23-24; Yunus, 10/38; Hûd, 11/13; İsrâ, 17/88) kitaptır. Bütün bunların yanında o müminler için şifa ve rahmet, zalimler için de hüsranlarını artıran emr-i ilâhîdir. (İsrâ, 17/82)
Kur’ân-ı Kerim’in gönderiliş gayelerinden birsi de hiç kuşkusuz insanı dünya ve ahiret saadetine, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğuna ulaştırmaktır. O hayat kitabıdır. Hayatın nizamını, düzen ve intizamını sağlayabilecek kudrete haiz eşsiz bir hitaptır.
Kur’ân-ı Kerim’in bu onlarca özelliğinin asli hüviyetinde inananların sinelerinde yankı bulabilmesi, onun anlaşılması, maksat ve muradının kavranması ile doğru orantıdadır. Yani kişi Kur’ân’ı ne kadar anlar ise hayatına nakşedebilmesi de o kadar kolay ve doğru olur.

Büyük hedef; Kur’ân’ı anlamak
Kur’ân-ı Kerim Arapça olarak nazil olunan bir kitaptır. Onun ilk muhataplar olarak inzal olunduğu insanların konuşma dilinin Arapça olması, onun bu dil ile indirilmesinde şüphesiz en etkili olan unsurdur. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Kur’ân-ı Kerim’in gönderiliş gayesi insanları dünya ve ahiret saadetine, Hakk’ın rıza ve hoşnutluğuna iletmektir.
İslâm’a gönül vermiş müslümanlar bu hakikatlere vasıl olabilme adına ta ilk dönemden itibaren kendilerince çeşitli usûl ve yöntemler edinmişlerdir. Günümüz dünyasında da Kur’ân’ı anlama, dini öğrenme, şeriatın gereklerine vakıf olabilme adına gerek kadim kültürle irtibatlı gerekse de bulunduğumuz çağa has yöntemler Müslümanlarca geliştirilmiştir.
Asr-ı saadetten itibaren müslümanların Kur’ân’ı anlamak için özel çaba ve ihtimam gösterdikleri bilinen gerçektir. Hadis külliyatları ve rivâyet tarzı kaleme alınan tefsir kitapları ashab-ı kiramın Kur’ân âyetlerini daha iyi anlama adına Efendimiz (s.a.s.) e sordukları sorular ve Efendimiz (s.a.s.)’in onlara verdikleri cevaplarla ve bunlara mukabil Efendimiz (s.a.s.)’in ashabının/ümmetinin Kur’ân âyetlerini daha iyi anlayabilmeleri adına yaptıkları tefsirlerle doludur. (Mesela bkz.; Buharî, Tefsiru’l Kur’ân; Müslim, Tefsir babları)
Kur’ânı anlama noktasında sahabe ve büyük çoğunlukla tabiûn neslinin çok fazla zorlandıklarını söylemek gerçek dışı olur. Çünkü özellikle sahabe, hem vahyin nazil olduğu ortamı yaşamaları, hem âyet ve surelerinin nüzulüne sebep olan olayları yakinen bilmeleri ve hem de Kur’ân’ın onların muttali oldukları dil ve lehçe ile nazil olmuş olması hasebiyle bu konuda en âlim nesil idi.
Sahabe neslinden günümüze doğru zaman ilerledikçe ve İslamiyet Arap olmayan diğer ırklara mensup insanlar tarafından da benimsenmeye başladıkça Müslümanların Kur’ân âyetlerini olması gerektiği gibi anlayamama problemleri ortaya çıktı.
İlk zamanlarda bu sıkıntı müfessirlerce tefsir çalışmalarıyla giderilmeye çalışıldı. Sahabe neslinden günümüze kadar bu manaya makabil olarak pek çok tefsir eseri kaleme alındı.
Özellikle Cumhuriyet dönemi ve gerçekleşen harf inkılâbı neticesinde yazılı geçmişi ile bağları bir anda koparılan ülkemiz müslümanları Kur’ân’ı anlama noktasında geçmişte olmayan arızalarla karşılaştı.
Buna bir de müslümanların okuma alışkanlığının azalması/olmaması, Arapçaya ve dini ilimlere vukufiyetin yetersizliği, Kur’ânî ilimlerle alâkalı müktesebat eksikliği de eklenince hadise bugün içinde bulunduğumuz duruma geldi.

Tercüme ve Meâl ile alâkalı olarak;
Kur’ân’ı anlama meselesi günümüze gelindiğinde belli çevreler tarafından sadece Kur’ân Meali ve/veya tercümesi okuma gibi sığ ve epey tehlikeli bir vaziyete indirgendi. Kendilerini ’Kur’ân müslümanı’ ve yaşadıkları hayatı da ’Kur’ânî hayat’ olarak nitelendiren bu grup -ki ilmi çevrede adına mealciler/mealcilik de denir- İslâm’a dair var olan, olduğu kabul edilen yeni eski bütün herşeyi Kur’ân âyetlerinde arayan, bulduklarına direk inanıp bulmadıklarına şüpheyle yaklaşan bir gruptur. (Konuyla ilgili olarak bkz.; M. İslamoğlu, İman Bilinci, Düşün yayıncılık, İstanbul, 2008)
Burada meal okumak ile dini meallerden öğrenmek demek olan mealciliği birbirinden ayırmakta fayda var. Tabi ki müslümanlar Rableri tarafından kendilerine hayat kitabı olarak gönderilen Kur’ân-ı Kerim’i anlamaya azami çaba sarf edecekler. Tabi ki dünya ve ahiret saadeti Kur’ân âyetleriyle hayatımızın örtüşmesi oranında elde edilecek. Ama bu nokta sadece meal ve tercüme eserlerle olmaz/olamaz. Kur’ân âyetlerinin nesih-mensûhu, sebeb-i nüzulü, muhkem-müteşabihi gibi anlaşılması için bilinmesi gerekli onlarca ilmî ciheti vardır. Mealler en azından büyük çoğunluğu bu özelliklere haiz ol(a)madıklarından maksadın hâsıl olunmasında pek yeterli değillerdir.

Günümüzde durum ne?

Yapılan araştırmalar günümüz Türkiye’sinde üç yüz’ün üzerinde meal ve tercüme çalışmasının olduğunu ortaya koymaktadır. Bunların büyük çoğunluğunu bilinen klasik mealler oluştururken özellikle son yıllarda yaygınlaşan kelime mealler de diğer kısmı oluşturmaktadır. Tabi burada orijinali tefsir olan eserlerden elde edilen mealleri de unutmamak gerekir. Meal yazma ya da Kur’ân tercümesi ülkemizde maalesef ’İlâhî bir kelâm olan Kur’ân’ anlayışıyla ve bir ilmî incelik ve vakar ile değil de ’farklılık’, ’yenilik’ gibi hasletlerle kaleme alınıyor. Tabi durumun böyle olmadığı çalışmalar da yok değil; ama genel manada varılan kanı bu. Bu konuda mesela elinize aldığınız bir meali okurken; meal yazarının ulaşabildiği birkaç mealden derleme bir çalışma yapmış olduğunu çok bariz bir şekilde anlayabiliyorsunuz. Yine bu doğrultuda her meal yazarının mealine ya da tercümesine başlamadan; ’bu meal falanca falanca meallerin es geçtiği, unuttuğu, görmezden geldiği nice değişikliği, vakıayı gözler önüne seriyor’ gibi ’en iyisi bu’ tarzı söylemlerde bulunması da tezimizi kuvvetlendirir niteliktedir. Tabi burada aynı yazarın meal ya da tercümesine yapılan onlarca farklı sadeleştirme çalışmalarının konunun bir başka boyutudur.
(Bu noktada, Prof. Dr. Suat Yıldırım’ın, Elmalılı’nın meali veya sahipsizliğin meali, Yeni Ümit Dergisi 84. Sayı çalışması güzel bir çalışmadır. http://www.yeniumit.com.tr/konular.php?konu_id=1260&yumit=bolum2&sayi_id=84)

Peki, önerilen şey nedir?
Burada sade meal ve tercüme çalışmalarının Kur’ân-ı Kerim’i anlamada tek başlarına istenilen ölçüde yeterli ol(a)mayacaklarını baştan söylemek gerekir. Yani Kur’ân’ı meallerden anlamaya çalışmak ve dinî hayatı Kur’ân meali üzerine bina etmeye gayret etmek eksik ve tehlikeli bir durumdur. ’Meal okumayın’ ya da ’meal üzerine din anlayışı oluşturmayın’ ile ’Kur’ân’dan habersiz kalmayın’ birbirinin aynısı değildir. Kur’ân’dan haberdar olmak, ilahî hitabın muhtevasını mealde aramaya çalışmakla kaim değildir. Daha sarih ifadeyle Kur’ân’dan haberdar olmanın yegâne yolu meal okumak değil. Aksi takdirde şu sorunun cevabını vermekte acze düşeriz: ’Bizden önceki nesiller ’meal’ olgusunu tanımadıkları halde, yani bizdeki olgu ve anlayışta bir meal kültürleri olmadıkları halde, Kur’ân’la irtibatlarını canlı tuttular mı? Evet, peki bunu nasıl başardılar?’ Onların Kur’ân’ı anlamadığını, Kur’ân’la irtibatsız yaşadığını söylemenin ciddiye alınır yanı olmadığına göre, bu noktada yani Kur’ân ile irtibat kurmada tek ve yegâne yol olarak lanse edilmeye çalışılan meal algımızda ciddi bir tefekküre ihtiyacımız var demektir. Meal okumak ile Kur’ânı anlamak doğrudan ve devamlı bir ilişki içerisinde değil maalesef. Bu söylenilenler ’meal okumayın’ demek de değil. Bu söylenilen, Kur’ân’ı anlama maksat ise, bunu meal ile arzulanan ölçü ve formda yapamazsınız demek. Bu söylediğim son cümlenin açılımını birazdan ’meale ve tercümeye dair’ başlıkları altında açacağım.
’İlla meal okuyacağım’ diyenlere tavsiye mahiyetinde şunları söyleyebiliriz, önce itikat ve amel planında sağlam bir altyapı edinelim; kendimizi garantiye alalım. Bunun üstüne meal okumalarında da ’farklılık arayışı’ ’yenilik çağrısı’ dinde reform yanlısı’ olarak ifade edilebilecek zihnî sürecin sahte cazibesine kapılmadan, amele ve ihlâsa dönüştürebileceğimiz gerek Kur’ân’ın tamamına gerekse de pasajlara ağırlık verelim. Meali, entelektüel bilgiçlik tavrını ve edasını beslemek için değil, ’ibret ve öğüt’ almak,’ kalp rikkati’ne ve ’ruh inceliği’ne ulaşmak için okuyalım. Ve elbette yanımızda mutlaka –muhtasar da olsa– bir tefsir bulunduralım. (Dr. Ebubekir Sifil, Meal yerine ne öneriyoruz, 12 Şubat 2011 tarihli Milli Gazete http://www.ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=1109)

Tercümeye dair...
Yazılanlardan maksadın hâsıl olması adına tercüme ve meal olgularına değinmeden geçemeyeceğim.
Tercüme kelimesi; kök itibariyle, ’terceme’ veya ’receme’ fiilinden türemiştir. Sözlükte; ’bir kelâmı, bir dilden başka bir dile çevirmek’, ’bir sözü diğer bir dilde tefsir ve beyân etmek’, ’bir lafzı, kendisinin yerini tutacak bir lafızla değiştirmek’ gibi manalara gelir. (Zehebî, et-Tefsîr ve’l-Müfessirûn, 1/23 Prof. Dr. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir Tarihi, 1/27-28 TDV yayınları) Istılahtaki manası ise , ’Bir kelâmın manasını diğer bir lisanda dengi bir tabir ile aynen ifade etmektir.’ (Elmalılı, M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/3.)
Tercüme bir sözün anlamını başka bir dilde dengi bir söz ile aynen ifade etmektir. Oysa bir dilden bir başka dile çeviri yapılırken ifade ve metinlerin manalarını ve inceliklerini tam olarak aktarmak mümkün olmamaktadır. Çünkü gerek dillerin kapasite, yapı ve edebi sanatlar yönünden birbirlerine denk olmayışı, gerek mütercimin kapasitesinin yetersizliği, tam bir tercümenin ortaya konulmasını son derece zorlaştırmaktadır. Bu zorluk çevrilecek metnin niteliği ve edebi üslubunun üstünlüğü oranında daha da büyür. Bu sebeple tercüme edilen metnin lafızlarından veya manalarından ya da her ikisinden birden bazı fedakârlıklarda bulunmak kaçınılmaz olur. Zira mütercim ile tercüme dilinin eksikliğinden kaynaklanan engellerin bulunmayacağı durumlar olsa bile, dillerin ve o dilleri konuşan kimselerin kendilerine has anlatım ve üslupları, duygu ve heyecanları vardır ki bunların başka dillerde kelime ve ifadelerle anlatılması asla mümkün değildir.
Bu açıdan bakıldığında Kur’ân-ı Kerim gibi mucize bir kelamın bir başka dile, eş değer bir ifadeyle çevrilmesi imkânsızdır. Dolayısıyla bir Kur’ân-ı Kerim tercümesi, ne kadar mükemmel olursa olsun, Kur’ân’ın anlaşılması noktasında yine de yetersiz kalır.

Meâle dair...
Meal, bir şeyin özü, hülasası, varacağı sonuç demektir. Kur’ân-ı Kerim’in hiçbir dile tam olarak çevirisi yapılamayacağı için, onun çevirilerine meal denilmektedir. Yani meal, Kur’ân-ı Kerim nazmının eksiksiz bir aktarılışı değil, sonuç itibariyle mütercimin, Kur’ân nazmından anladığı şeydir. Dolayısıyla hiçbir meal ne kadar mükemmel olursa olsun, Kur’ân hükmünde değildir. Bunun içindir ki mealler, Kur’ân’ın insanlar üzerine bıraktığı muhteşem etkiyi hiçbir zaman gösterememektedir.
İlk hitap ettiği toplumun konuştuğu dilin kelimelerinden seçilerek hiçbir beşerin güç yetiremeyeceği bir ahenkle dizilip en güzel nağmelerle dokunan Kur’ân nazmının o insanlara hitap ederken kurduğu zihinsel ve duygusal iletişimi, mealler asla kuramamaktadır. Böyle bir iletişimin kurulması şöyle dursun, meallerle normalde âyetlerin metin olarak muhtevasını düzgün bir şekilde aktarmak bile mümkün değildir. Çünkü bazen bir âyete hepsi de doğru olmak üzere birçok meal verilebilmektedir. Aynı şekilde Kur’ân nazmında çeşitli manalara gelebilen ortak anlamlı pek çok kelime vardır. Bu anlamların her biri meale alındığı takdirde yapılan işlem meal olmaktan çıkıp tefsir olmaya giriyor. Alınmadığı takdirde ise meal, âyetlerin ve âyetlerde geçen kelimelerin anlamını daraltmış olmaktadır.
Kur’ân âyetlerinden pınardan suyun fışkırdığı gibi manalar fışkırır. Mütercim ondan bir mana anlar ve onu aktarır. Fakat onun anladığı ve aktardığı manadan başka manalar da âyetlerde kendini göstermeye devam eder. Mealler, âyetlerin bir ya da iki mana aktarsa da âyetlerden anlaşılabilecek daha pek çok manalar kalabilmektedir. Kur’ân-ı Kerim mealler ile ölçülemez ve Kur’ân meallerden ibaret değildir. Mealler itinalı ve doğru yapılabildiği takdirde yalnızca Kur’ân’dan anlaşılan manalardan bir demettir. Mealler âyetlerin içerdiği itikadî, amelî, ilmî, hukukî, ahlâkî, tarihî ve sosyal gibi daha nice hikmet dolu hükümlerin doğru bir şekilde anlaşılabilmesine tam manasıyla imkân tanıyamamaktadır.
Bir meal ne denli itinalı ve mükemmel olursa olsun Kur’ân değildir. İşte bu sebeple ’tefsirlere müfessirlerin yorumları karışıyor, bundan dolayı tefsirleri bir kenara bırakarak Kur’ân-ı Kerim’i doğrudan meallerden anlamak gerek’ gibi iddialar asla gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü mealler Kur’ân’dan mütercimin anlayabildiği kadar bazı şeyleri aktarabilse de Kur’ân’ın asliyetini, aslî mesajını hakkıyla ortaya koyamaz.
Bu söylediklerimizden hareketle Kur’ân’ın meallerinin yapılmaması gerektiği sonucu çıkarılmamalı. Bütün bu söylenenler meallerin Kur’ân-ı Kerim’in yerine konulamayacağını anlatmak içindir. Yoksa Kur’ân-ı Kerim’den yararlanma noktasında elbette meallere de, tefsirlere de ihtiyaç vardır.

Meâl okumak Kur’ân okumak mıdır?
’Kur’ân okumak’ ile ’meal okumak’ arasındaki fark, ’Kur’ân’ ile ’meal’ arasındaki farktan kaynaklanıyor. Meal okuyan kişi, aslında Kur’ân’ı değil, meal yazarının Kur’ân’dan anlayıp aktardığı şeyi okuyor. Kur’ân’a ve Kur’ân âyetlerine meal yazarının aklıyla ve gözüyle bakıyor.
Meselenin, gündemimize bakan bir yönü bu ise de tamamı sadece bu değil. En az bunun kadar hatta belki de daha fazla öneme haiz iki nokta daha var:
Birincisi; meal olgusunun sınırlı imkânları ve ikincisi de meal üzerine din tasavvuru inşa etme hastalığı.
Burada mevzunun boyutunu görme ve gösterme adına şu tespitin yerinde ve yeterli olacağı kanısındayım. Meal okuma eylemini ısrarla savunan, Kur’ân’ı anlamanın yegâne yolunun yorum katılmamış/tefsir edilmemiş saf meal okumak olduğunu iddia eden insanların büyük bir yekûnu niçin Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen veya Hasan Basri Çantay merhumlar adına neşredilen mealleri değil de ’yenilik’ ve ’farklılık’ iddiasındaki meal yazarlarının çalışmalarını tercih ediyor? Meselenin bu sorunun cevabıyla hayatî bir bağlantısı var. Var, zira insanımızın büyük bir çoğunluğu bilerek ya da bilmeyerek ne yazık ki meal üzerinden ’farklı din anlayışları’nın ’yenilik’ ve ’farklılık’ söylemlerinin muhatabı kılınıyor. Türlü çeşit bid’at görüş ve yaklaşımlar insanımıza ’meal çalışması’ örtüsü altında servis ediliyor. İnsanımız da ’Kur’ân’ın gereği’ ’Kur’ân böyle emrediyor’ zannederek meal yazarlarının (tabii ki hepsini kastetmiyorum) bid’at düşünce ve yaklaşımlarını benimseyip itikat ediniyor.

Bir hatırlatma,
Burada şunu da hatırlatalım ki biz ’sadece meal okumayın, muhtasar da olsa tefsir okuyun’ derken Allah kelamının yerine başka bir şeyi ikame ediyor değiliz. Zira her şeyden önce meal ’Allah kelamı’ değildir. Hatta şunu söyleyelim: Arapça yazılmış bile olsa hiçbir tefsir için dahi bu Kur’ân’dır diyemeyiz. ’Kur’ân’ın Arapçaya tercüme edilmesidir’ diyebiliriz, ancak açıklanarak, şerh, beyan ve tefsir edilerek…

Yapılmak istenen ne?
Bu noktada yaşanan kafa karışıklığının en yalın hali, meal okumayı şiddetle tavsiye edenlerin Kur’ân’ın ’apaçık, âyetleri tafsil edilmiş, kolaylaştırılmış’ bir kitap olduğunu ifade eden âyetleri öne çıkarılırken, onun Efendimiz (s.a.v) tarafından mü’minlere ’öğretilen/talim edilen’ bir kitap olduğunu ve Efendimiz (s.a.v)’in beyanına havale edilen âyetler ihtiva ettiğini, yani O’nun öğretmesi ve beyanı olmadan gereği ve istenildiği gibi anlaşılamayacak bir kitap olduğunu ifade eden âyetlerin görmezden gelinmesi durumunda tezahür ediyor.
Sadece açık hüküm ihtiva eden ya da Kur’ân âyetleriyle bariz açıklıkta tefsir edilebilecek âyetler gündem edilirken Efendimiz (s.a.s.)’in açıklayıcılık görevine vurgu yapan, sünneti ön plana çıkartan âyetler görmezlikten geliniyor. Bunun neticesinde meal okuyucusuna sünnet algısı, sünnet hassasiyeti verilmiyor. Kur’ân’da var ise alır kabul eder inanırız, değilse sorgularız veya kabul etmeyiz histerisi veriliyor. Bu ise okuyucu için Kur’ân’ı anlama maksadının itidal çizgide yer bul(a)madığı anlamına geliyor.

Sonuç;
Netice itibariyle eskilerin gündeminde olmayan birçok nevzuhur arıza gibi meal olgusu da günümüz müslümanları için fayda zarar mülahazası irdelendiğinde ve yukarıdaki problemler de göz ardı edilmediğinde karşımızda sıkıntılı, en azından bu tarzda devam etmesi neticesinde zararı karından fazla olan bir olgu gibi durmaktadır.
Burada şunu tekrar vurgulamakta fayda var. Biz, meal yazılması ya da okunması düşmanı değiliz. Aksine Kur’ân’ın tamamının anlaşılması ve Şarî’ tarafından murad edildiği tarzda yaşanması gerektiğini şiddetle savunanlardanız. Bizim ’hazır ol’ komutu mesabesindeki ikaz ve itirazımız Kur’ân’ı anlamanın tek yolunun mealler olduğu histerisinin yanlış hatta zaman zaman büyük arızalar çıkartacak mahiyette bir olgu olduğunu hatırlatmaktır. Ve belki de asıl maksat ’yenilik’, ’reform’ yanlısı olan/olduğunu hissettiren kesimlerce kaleme alınan ve yer yer kadim ulemanın, ehl-i sünnet itikadının aksine yapılan tercüme ve yorumlara dikkat çekmektir. Yaşadığımız çağa kadar Sahabe’ye, Ehl-i Beyt’e, Ehl-i Sünnet âlimlerine, hatta Hadislere, Sünnet ve Fıkıh külliyatına ters bakan, itiraz eden, zoraki tevil ve yorumlarda bulunanlar oldu, olmaya devam ediyor; ama tarihin hiçbir döneminde bu yaşadığımız yüzyıldakiler kadar Kur’ân’a ve âyetlere iftiralar atan, yanlış mealler veren, noksan yorumlar yapıp, arızalı tevillerde bulunan olmadı.
Eğer maksat Kur’ân’ı anlamaksa müracaat edilecek yer, kendisine Kur’ân’ın nazil olunduğu, kendisine Kur’ân’ı açıklama yetkisinin verildiği ve hayatı Kur’ân’ın gayrısı olmayan ilk müfessir Efendimiz (s.a.s.) ve O’nun şerefli Ashabı’dır. Değilse yapılan, düşünülen bütün her şey batıldır, Haktan uzaktır, anlamaya yönelik değildir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.