لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ
’Andolsun ki, Rasûlullah’da sizin için; Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çok zikredenler için güzel bir örnek vardır.’
(el-Ahzâb, 33/21)
Her insanın yaşamdan bir maksadı olmalıdır. Maksatsız bir insan, kendisini diğer mahlûklardan ayıran en önemli özelliğini, ’aklını’ yitirmiş sayılır. Zira kâinat başıboş yaratılmamış, var edilmesinde birçok hikmet ve hakikat vardır. Bu hakikati, kendisine bahşedilen akıl nimetiyle idrak edemeyen, bu nimetten yoksun demektir.
Her maksat sahibinin de, o maksada ulaşma hususunda kendisine rehberlik yapacak bir önder ve örneğe ihtiyacı vardır. Öndersiz ve rehbersiz yola koyulan bir kişi, koca bir ummanda kaptansız yüzen bir gemi misali, batması mukadderdir.
Kişi maksadını belirler, bu maksada binaen kendine bir rehber seçer ve bir yola süluk eder. Seçtiği rehber ve girdiği yol nispetince Hak katında kıymet bulur, akıbete nail olur.
Rabbimiz (c.c.), itibar ettiği, değer verdiği yegâne rehberi ve yolu, Ahzâb sûresinin bu âyetinde insanlığa beyan etmiştir. Bu âyet, Rasûlullah’ı ve sünnetini, kendilerine örnek ve önder edinme hususunda insanlık için bir kanun hükmündedir.
Maksatları; Allah’ın rızasına kavuşmak, âhiret nimetleriyle mesut olmak olup, her hallerinde Allah’ı çokça zikreden hakiki mü’minler için kıyamete kadar yegâne örnek, Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dir. Yolların en hayırlısı, O’nun yoludur. Çünkü O’nun yolu, Allah (c.c.)’nun sırat-ı mustakîm/dosdoğru yoludur. Sonu Hakk’ın rızası ve cennet olan bu yolun kıyamete kadar rehberi O’dur.
Abdullah b. Mes’ud (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, bir adam kendisine: ’Sırat-ı müstakim nedir?" dedi. (İbn-i Mes’ûd) şöyle dedi: "Muhammed, bizi (sırat-ı müstakimin) başında bıraktı. Onun öbür ucu ise cennettedir.’ Diğer bir rivayette şunu ilave etti: ’Onun sağında tali yollar ve solunda tali yollar vardır. Sonra (o yolların her birinin başında) kendilerine uğrayanları çağıran bazı kişiler (şeytanlar) vardır. Her kim bu tali yollara girerse, onu ateşe götürür. Her kim de sırat-ı mustakîm/dosdoğru yola girerse, onu cennete götürür.’ Sonra İbn-i Mes’ud: ’Ve şüphesiz ki, bu benim müstakim yolumdur. Artık ona tâbi olunuz, başka yolları takip etmeyiniz. Sonra bunlar sizi Cenâb-ı Hakk’ın yolundan ayırır. İşte size bununla tavsiyede bulundu. Gerektir ki, siz sakınasınız.’ (el-En’âm, 6/153) (âyetini) okudu. (İbnu’l-Esîr, Câmiu’l-Usûl Fî Ehâdîsi’r-Rasûl, c.9, s.371)
Efendimiz (s.a.v.)’in örnekliği, sadece asr-ı saadet dönemiyle sınırlı değildir. O’nun sünneti, sadık Sahâbesine örnek olduğu gibi, Tâbiîne, onlara tabi olanlara ve kıyamete kadar tüm mü’minlere en güzel bir numune-i imtisaldir. Çünkü O, Peygamberlerin sonuncusudur. Bu sebeple kurtuluş ve huzur arayan insanlık için en mühim vazife; Rasûlullah’a itaat etmek, sünnetine sarılmak ve O’nu rehber edinmektir. O, âlemlere rahmettir. Allah (c.c.), O’nun vesilesiyle kullarına rahmet kapılarını açmıştır. Bu hakikatin bir ciheti şu şekilde açıklanmıştır: ’Rasûlullah (s.a.v.), ümmetini İslâm’ın zinetiyle ve imanın güzelliğiyle Allah’a iletmek hususunda onlara karşı çok müşfik, şefkatli ve merhametliydi. Bu nedenle onlara yemek yemeyi, içmeyi ve nefsin hakkı olan her şeyi öğretti. Hiç şüphesiz Allah Teâlâ O’nu temizlemiş, edeblendirmiş, kalbini ve nefsini ihya etmiştir. Bu şekilde O, edebli kılınmış ve biz de O’nu örnek almakla emrolunmuşuzdur…’ (el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl, 235. Asl, s.281)
* * *
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ ’Andolsun ki, Rasûlullah’ta sizin için; güzel bir örnek vardır.’
Üsve; örnek, önder, haline bakılarak tesellide bulunulan ve bütün halleri örnek alınan kimse demektir.
Müfessirlere göre; siyak-sıbak (öncesi ve sonrası) itibariyle âyetten murat; Hendek Harbi’nde olduğu gibi harp esnasında göstermiş olduğu; sebat, sabır, tevekkül, gayret, rıza, şükür, fedakârlık, yiğitlik ve iman ahlâklarında Efendimiz (s.a.v.)’in mü’minlere örnek olmasıdır. Zira bundan önce gelen âyet, savaşta Rasûlullah’a iştirak etmek istemeyen münafıkları zem hakkındadır. Dolayısıyla bu, âyetten muradın ’harp hususundaki örneklik’ olduğuna işaret eder.
İbn Ömer (r.a.) da, bu âyette zikredilen örneklik hakkında: ’Nebi (s.a.v.)’in açlığında.’ demiştir. Zira Efendimiz (s.a.v.), o zorluk dönemlerinde herkesten daha çok aç kalmıştır. Ebû Talhâ’dan rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: ’Rasûlullah (s.a.v.)’e açlıktan şikâyet ettik. Ve herbirimiz (karnına bağlamış olduğu) bi¬rer taşı karnımızı açarak (gösterdik). Rasûlullah (s.a.v.) ise karnını açtığında iki taş bağlamış idi.’ (Tirmizî, Zühd, 39)
Rasûlullah (s.a.v.)’in Uhud savaşında mübarek dişi kırıldı, yüzü yaralandı, amcası Hz. Hamza ve mü’minlerden birçok kimse şehit oldu. Bu ve benzeri birçok imtihan ve musibetlere Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla sabretti, tevekkül halini bozmadı, mü’minleri levmetmek şöyle dursun, kendisine eziyet eden Kureyş’in dahi ıslahı için dua etti. İşte Allah (c.c.) kurtuluşun ancak, bu hususlarda elçisine uymakla mümkün olacağını ifade buyurdu.
Ne var ki Efendimiz (s.a.v.), sadece harp esnasında değil, -zatına has olan visal orucu, dörtten fazla evlilik vb. gibi hususlar dışında- hayatın her noktasında rehber ve örnek bir kuldur.
O’nun örnek alınması, O’nun sünnetine uymak demektir. O’nun her bir sünneti, kulluk mertebelerinde yüce bir mevkiye sahiptir. Zira Cenâb-ı Hak, O’nun ahlakını ’azîm’ yani yüce olma vasfıyla ifade etmiştir. O’nun kelamıyla tespit ettiği yücelikten sonra; Efendimiz’in sünnetine tutunan, tutunduğu nispette yücelir. Tutunmayan nasipsizler ise tutunmadığı nispette alçalır.
Âyetteki ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ ’Rasûlullah’ta’ ifadesinde güzel bir nükte zikredilmiştir: ’Burada Efendimiz (s.a.v.) tümüyle örnek gösterilmiştir. Yani ondaki her bir uzuv örnektir. İstifade edebilen için; lisanında, gözünde, elinde… vs. her bir uzvunda üsve-i hasene mevcuttur.’ (Bkz., Şa’râvî, Tefsîr, c.19, s.11980)
Sahâbe Efendilerimiz, Peygamberimizin her halini araştırmış, her hallerinde O’na benzemeye, taklit yoluyla dahi olsa O’nun gibi olmaya gayret etmişlerdir. Maksadını ve sebebini bilseler de bilmeseler de O’na tabi olmuşlardır.
لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ’Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çok zikredenler için’
Saîd b. Cübeyr, ’Allah’ı ve âhiret gününü uman’ hakkında, ’imanı ile Allah’ın huzuruna çıkacağını uman ve yapılan işlerin kar¬şılığının görüleceğini, öldükten sonra dirilişi tasdik eden kimseler için, de¬mektir’ demiştir.
Şöyle de denmiştir: ’Âhiret gününde Allah’ın sevab ve mükâfatı¬nı uman kimseler için…’
Reca, ümit ve korkuyu ihtiva eder. Allah’ı uman, yani O’ndan korkan, haşyet duyan, sevabına kavuşmayı uman kimse, manasına geldiği de söylenmiştir.
وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يرًاۜ ’Allah’ı çok zikredenler’
Allah’ı çokça ya da uzun müddet zikredenler demektir. Burada Allah’ı çokça zikir, Peygamberimizi örnek almayla beraber zikredilmiştir. Zira Allah’ın zikrine devam etmek, itaatte devamlı olmaya sebep olur. Bu sayede de Rasûlullah (s.a.v.)’e uymak gerçekleşmiş olur. Binaenaleyh bir kul Rabbini ne kadar çok anarsa sünnetlere ittibası da o nisbette artar.
Efendimiz (s.a.v.); Allah için verir, Allah için alır, Allah için sever ve yalnız O’nun için buğzederdi. Her hareket ve sözü Allah’ın rızasına muvafık idi. Fani olan dünya ve nimetlerine sırt çevirmiş, bir yolcunun azığı kadar zaruret miktarı istifade etmiş, tüm benliğiyle ebedi olan âhirete yönelmiş idi. O’nun her hali Allah’a itaat ve kulluk çerçevesinde idi. Bu nedenle O, sadece ’arzusu Allah’a ve âhiret saadetine kavuşmak olup Allah’ı çokça zikreden kimseler’ için güzel bir örnektir.
O’na tabi olup en güzel şekilde itaat etmek, O’nun rehberliğinde hayatını devam ettirmek ancak bu vasıflara sahip halis mü’minlere mahsus bir nimettir. Bu vasıflara sahip olmayıp hedefleri dünya ve geçici süslerine ulaşmak olanların ise O’nun örnekliğinden istifade edemeyecekleri, bu nedenle de büyük bir nimetten mahrum kalacakları âyetin mefhum-u muhalifinden anlaşılmaktadır.
* * *
Fesat odakları, dinin yaşanması ve devamı hususunda Peygamber’in ve O’nun sünnetinin önemini birçok Müslümandan daha iyi bilmektedirler. Bu nedenle irtihallerinden itibaren tarih boyunca Efendimiz (s.a.v.)’e ve O’nun pak sünnetine taarruzda bulunmuşlar, iftiralar atmışlardır. Bu taarruzların maksadı; İslâm’ın insanlar üzerindeki tesirini yok etmek, yaşanabilirliğini sona erdirmek, kısacası insanları dinden uzaklaştırarak saptırmaktır.
Sünnet hakkında şüphe uyandırmak ve müslümanlar nezdinde gerek amel gerek fikir yönünden önemini kaybettirmek, ’dinin yokolması’ demektir. Şöyle ki:
Kur’ân-ı Kerim, açıklanmaya ve yaşanarak izah edilmeye muhtaç ilâhî bir kitaptır. Bu nedenle o, ancak Peygamberimiz ve O’nun ortaya koyduğu hayatla, yani sünnetle anlaşılabilir, yaşanabilir, varlığını sürdürebilir. İmam Evzaî ve Mekhûl’den rivayet edilen: ’Kur’ân’ın Sünnet’e olan ihtiyacı, Sünnet’in Kur’ân’a ihtiyacından daha fazladır.’ (İbn-i Abdilber, Câmiu Beyâni’l-İlmi Ve Fadlihî, c.2, s.1193) sözü bu hakikati ifade etmektedir.
Ehl-i Sünnet inancına göre; Efendimiz (s.a.v.), Peygamberlik vazifesi verilmezden önce de sonra da masumdur, yani Cenâb-ı Hak tarafından günah ve hataya düşmekten korunmuştur. O’ndan sadır olan her söz ve fiil, bu ismet çerçevesinde vahiy mahsulü olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla yeryüzünde ilâhî vahyi en iyi anlayacak, yaşayacak ve izah edecek yegâne varlık Efendimiz (s.a.v.)’dir.
İşte Sünnet’e farklı şekillerde taarruz edenler, bu tarruzlarıyla Kur’an’ın anlaşılmasında, Peygamberimizin ve Sünnet’inin fonksiyonunu yitirmesini, bu şekilde bu alanda bir boşluk doğmasını arzu etmektedirler. Daha sonra bu boşluğu da kendi nakıs yorumlarıyla doldurmayı ve böylece fasit bir din anlayışı oluşturmayı, kısacası dini ortadan kaldırmayı hedeflemektedirler.
Bu hususta onlar, önderleri ve üstatları şeytanın menheci üzere giderek, vesveselerle dumura uğramış, heva-i nefisle şekillenmiş fasit akıllarını ölçü kabul etmektedirler. (Haşa!) kendi akıllarını Peygamber ve yüce sahâbesinin aklından üstün görmek gibi bir zavallılığa düşmektedirler.
Bugün oryantalistlerin körüklediği fitne ateşi ne yazık ki müslüman ülkelerde din ilimleriyle uğraşan kişileri de sarmış durumdadır. Bundan daha üzücü olanı ise bu tür yanlış düşünce ve fikirlerin müslüman ve cahil halk tarafından kabul edilmesidir. Avam bir müslümanın, sahip olduğu iman ve ilimle üstesinden gelemeyeceği fikirler ve sözlerle zihinler bulandırılmakta, kalpler şüpheyle doldurulmaktadır.
Kur’ân’ı anlamaya ve yaşamaya çalıştıklarını söyleyen, Kur’ân’ı referans aldıklarını söyleyerek çeşitli yayın organlarıyla görüşlerini yaymaya çalışan art niyetli kişiler, tefsir vb. konuşmalarında ’Rasûlullah, hadis ve sünnet’ namına hiç bir şey zikretmemekte, küçümseyici bir tavır sergilemektedirler. Onların bu yaptığı, Kur’ân’ı, hayata yansıtan yolları tıkayan şeytanî planlardan başka bir şey değildir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet anlayışında vahyi anlamak ve yorumlamak, vahiy sahibinin belirlediği sınırlar dâhilinde mümkündür. Buna göre bir âyet, önce âyetle, sonra da hadisle ve sahâbe sözleriyle açıklanır. Vahyi açıklamak için gönderilen bir Peygamber’in sünnetini safdışı bırakmaya çalışmak, dolaylı yoldan Allah’a isyan ve elçisini kabullenmemek demektir. Bu ise küfrün ta kendisidir. Rabbim bizleri muhafaza etsin!
Bugün yeni bir şeymiş gibi ortaya atılan fasit fikirlerin kökünü araştırdığımızda hep (isimlerini burada anmak istemediğimiz) bozuk bir fırkaya dayandıklarını görürüz. Zaten Peygamberimizin irtihallerinden hemen sonra hortlayan bozuk itikadî ve amelî mezhepler, hep sünnet çerçevesinden uzaklaşılma neticesinde ortaya çıkmıştır.
Ortada sinsice yürütülen bir planın varlığı aşikârdır. Önemli olan; bunun karşısında ehl-i sünnet itikadına sahip Müslümanların ne yapması gerektiğidir.
Bugün müslümanların yapması gereken şey; amel ve fikir bazında kendilerini ve nesillerini yetiştirmek, muhafaza etmektir. Bunun için gerekli olan hususlar ise kısaca şu şekildedir:
1) Ehl-i sünnet itikadını, doğru kaynaklardan öğrenmek.
2) Rasûlullah (s.a.v.)’i ve Sahâbesini doğru kaynaklardan güzel anlamak.
3) Peygamberimizin hadislerini okuyup ezberlemek.
4) Bildiğimiz sünnetleri yaşamak, bilmediklerimizi ise öğrenmeye çalışmak.
5) Karşılaştığımız meselelerde Kur’ân’ın yanı sıra Sünnet’e de başvurmak.
6) Sahâbe efendilerimiz gibi, Peygamberimizi canımızdan çok sevmeye çalışmak.
7) Sahâbe efendilerimiz gibi Peygamberimize, O’nun sünnetlerine samimiyetle, şek ve şüpheden uzak bir şekilde candan itaat etmek. Bu hususta azimet yolunu tutmak.
8) Peygamberimizin sünnetlerini ’Nasıl olsa menduptur, müstehaptır, edeptir, yapsak da olur yapmasak da’ deyip küçümseyerek tatbik etmemekten kaçınmak.
9) İslâm düşmanlarının dini ifsat etmek için uyguladıkları planları iyi bilmek. Bunlara karşı durabilmek için kendimizi iyi yetiştirmek. Zira kötülüğü bilmeyen, kötülüğe düşer.
10) Ehl-i sünnet itikadına sahip, yaşantısı ve söylemleriyle şeriatı yansıtan ve öğreten, Sünnet’i uygulamalarıyla ihya eden, istikamet sahibi Rabbânî âlimleri bulmak, onların sohbetinde bulunmak, izlerinden gitmek.
11) İtikadı bozuk, dini ifsat etmeye çalışan Sünnet düşmanlarını dinlememek, kitaplarını okumamak ve çevremizdeki saf Müslümanları da bu hususta uyarmak.
12) Rabbimiz, maksadı Allah’a kavuşmak, âhiretin güzelliklerine kavuşmak olan, her halinde Allah’ı zikreden ve dünyaya itibar etmeyenlere hitap ederek; Rasûlullah’a itaate çağırıyor. O halde ömür bitmeden, pişman olmadan hemen itaat edelim!
Allah (c.c.)'a Ancak Rasûlullah (s.a.v.)'in Rehberliğinde Kavuşulur
Özlenen Rehber Dergisi 86. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.