Aşk ve irfan bahçemizin Şah Gül’ü, büyük mutasavvıf, ünlü İslâm büyüğü, Mevlânâ Muhammed Celaleddin-i Rumi hazretleri asrımızda, kendisinden en çok bahsedilen ve hakkında eserler yazılan, seçilmiş ve sevilmiş insanların başında gelir.
Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’in has bahçesinde açılan bu Gül, ancak Allah Teâlâ’ya kul olmanın feyiz ve nuruyla asırlardan beridir, Hak yolunun yolcularına mürşit olmak yüceliğine ermiş ve insanlık âleminin önüne ışık tuta gelmiştir. Peygamber Efendimizden bu güne kadar geçen bilcümle evliyayı bir altın zincire benzetirsek, Hz. Mevlânâ bu silsileden bir halkadır. Ve yine bütün evliyaullâh, Hakikat-ı Muhammediyye bahçesinde açılmış birer çiçekse; Sultan Mevlânâ da bu bahçenin bir gülüdür.
Evet, İki Cihan Sultanı Efendimize (s.a.v.) aşktan bahsedilecekse, Mevlânâ (rh.a.) misal erlerin, sevdasından bahsetmek daha doğrudur. Onlardır hem bu kutlu bahçenin nadide çiçekleri, hem de çiçekler içinde en müstesna, en muazzez, en sevgili Gül’ün (s.a.v.) âşık bülbülleri.
Hz. Mevlânâ, işte bu kutlu tutkuyu, sineler kavuran bu mübarek aşkı, aşkını, maşukunu her fırsatta terennüm eder, Efendiler Efendisine (s.a.v.) gönül sızısını ilân-ı aşk eder, coşar, coştururdu.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimizin hakikat bahçesinde bir bülbülü olduğunu ve onun yolunda toz ve toprak olmanın şerefiyle yaşadığını şöyle dile getirmişlerdir:
’Ben Kur’an’ın, sağ oldukça bendesiyim. Muhammed Muhtarın yolunun tozuyum.’
Rasul-i Ekrem Efendimize nasıl tabi olunması gerektiğini ve Efendimize ittiba hususunda aklın ve ilmin öne sürülmemesini bizlere şu beyitleriyle ne güzel anlatmıştır:
’Aklı, Muhammed Mustafa’nın önüne kurban kes; Hasbiyallah de ki: Kula Allah yeter.’
Hz. Mevlânâ her fırsatta kendisini o sevgililer sevgilisinin diyarına atar. Şehrin sokaklarında döner dolaşır, Kâinatın Efendisine her şeyini feda ederdi. Yürüyüşünde onun vakarı, seslenişinde onun belagati, yaşayışında onun tevazu ve sadeliği, muaşeretinde onun iffet ve nezaketi, yüzünde onun tebessümü ve başında ona ümmet olmanın şeref tacını taşırlardı.
Peygamberimiz (s.a.s.)’i, sevgisini, ahlâkını, hayatı boyunca anlatmış olmasına rağmen yinede yeterli olmadığını o güzeller güzelini vasfetmekten aciz olduğunu şu beytiyle dile getirir:
’Gökler kadar geniş bir ağız isterim ki, O meleklerin bile kıskandığı güzeli vasfedeyim.’
Hz. Mevlânâ çocukları ve fakirleri çok severlerdi. Sokakta giderken küçükler etrafına toplanır, elini öpmek için can atarlardı. Hatta birinde, bir çocukcağız bağırarak: ’Ne olur Hüdavendigar, işte oyunum bitiyor, biraz dur da ben de elini öpeyim’ demişti. Mevlânâ (k.s.) bekledi, çocuk oyunu ikmal edip geldi, elini öptü. Hz. Mevlânâ bu ahlâkını da Peygamber Efendimizin yüksek ahlâkından almıştı. Gönüller Sultanı Efendimiz (s.a.v.) de yolda çocuklara selam verir, onlara hediyeler vererek gönüllerini alır, yetim ve fakir çocukları sevindirirdi. Onlara latife eder, neşelendirirdi. Umeyr adında bir çocuk, oynadığı bir serçe yavrusunu elinden kaçırıverdi. Onun müteessir olduğunu gören Rasûl-i Ekrem Efendimiz bir şeyler vererek teselli buyurdular. Sonra o yavrucağızı nerede görseler: ’Ya Umeyr; serçecik ne yaptı?’ diye iltifatta bulunurlardı.
Hz. Mevlânâ’nın düşünce dünyası incelendiği zaman odak noktasının insan olduğu görülür. Hz. Mevlânâ eserlerinde insanlığa, mükemmel insan, güzel ahlâk sahibi, dürüst, çalışkan, alçak gönüllü, hoşgörülü; kısaca örnek insan olmanın yollarını anlatırdı. Mevlâna, Sevgili Peygamberimizden (a.s.)’dan aldığı değerler çerçevesinde insanlara sevgi yolunu göstermeye çalışırdı. Bu anlatımlarında da Server-i Kâinât Efendimizden (s.a.v.) sıkça örnekler verirdi. Neredeyse her hikâyesinde bir hadis-i şerife gönderme yapar ve şahit gösterirdi. Kâinatta tecelli eden bunca güzelliğin de, sebeb-i vücûdunun Fahr-i Kâinat Efendimizin olduğu ve O’nun hürmetine tezahür eylediği hakikatiyle;
’Bugün her nerde ki sevinç zevk ve sefa vardır, Hz. Muhammed (s.a.v.) vücudunun ve kemâlinin fazlındandır.’ buyurmuşlardı.
Âlemlere Rahmet Sevgili Peygamberimize olan aşkını sevdasını her fırsatta dile getirerek;
’Bizim Peygamberimizin tarikatı, yolu, aşk yoludur. Biz aşkzâdeyiz, anamız aşktır.’ buyurmak suretiyle aşkın merkezi olma şerefini nereden aldığını da ne kadar güzel ifade etmişlerdir.
Eserlerindeki hikâyelerini dile getirirken âyet ve hadislerden bol miktarda misaller getirirdi. Örnek alınacak kişi olarak da özellikle Peygamber Efendimize dikkat çeker, Hz. Peygamber’i ismen zikrettiği gibi, sıfatlarıyla da anar; özellikle Ahmed, Muhammed, Mustafa isimlerini çokça kullanırlardı. Bir konuyu hikâye ederken Rasûlullah Efendimiz hatıra geldiği zaman gönlündeki, Rasûlullah Efendimizin aşkı beyitlerine yansır ve Hz. Mevlâna’nın dudaklarından dökülen o beyitler Rasûlullah Efendimizin nuru ile nurlanır da, göz kamaştırır, insanı mest eder. Mesela, Divân-ı Kebir’in 1. cildinin 463 numaralı gazelinde Hz. Mevlânâ ilâhî aşkı terennüm ederken bir fırsatını buluyor ve Peygamber Efendimizi hatırlıyor. Bu şiirin baş tarafından birkaç beyti arz edeyim:
’Tertemiz inci, ilâhî cevher nerede? Kirli toprak dünyası nerede? Şerefinizi düşünmeden, bu alçak âleme geldiniz, kondunuz. Haydi, eşyanızı toplayın, yükünüzü bağlayın. Bu yer bizim yerimiz değildir, buradan göçelim.
Genç baht, bizim dostumuz, can bağışlamak işimiz, meşguliyetimiz. Bizim aşk kervanımızın başında da cihanın varlığı ile övündüğü Hz. Mustafa var.
Mustafa Aleyhisselam öyle büyük bir varlıktır ki, ay O’nun mübarek yüzünü görmeye dayanamadı, bölündü ve O’nun niyazkâr bir kölesi iken bu talihe kavuştu.
Bahar mevsiminde esen şu rüzgârın hoş kokusu, O’nun mübarek saçlarının bölümünden geliyor. Hayalin bu parıltısı, bu şaşası da kuşluk vaktindeki güneşin parıltısını andıran O’nun güzelliğindendir.’
Yirmi beyitten ibaret olan bu şiirinde Hz. Mevlâna Peygamberimizi hatırlamış ve O’nun sevgisi ile yukarıda arz ettiğim beyitleri söylemiştir.
Hz. Mevlânâ Rasûlullah Efendimizi bu dünyada en büyük rehber ve yol gösterici olarak görürken, ahrette de şefaatçimiz olduğunu, yani iki cihanda da kendisine muhtaçlığımız gerçeğini tüm insanlığa şu sözleriyle dile getirmişlerdir:
’Hz. Muhammed, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da... Bu dünya din dünyasıdır. O dünya ise cennetler dünyasıdır.
Bu dünyada onlara yol gösterir. O dünyada ise ay gibi olan yüzünü gösterir.
O’nun gizli ve aşikâr adetleri: ’Ya Rabbi, ümmetime doğru yolu göster, onlar gerçekten de bilmiyorlar.’ diye dua etmekti.
O’nun mübarek nefesi ile iki kapı da açılmıştır. İki dünyada da duası kabul edilmiştir.
O’na benzer birisi ne gelmiştir, ne de gelecektir.
O mübarek ruhuna, kutlu gelişine, evladının zamanına da yüz binlerce salât ü selam olsun.’ (Mesnevî"nin VI. cildinde 167)
Hz. Mevlânâ’nın birkaç yerde tekrar ettiği şu mısraları da Peygamber Efendimize olan aşkını yansıtmaktadır. Bu mısralarla o, sevdiğine olan özlem duygularını, kavuşma isteğini ve bu husustaki çaresizliğini dile getirmektedir.
Yel beni size götürseydi,
Yellerin eteklerine sarılırdım.
Sizi öylesine özledim ki,
Kuştan daha tez uçar gelirim size;
Ama kanadı kesik kuş, nasıl uçabilir?
Hasret çekmeye alışmış olan Hz. Mevlânâ’nın Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e duyduğu özlemin, Şems-i Tebrizî’ye ve diğer sevdiklerine karşı duyduğu özlemden çok daha fazla olduğu da aşikârdır, unutulmamalıdır. O, Peygamberimize duyulan hasreti, şu kısa anekdotu aktararak, şöyle dile getirmektedir:
’Hannâne direği Peygamberin ayrılığı yüzünden akıl sahipleri gibi ağlayıp inliyordu. Peygamber (a.s.): ’Ey direk ne istiyorsun?’ dedi. O da: ’Canım ayrılığından kan kesildi. Bana dayanıyordun, şimdi beni bıraktın, minberin üstüne çıktın.’ dedi... Mustafa (a.s.), gönlümüzü yol etmez, gönlümüzde olmaz, gönlümüze dayanmazsa, feryat etsek de, Hannâne direğine dönsek yeridir.
Peygamber Efendimiz, hutbe okurken bir hurma ağacı dalına dayanırdı. Mescitte onu dinleyenler çoğalınca, mübarek yüzünü göremedikleri gerekçesiyle bir minber yaptılar. O, minbere çıkınca, mescidin direklerinden biri olan o hurma direği Hz. Peygamberden uzağa düştüğü için inlemeye başladı. Nihayet Peygamber (a.s.) minberden inip inleyen anlamına gelen, bu ’hannâne’ direğine elini koyunca direk susmuştur. Mevlâna yukarıdaki ifadelerinde bu hâdiseye telmihte bulunmaktadır. (Mesnevi, I/2113–18.)
* * *
Yine Peygamberimize ait bir başka mucize Mesnevî’de şu şekilde dile getirilmiştir:
’Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Bir kimse ona misafirliğe gitmişti. O misafir hikâye etmiştir ki, Enes Hazretleri, yemekten sonra peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü.
Hizmetçi kıza: ’Şu kirli ve bulaşık peşkiri bir an için olsun tandıra atıver.’ dedi. O anlayışlı kız, hemen peşkiri ateşle dolu tandıra attı. Misafirlerin hepsi, bu işe şaştılar, peşkirden dumanlar çıkacağını, yanıp kül olacağını bekliyorlardı. Bir müddet sonra hizmetçi kız, kirlerden temizlenmiş, beyazlaşmış peşkiri tandırdan çıkardı
Orada bulunanlar: ’Ey Aziz Sahabi!’ dediler. ’Bu peşkiri nasıl oldu da ateş yakmadı, üstelik bir de temizledi?’
Enes Hazretleri buyurdu ki: ’Mustafa (s.a.v.) bu peşkire çok defa elini, ağzını sildi de ondan.’
Ey ateşten ve azabdan korkan gönül! Öyle bir el, öyle bir dudak sahibine yaklaş. O mübarek el ve ağız, peşkir gibi cansız bir şeye böyle bir yücelik böyle bir şeref verirse, bir aşığın ruhuna neler verir? Ne feyizlerde bulunur?’(Mesnevî"nin III.-3110)
* * *
Hz. Mûsa (a.s.)’ın peygamber olmasına rağmen Rasûlullah Efendimize ümmet olmak istemesi hadisesini de şu sözleriyle nede güzel anlatmıştır:
’(Ey Muhammed!) Bu devir, senin devrindir. Çünkü Kelîm olan Mûsa bile daima senin zamanını arzuladı. Mûsa, senin devrinin parlaklığını, o devirdeki tecelli sabahının zuhûrunu gördü de: ’Yâ Rabbî! O ne rahmet devri; o devir, rahmetten de ileri; o devirde güzellik var. Mûsa’nı denizlere daldır da Ahmed’in devrinde çıkar!’ dedi. Ahmed (a.s.), ümmetler ’Yâ Rabbî’ desinler diye dünyada nice putlar kırdı. Ahmed’in çalışması olmasaydı sen de ataların gibi puta tapardın. O’nun ümmetler üzerindeki hakkını bil! Başın, puta secde etmekten, bunu bilesin diye kurtuldu. (Mesnevi, 2/355)
* * *
Hz. Mevlânâ vefatından önce tutulmuş olduğu hastalığında bu dünyadan göçeceğini üzülmemelerini aile efradına, dostlarına söylüyordu. Mevlânâ hazretlerinin hanımı Mevlânâ’ya hitaben:
’Hüdavendigar hazretlerinin bu dünyayı hakikat ve manalarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık ömrünün olması lazımdı’ dedi.
Mevlânâ da cevaben:
’Niçin niçin, biz ne Firavn ne de Nemrud’uz. Bizim toprak âlemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Ben insanlara faydam dokunsun diye dünya zindanında kalmışım; yoksa hapishane nerede ben nerede? Kimin malını çalmışım? Yakında Allah’ın sevgili dostunun, Hz. Muhammed’in yanına döneceğimiz umulur.’ dedi. (Eflaki a.e.g. C.2 [3/565])
* * *
Görüldüğü gibi bilcümle Allah dostları gibi Hz. Mevlânâ da bütün ömrü boyunca Rasûlullah Efendimize ittiba etmiş, hayatını Rasûlullah’ın sünnetleriyle süslemiş, O’nun aşkı ile daima yanmış, vefat ederken dahi Rasûlullah (s.a.v.)’e bir an evvel kavuşmak ümidiyle bu dünyadan ayrılmışlardır. Rabbim hepimize Hz. Mevlânâ efendimiz gibi Rasûlullah (s.a.v.) aşkıyla bir ömür pervaneler gibi dönmeyi, insanlara faydalı olmayı ve mahşer günü o güzel Peygamberimize yakın olmayı nasip eylesin.
NATI PEYGAMBERÎ
Yâ Habiballah! Tek Hâlik’in, Rasûl-ü Zîşânı Sensin. Hazret-i Zülcelâl’in seçilmiş, pak ve misilsiz kulu Sen’sin.
Hazreti Hak Teâlâ’nın nazlı Nebîsi, kâinatın evveli ve bedr-i müniri, Enbiya’nın gözünün nuru, bizim gözümüz ve çerağımız Sen’sin.
Cebrail üzengide (Zât-ı Muhammed’in Burakta olduğun halde) bir gecede mirac vaki olmuştu; yeşil gök kubbesinin üzerine şeref ayağını koyan Sen’sin.
Ya Rasûlallah! Sen bilirsin ki; ümmetlerin acizdir, günahkârdır. Başsız, ayaksız acizlerin ön ve önderi, kurtarıcısı Sen’sin.
Şems-i Tebrizî, Peygamber-i Zîşân’ın na’tını vasfını yüce tutar. Mustafa ve Mücteba; O, Efendiler Efendisi Sen’sin.
Men Hak-i Reh-i Muhammed Muhtarem (ben Muhammed Muhtar (s.a.v.)'in Yolunun Tozuyum)
Özlenen Rehber Dergisi 86. Sayı
1 kişi yorum yazdı.