Özlenen Rehber Dergisi

85.Sayı

Bir Başka Açıdan Çanakkale

Tahir Türkmen Özlenen Rehber Dergisi 85. Sayı
Dünyada geçmişi şan ve şeref ile dolu milletlerden birisi de hiç şüphesiz Müslüman Türk milletidir. Malazgirt, Dandanakan, Çaldıran, İstanbul’un fethi, Haçlı ordularına İslâm toprakları içerisinde verilen mücadeleler hep bu şanlı geçmişin tarihe birer iz düşümüdür.
Zaman ve zemin olarak Müslümanların İslâm karşıt ve düşmanlarına tarihin her döneminde verdiği mücadeleler gerçekten çok önemli ve ibretliktir. Bir Bedir, Uhud, Hendek bir Huneyn, Tebük, Hayber gibi… İşte zaman ve zemin itibari ile Çanakkale savaşları da hakikaten İslâm tarihi açısından son derece mühimdir.
Sömürgeci batı devletlerinin birleşerek üzerine yürüdükleri İslâm’ın son kalesi Devlet-i Âli Osmaniye ve bütün İslâm âleminin verdiği bir mücadele olarak Çanakkale tarihte kendisine has ve özel olan yerini çoktan almış vaziyettedir. Yaklaşık bir asır önce gerçekleşen hadisler dâhilinde bu güne kadar çok şeyler yazılıp çizilmiş bundan sonra da çok şeyler yazılıp çizilecektir kuşkusuz. Tekrar ifade etmek gerekirse o günlerde yaşanan olaylarda ümmetin üzerinde Allah’ın rahmeti Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ve büyüklerin himmeti vardı mutlaka. Bunu birileri kabul etmese ve adına kendince hurafe dese de. Ama biz burada klasiğin biraz dışına çıkarak, ’Çanakkale ruhu ve günümüz insanı’ perspektifinde biraz da öz eleştiri mahiyetinde bir yazı kaleme alacağız.
Her şeyden önce Çanakkale bir savaş olmaktan çok ’var olma ile yok olma’ mücadelesidir. Zahirde; İslâm düşmanı küffarın adeta kudurmuşçasına bütün silah ve materyaliyle adına ’Hasta adam’ dedikleri, yüzyıllardır hemen hemen bütün dünyaya adalet hoşgörü ve sevgi ile hükmetmiş İslâm anlayışına sahip bir devlete saldırma; batında ise bin yıldır içlerinde kin ve nefret olarak büyüttükleri inanç, mukaddesat ve maneviyata karşı daha öz bir ifade ile Allah’a karşı baş kaldırmaları, savaş açmalarıdır. Bunun için başta olaya bu açıdan bakmak ve yaşananları bu bağlamda değerlendirmek gerekir.
Çanakkale; hakkın üstünlüğünü kabullenemeyen tağut ve inkâr ile canını hak yoluna adamış mücahitlerin yani hak ile bâtılın mücadelesidir ki bu mücadele ta Âdem (a.s) ile Şeytan arasında, büyük atamız Âdem (a.s.) henüz cennette iken başlamıştır.
Çanakkale; bizi biz yapan bütün değerler dâhilinde birliğin kuvvetine ermedir.
Çanakkale; ’ayrı’lıkları ’aynı’lıklar yapma hak ve hakikat için tek vücut olma çabasıdır. Çanakkale; vatan, din ve namus için ırk, renk ve kimlik gözetmeden ’bütün müminler kardeştir’ hitabınca canı verme yeridir.
Çanakkale; ümmet olma şuurunu tekrar yakalamadır.
Çanakkale; Rıza-i Bari’ye ermenin yolunun onun için canı vermeden geçtiğini bilmektir.
Çanakkale; milli ve manevi mukaddesata sahip çıkma adına bir milletin topyekûn ayağa kalkmasıdır.
Çanakkale; genç, yaşlı, kadın, erkek, bir milletin her ferdiyle İslâm ruhunu yakaladığı ve bütün cihana 20. yüzyıl dünyasında bunu en ulvi varlığı olan canıyla ispatladığı, en nadide mekân ve zamandır.
Çanakkale; günümüz insanının bile anlamakta zorlandığı bir fedakârlık yeri daha bıyıkları terlememiş on iki on üç yaşlarındaki, bedenleri küçük ama yürekleri kocaman olan yiğitlerin şahadet için birbirleriyle adeta yarıştıkları er meydanıdır.
Çanakkale; insanın neler için mücadele etmesi hatta gerektiğinde neler uğruna canını vermesi gerektiğini en kesin ifadelerle öğretildiği bir mekândır.
Çanakkale; benliğin yıkılıp yerine ’biz’ anlayışının geldiği, samimiyet ve ihlâsla cihadın yapıldığı, dünyaya Hakk’ın her zaman ve mekânda daima üstün geleceğinin haykırıldığı bir yerdir.
Çanakkale; herkesi kendinden üstün görme ’verilmesi gereken bir şey varsa önce ben vermeliyim’ anlayışıyla hareket etme, düşman askeri de olsa yardıma muhtaç olana en zor durumda dahi yardım edebilme erdemliğinin gösterildiği mekândır.
Çanakkale; aziz olan canı, azizlerin azizi olan Yüce Rahmân’a (c.c.) hediye sunma, nihayetinde cenneti ve Server-i Kâinat (s.a.v.) Efendimizin komşuluğunu kazanma zamanıdır.
Dahası Çanakkale; bugün en az dün kadar muhtaç olduğumuz kardeşlik, feragat, vefa gibi anlayışların, dönemin imkân ve şartlarında en bariz ve en belirgin bir şekilde izhar edildiği yemeye ekmeği, giymeye pabucu olmayan ama bunun yanında varlığının her şey olduğunu bildiği imanı ile topa ve zırhlı gemilere karşı koyabilecek cesareti veren yüce kuvvettir, ulvi duygudur, manevi ruhtur.
Bugün ise bizler o ruhtan çok uzaklarda olmanın sıkıntılarını çekiyoruz. En geri hizmet ekibinde olan neferine varıncaya kadar bütün hepsinin şehid edildiği bir elli ikinci alay, annesi tarafından Hakk’a kurban olarak adandığından saçlarına kurbanlık koçlar misali kınaların yakıldığı ve Hz. İsmail (a.s.) makamında şahadet şerbeti içen bir Kınalı Hasan, sadrında barındırdığı iman kuvveti ile kendine namus saydığı vatan topraklarını namert ve namahremlere çiğnetmemek için çeyrek ton ağırlığındaki merminin altına girip küffarın tepesine indiren bir Seyyid Onbaşı, birliğindeki askerlere savaş talimi yaptırırken bir an olduğu yerde donakalan ve hıçkırıklara boğulan, kendisine bu halinin sebebini soranlara ’Vallahi ben şu an Hz. Ebubekir (r.a.) ile Hz. Ömer (r.a.) Efendilerimizi aramızda görüyorum ve şunu da çok iyi biliyorum ki eğer bu iki yüce dost burada ise Fahri Kâinat Sebeb-i Mahlûkat Seyyidü’l-Beşer Efendimiz (s.a.v.) de buradadır’ diyen bir Ali Yüzbaşılar, Kumandan Cemiller, Çavuş Hüseyinler olamamanın sıkıntılarını çekiyoruz. Bugün bizler o ruhtan çok uzaklardayız. Bir zamanlar onların canlarını verdiği değer ve kutsallardan, yeri geldiğinde can vermenin yaşamdan daha aziz ve mübarek olduğundan çok ama çok uzaklardayız. Toplum olarak uzaktayız, birey olarak uzaktayız.
Öyle ki Cami ve mescitler bomboş beklerken, futbol stadyumlarının, konser ve festival alanlarının hınca hınç dolu olduğu, televizyon, gazete, dergi ve mecmuaların mahremiyet sınırlarını yırttıkları bir toplum var şimdi. İnsanların maddiyat ve çıkar hesapları yaptığı kimsenin kimseye güveninin kalmadığı ticari ya da sosyal hayatta dürüstlük ve güvenilirliğin mumla arandığı, çeklerin karşılıksız çıktığı, insanların üç kuruş için adam öldürdüğü, ihanet ve ikiyüzlülüğün ayyuka çıktığı, edepsiz, hayâsız ve dinsiz yaşamanın meziyet sayıldığı, günah işleyenlerin gururlanıp övüldüğü, buna mukabil haram ve günahlardan sakınanların adeta suç işlemişçesine rencide edilip hor ve hakir görüldüğü bir toplum.
Ya gençlik… Memleketin umut ve geleceği olan gençlik… Bugün ’Âsımın Nesli’ olma ve Seyid Onbaşıların mirasına sahip çıkma yolunda mücadele etmesi gereken gençliğin hali içler acısı bir vaziyettedir. Gençler arasında sigara, içki ve uyuşturucu kullanım yaşı her geçen gün biraz daha aşağılara inmekte ama bunun yanında hem gençler hem de toplumda namaza başlama, hacca gitme yaşları artmaktadır. Bugün gençlik dininden ve mukaddesatından uzak olduğu gibi dünyadan ve maddiyatından da çok uzak bir haldedir. İşte Dünya Ekonomisine yön veren kurum ve kuruluşların geçtiğimiz 2009 yılı için yayınladığı gelişmişler ve zenginler listesinde Türkiye ve Türk halkının yeri bütün bu söylediklerimizin ispatı ve delilidir. Bugün gençlik emperyalist güçlerin oyunlarına alet olmuş ve tüketim çılgınlığı kıskacında kendisini kaybetmiş konumdadır. Marka tutkusu, gösteriş sevdası, Çanakkale kahramanı ecdadın torunlarının yakasını hiç de bırakacak gibi durmamakta ve onu her geçen gün daha da kendine çekmektedir. Gençlik özünden habersiz, egosunu tatmin etmeye çalışan ve bu uğurda her yolu kendisine mubah sayabilecek kadar gözü dönmüş, maddeci bir hüviyete bürünmüştür. Kendisi bilmen ne marka ayakkabılarını modası geçti diye giymeyip dolaba atarken Afrika’da 2-2,5 litrelik pet kola kutularını ayakkabı yapan din kardeşlerini görmemekte, görse de harekete geçmemektedir. Sadece gençlik mi? Toplum topyekûn bir yok olmaya doğru adım adım gitmekte ve büyük çoğunlukta bunun farkında olmamaktadır. Geçmişe hakaret etmek, dini şöyle ya da böyle hayatın dışına atmak ya da camilere hapsetmek, Kur’ân’ı mezarlıklarda ve sadece birileri ölünce okunan kitap konumuna sokmak, dini mevlit programlarından ibaret saymak yurdun güzelliğine güzellik katan Ezan-ı Muhammediye’den bilhassa sabah vaktinde rahatsız olmak, zamanımız toplumlarının hemen bütün çoğunluğunun iftihar ettiği (?) bir vaziyet değil mi?
İşte onun için diyoruz ya biz, o Çanakkale savaşlarında bütün dünyaya ’dur’ diyen şanlı ecdadın ruhundan, anlayışından, idrak ve düşüncesinden çok ama çok uzaktayız. Biz günah yangınının bize sıçramaması için 93 Harbinde, Balkanlarda, Trablusgarp’ta Çanakkale’de Sakarya’da canla başla mücadele eden atalarımızın temiz hayal ve ideallerinden çok uzaktayız çok.
Tarih zaferlerle övünmek ya da hezimetlerle dövünmek için değil, hem galibiyetlerden hem de hatalardan ders çıkarma ibret alma aracıdır, değilse de öyle olmalıdır. Nihai olarak şunları söylemek isteriz ki Çanakkale imanın aksiyona geçtiği ve yakın tarihte cereyan ettiği için son derece mühimdir. Nasıl Japonlar II. Dünya Savaşı sırasında Amerikan Ordusunun attığı atom bombasının izlerini Hiroşima ve Nagazaki’de gelecekleri olan çocuklarına gösteriyor ve onlardan güçlü olmalarını istiyorlarsa bizlerde evlatlarımıza Çanakkale’yi hem anlatmalı hem de göstermeliyiz.
Ve onlara şunu da söylemeliyiz ki;
’Küfür tek millettir. Küfür İslâm’ın düşmanıdır. Sen Müslüman olarak imanlı ve güçlü olmasın ki onlar sana dokunamasınlar. Dokunmaya cüret ederlerse de sonlarının ne olacağını bilsinler.’
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.