Özlenen Rehber Dergisi

62.Sayı

Feth-i Mübîn ve Fatih

Mehmet Ali KAPAR Özlenen Rehber Dergisi 62. Sayı
“Kostantiniyye (İstanbul) elbette fetih olunacaktır. O’nu fetheden komutan ne güzel komutan, O’nun askeri ne güzel askerdir” (Camiü’s-Sağîr, c.II, s.104)

Şanlı ve şerefli tarihimizde birçok Fatih vardır ama bu adla anıldığı zaman akla gelen ilk insan Sultan Mehmed Han’dır. Çünkü o, irtihalinden 800 yıl sonra Efendimizin (s.a.v.) müjdesine mazhar olmuştur.

Yıl 1432 Martın 30’u cumartesiyi pazara bağlayan gece, II. Murat’ın hanımı Hüma hatun için çok uzun bir gece olmuş ve güneş pazara doğmak üzere Sultan Murat sabah namazını kılmış, namazın arkasından huşu içerisinde Kur’ân okuyordu. Bu esnada Muhammed Sûresi’ni bitirmiş, Fetih Sûresi’ne başlamıştı ki, kapısı tıklatıldı.

—Sultanım! Müjdeler olsun, bir oğlunuz oldu, dediler.
Sultan Murat Han’ın ağzından şu cümle dökülüverdi:

—Elhamdulillah, Ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammed açtı...

Sultana üçüncü oğlu Mehmet’in müjdesi bu şekilde verilmişti. Fakat o zamanlarda kimsenin tahmin edemeyeceği iktidar özelliklerine sahip olan bu bebek ilk hükümdarlık tecrübesini 12 yaşında tattı. Bu ilk tecrübesi çok kısa sürse de,19 yaşında yeniden tahta geçti ve 21 yaşında İstanbul’u fethedip, Osmanlı devletini bir imparatorluğa, imparatorluğun kuruluş dönemini yükselişe, dünyanın ortaçağ olarak adlandırdığı dönemi de yeniçağa dönüştürüp Osmanlının en büyük hükümdarı diye anılacak ve bundan böyle Fatih diye bilinecekti... (National Geographıc, Mayıs 2007)

Fatih, bilime düşkünlüğü ile tanınan babasının buyruğu ile küçük yaşta eğitilmeye başlamıştır. Zekiliğine karşın söz dinlemez tavırları nedeniyle sert tutumuyla bilinen Molla Gürani’nin eğitimine verildi. Daha sonra fıkıhta Molla Hüsrev, Molla Yegani, Hızır Bey Çelebi, kelâmda Hocazâde ve riyazî ilimlerde de Ali Kuşçu’dan dersler aldı. Geleneksel doğu bilimleri ve İslami ilimlerin yanı sıra Rumca ve Latince dillerini de öğrendi. (Türk ve Dünya Ünlüleri, Anadolu yay.,c. vıı, s. 3835)

Fakat asıl elinde ve gönlünde büyüdüğü hocası Akşemseddin Hazretleriydi. Hacı Bayram-ı Veli’nin halifesi olan Akşemseddin Hazretleri, Fatih’in manevi terbiyesi ile bizzat ilgilenmiş ve İstanbul’un fethinde de duaları ile en büyük desteği vermiştir. Osmanlı geleneklerine göre padişah çocukları devlet yönetimini daha iyi öğrenmeleri için yanlarında lala denilen hocaları ile küçük yaşlardan itibaren sancaklara gönderilirdi. Fatih’te bu geleneğe uygun olarak 11 yaşında iken Manisa’ya sancakbeyi (vali) olarak gönderildi. (Büyük Osmanlı Tarihi, Hammer, c.I,s. 532)

Bu sıralarda Fatih’in iki ağabeyi Ahmet ve Alaaddin’i toprağa veren sultan Murat; daha on iki yaşında iken tahtı oğluna bırakmış ve kendisini ibadete adamış, Bursa yakınlarında zahitlerle birlikte tefekküre çekilmişti. Devletin on iki yaşındaki tecrübesiz bir gencin eline bırakılması içerde ve dışarıda birçok soruna yol açmıştı. Bu fırsatı değerlendirmek isteyen Avrupalılar, Osmanlı üzerine büyük bir haçlı seferi düzenlemişlerdi. Fatih tek başına haçlılarla mücadele edemeyeceğini anlamış ve babasını tahta çağırmıştı. Sultan Murat ise bu teklifi reddetmiştir. Bunun üzerine Fatih haçlılara karşı mücadele etmesi için babasına tarihe geçmiş olan o muhteşem mektubu yazmıştı: “Eğer padişah siz iseniz gelip vazifenizin başında bulununuz!.., yok eğer Padişah ben isem emrediyorum ki gelip ordunun başına geçiniz!...’

II. Murat bu mektup üzerine tekrar tahtına geçmiş ve Varna savaşında haçlı ordularına büyük bir ders vermiştir.

Fatih 1451 yılında babasının vefatı üzerine ikinci kez tahta çıkmıştır. Tahta çıkışının ardında ülke içerisinde baş gösteren huzursuzlukları bastırmış adalet ve sükûneti tertip etmiştir. Küçük yaşlardan itibaren fatih gerek hocalarının bu yönde talimleri ve gerek kişisel yapısı itibari ile İstanbul’un fethi meselesine odaklanmış ve tahta çıkışının akabinde bu meselenin halli için hazırlıklara başlamıştır.

Üstün bir komutanlık özelliğine sahip olan Fatih, çok iyi teşkilatlanmış ordusunu savaşlarda en iyi şekilde kullanırdı. Yapacağı seferlerden en yakınlarını bile haberdar etmez ve bunların gizli kalmasına son derece özen gösterirdi. İstanbul’un fethi meselesini de daha 12 yaşında ilk kez tahta geçtiği günlerden beri içinde barındırmış ve bunu kimse ile paylaşmamıştı.

İstanbul, 1453 tarihine kadar birçok defalar, çeşitli millet, devlet ve topluluklar tarafından 29 kez kuşatılıp, işgal edilmiştir. Efendimizin hadisi ışığında bütün İslâm hükümdar ve kumandanları da bu şehri fethetmek rüyasını sinelerinde barındırmışladır. Bunun için de İslam orduları 12 kez İstanbul’u kuşatmışlardır. Bunlardan 5 tanesi Emevîler, 4 tanesi Abbasiler, 3 tanesi de Osmanlılar tarafından yapılmıştır. 13. ve son kuşatma Fatih Sultan Mehmet tarafından yapılmış olup nihayet fetholunmuştur.

İstanbul fethinin “ilâhî bir vaad” olduğu inancını taşıyan Osmanlı, ısrarla bunun üzerinde durdular. Osman Gazi (1281–1326) tarafından kurulan Osmanlı Devleti, hükümdar ve askerleri, hâdis-i şeriflerle müjdelenen ulvî gayeyi gerçekleştirmek şerefine mazhar olmak arzusuyla faaliyetlerde bulundular. Osman Gazinin, ölüm döşeğinde oğlu Orhan Gazi’ye; “İstanbul’u al gülzâr et” diyerek vasiyette bulunması, İstanbul’un gönlünde nasıl yer ettiğini göstermesi bakımından pek manidardır.

İstanbul şehri milâttan evvel IX. yüzyılda tesis edilmiş ve yine milâttan evvel 660 senesinde burayı zapt eden Meğaralı Bizans şehre kendi adını vermiştir. Daha sonraları Bizans İmparatoru Büyük Kostantin (306–333) Roma’yı sevmediğinden payitahtını Bizans’a (İstanbul) naklettirmek için faaliyete geçti (8 Kasım 324); ilk olarak Ayasofya’yı ve diğer mabetleri ve bazı binaları yaptırdı.
İstanbul’un fethine hazırlanıldığı sırada surlar iyice tamir görüp müstahkem bir duruma sokulmuştur. Kara surları çift duvarlı (yani içice iki sur) ve çift müdafaa hatlı idiler; birinci sur alınsa bile şehri ikinci sur müdafaa edebilirdi. En Öndeki surun duvarları alçak olmakla beraber kuvvetli olup bunun önünde de iki yüz kadem yani yedi metreye yakın yontma taşlarla örülmüş bir hendek vardı, iç taraftaki ikinci sur ise pek metin ve evvelkinden yüksekti. Surlarda tek zayıf olan yeri Haliç kısmındaki surlardı ki burası da Galata tarafından oldukça kalın bir zincir tarafından kapatılmıştı. Bu zinciri kesmek o günün şartlarında pek mümkün olmayıp birçok Bizans donanma gemisi tarafından da korunmakta idi.

Fatih İstanbul’un Fethi İçin; önce Macarlar ve Venedikliler ile bir barış antlaşması yaparak Balkanlar’da güven ve istikrarı sağladı. Karaman oğulları ile anlaşarak Anadolu’daki güvenliği sağladı. Bizans’a Karadeniz’den gelecek yardımları engelleyebilmek için, Anadolu Hisarı (Güzelce Hisar)’nın karşısına Rumeli Hisarı (Boğazkesen Hisarı)’nı yaptırdı. İstanbul’un güçlü surlarında gedikler açabilmek için, Bizans’ın hapishanesinden Macar Usta Urban kaçırıldı ve asıl topun bütün döküm işinde yer alan Muslihiddin Sarıcan isimli büyük top ustasını getirtti. Edirne’de ona, plan ve hesaplamalarını kendi yaptığı o zamana kadar görülmemiş büyüklükte toplar döktürdü Bu topun bir tanesini taşıyan kağnıyı 40 tane öküz çekiyor, yanlara devrilmesini engellemek içinde 200 sağında ve iki yüzde solunda olmak üzere toplam 400 tane asker görev yapıyordu. İstanbul surlarına rahat asker çıkarabilmek için tekerlekli kuleler yaptırdı.

Fatih Topçuluğa gerekli önemi veren ilk padişahtır. Fatih’ten önce top, bütün dünyada sesiyle düşmanı ürkütmesi için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edeceği ve meydan muharebelerinde önemli rol oynayacağı hiç düşünülememişti. Fatih bütün bunları akıl ederek o tarihe kadar görülmemiş sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukavemet hesaplarını kendisi yaptı. O devrin en ağır toplarını döktürdü ki bunlara Şahi denildi. O zamana kadar ateşli silahların atış yaptıktan sonra soğuması beklenirdi. Fatih Sultan Mehmet, zeytinyağı döktürerek insanlık tarihinde ’yağla makine soğutmasını’ yapmıştır. Havan topunun balistik hesaplarını yaparak, planını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetmiştir.

İstanbul’un fethine 150–200 bin arasında Osmanlı kuvveti katılmıştı. Bu kuvvetlere ek olarak ta 150’in üstünde Osmanlı gemisi de fetihte görev almıştı.
Kuşatma esnasında Fatih’in devlet yönetimi ve ilişkilerindeki başarısını birçok yerde görmekteyiz. Örneğin fetih için hazırlıklara girişmeden önce, Fatih Bizans hükümdarı Konstantin’den av köşkü yaptırmak bahanesiyle bir yer ister. İmparator Kostantin padişahın isteğini reddedemez ama sığır derisi kadar toprağa razı iseler veririm der. II Mehmet teklifi kabul eder, hemen semiz bir öküz kestirip dersini yüzdürür. Derisinden ince bir ip yaptırır. Hisarın planını hazırlamaya başlar. Sığır derisinden yapılan ip, hisarın bulunduğu araziyi çevirir. Bizans elçileri gelip anlaşmaya aykırı davrandıklarını söyleyince padişah sığır derisinden kestirdiği ipi gösterir ve ekler:

“İşte biz av köşkümüzü bir sığır derisi büyüklüğünde inşa ediyoruz, fazlası varsa gösterin yıkalım.” Elçiler ve Bizans imparatoru çaresiz susarlar...

Bu hisar dört ay gibi kısa bir sürede bitirilmiştir...
Yine; Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı donanmasının kuşatma sırasında yeterince kullanılamadığını ve bu yüzden kuşatmanın uzadığını düşünüyordu. İstanbul’un Haliç tarafındaki surlarının zayıf olduğu herkes tarafından biliniyordu. Bizans bu bölgeye zinciri bu nedenle germişti. Osmanlı ordusunun yüksekten attığı taş gülleler Bizans donanmasından bazı gemileri batırmıştı fakat bu yeterli eğildi elbette... Bir kısım donanmanın Haliç’e indirilmesi kesin olarak gerekliydi. Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethedilmesini kolaylaştıracak önemli kararını verdi. Buna göre; Osmanlı donanmasına ait bazı gemiler karadan çekilerek Haliç’e indirilecekti.

Bu plânını en yakınlarından bile gizleyip, son ana kadar kimseye sezdirmedi. Gemilerin geçeceği yol güzergâhını bizzat kendisinin tespit ettiği rivayet edilir. O zaman bağlık bahçelik ve çalılık olan yerlerden geçen bu yolu temizletip, gerekli tesviyelerini süratle yaptırdı. Bu işte binlerce insan çalıştırıldı. Yollar yapılıp, iri taşlar üzerine kalaslar döşenerek, don yağı, sadeyağ ve zeytinyağı ile yağlanarak, yolun iniş ve çıkışlı yerleri ile virajlarına işin özelliğine uygun palanga, bocurgat gibi tespit malzemeleri yerleştirildi. Ayrıca her gemi için beşiğe benzer kızaklar hazırlatıldı. Yeteri kadar koşum hayvanı da, icap eden yerlerde bulunduruluyordu. Bazı malzemelerle zeytinyağı, o zaman Galata’da oturan Cenevizlilerden satın alınmıştı. Donanmanın büyük bir kısmı, 22 Nisanda Tophane önlerine geldiğinde, durum ancak anlaşılmıştı. Donanmanın karadan kat ettiği yolun güzergâhı, Tophâne-Kumbaracı Yokuşu-Tepebaşı-Asmalı Mescit-Kasımpaşa şeklinde tespit edilmişti. Yolun uzunluğu, 1512 metre kadardı.

Gemiler Kasımpaşa’dan Haliç’e ininceye kadar, Bizans ve Cenevizliler tarafından fark edilemedi. O devirde Bizans’ta hurafe o kadar yaygındı ki, sabaha karşı gemilerin süratle Haliç’e doğru geldiğini görenler; “Bu Müslümanlar bize sihir yapıyor” diye seyre daldılar. Osmanlı donanmasından altmış yedi gemi, Fatih’in bu dâhiyane buluşu sayesinde Haliç’e girdi.

Bu işler yapılırken, bunları perdelemek ve düşmanı tespit için, Haliç’te bulunan düşman gemilerinin ateş altına alınması gerekti. Bu maksatla topçu başına emir veren Sultan’ın aldığı cevap, top atış menzili içinde bulunan Galata ile limandaki (Galata Limanı) Ceneviz gemilerine de gülle isabet edebileceği şeklindeydi. O zaman Sultan Mehmed Han, “Cenevizlilerle ahdimiz vardır. Onlara zararımız câiz değildir” cevabını vermiş, kararını uygulayamamanın sıkıntısı ile uykusuz bir gece geçirmiş, sabaha kadar düşünerek, zamana göre çok ileri bir teknikte, bugünkü havan toplarına çok benzer, dik mermi yollu bir silâhın planını çizerek, mermi yolunun çizeceği kavsin ve menzilinin hesaplarını, yani balistik hesaplarını yaptı. İlk olarak havan topu döktürdü. (Havan topunun mucidi de Fatih’tir.)

Böylece, Osmanlı donanmasının Haliç’e indiği gün, havandan atılan güllelerle, Bizans donanmasına göz açtırılmadı. Donanmayı gören Bizans, büyük bir korkuya kapıldı. İmparator Kostantin Dragazes bir heyet göndererek; “Ne kadar ağır olursa olsun, bir vergi karşılığında kuşatmanın kaldırılmasını” teklif etti. Sultan Mehmed Han da; “İstanbul kalesinin teslimi karşılığında bu işin son verebileceği” söyledi.

23 Nisan günü Osmanlı kuvvetleri, seri bir şekilde Haliç üzerine bir köprü kurmaya başladılar. Galata tarafında Humbarahane ile Bizans tarafında bugünkü Defterdar arasına kurulmaya başlanan bu köprünün genişliği beş buçuk metre kadardı. Cenevizlilerden satın alınan boş şarap fıçıları ile bazı küçük kayıkların üzerine geniş kalaslar bağlanarak bir ucu serbest olarak inşa edildi. Bu köprüyü, akılları ermeyen Bizanslılar, “Su üstünde yürüme sihri!” diye değerlendirmişlerdir. Esasında bu, kendilerinin içtikleri şaraplardan boşalan fıçıların yardımıyla yapılan bir köprüydü. Bu köprü, İstanbul’un fethine kadar asker ve malzeme naklinde kullanılarak, yanlarına konan küçük toplarla, zayıf Bizans surları dövüldü.

18 Mayısta Osmanlı kuvvetleri geceleyin, ağaçtan yapılmış, İstanbul surlarından daha yüksek, yürüyen bir kuleyi, surlara on adım mesafeye getirdiler. Sabah güneşin ilk ışıkları ile ortalığı seçmeye başlayan Bizans müdafileri, bu yürüyen kuleden çok korktular. Bir gecede yapılan bu kulenin iskeleti, iki kat deve derisi ile kaplanıp, ateşe karşı dayanıklı olması için arası toprakla doldurulmuştu. Üst katlarına merdivenle çıkılan yürüyen kulenin gövdesinde, ateş açma pencereleri vardı. Sura yaklaşan kuledeki askerler yıkım yaparken, etraftaki askerler de hendekleri dolduruyorlardı.

29 Mayıs sabahı Sultan Mehmed Han, sabah namazından sonra güneş yükselince, iki rekât namaz kılarak kılıcını kuşanıp, atına bindi ve gece yarısından beri surları döven Osmanlı topçusunun, hedefi iyice yumuşattığına kanaat getirerek, umumî hücum emrini verdi. Bu sırada Ulubatlı Hasan, otuz kadar arkadaşıyla ilk defa surlar üzerine Osmanlı sancağını dikti ise de şehit edildi. Osmanlı kuvvetleri, muhtelif bölgelerden, dalga dalga İstanbul’a girdiler. Bizans halkı, panik içerisinde sağa sola kaçışıyor, bilhassa Ayasofya’ya sığınmaya çalışıyorlardı. Türk kuvvetleri güçsüz ve acınacak durumdaki bu insan yığınına kılıç çekmediler, onlara dokunmadılar.

29 Mayıs Salı günü öğleye doğru, kır atının üstünde, yanında hocaları ve ordu kumandanları olduğu halde muhteşem bir alayla Topkapı’dan İstanbul’a giren genç hükümdar, doğruca Ayasofya’ya gitti. ‘Fatih’ adıyla anılmaya hak kazanan 21 yaşındaki Sultan Mehmed Han, Bizanslıların alkış ve tezahüratı, Türk askerlerinin dört bir taraftan göklere yükselen ezan ve tekbir sesleri arasında, Ayasofya önüne geldi. Ayasofya, ağzına kadar, kadın-erkek Rumlarla doluydu. Bizanslıların hüngür hüngür ağlamalarından hâsıl olan gürültüyü susturarak, sükûtu sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’da şükür namazı kıldı. Yerlere kapanan ahali, rahip ve eski Ortodoks patriğine karşı; “Kalkınız! Ben Sultan Mehmet, sana ve bütün ahaliye söylüyorum ki, bugünden itibaren ne hayatınız ve ne de hürriyetiniz hususunda, benim gazabımdan korkmayınız” hitabında bulundu.

Fatih’in İstanbul’a girişinden kısa bir süre sonra Bizans temsilcileri, şehrin anahtarını teslim etmek için Osmanlı ordusunun bulunduğu yere gelmişler, Akşemseddin ve Molla Gürani gibi büyüklerin hükümdar olacağını tahmin ederek anahtarları onlara vermek istemişlerdi. Fakat bu ulu kişiler kendilerinin hükümdar olmadığını, yanlarında bulunan yirmi yaşındaki genç hükümdar II. Mehmet’i göstererek hükümdarın O olduğunu söylemişlerdir.

Kendisine anahtar teslim etmeye gelen elçiye genç hükümdar şöyle diyordu: “Evet, hükümdar benim, Padişah benim. Fakat beni yetiştiren, Beni Fatih yapan hocalarımdır. Ben onların eseriyim” demiştir. (Kültür Bakanlığı Göynük Akşemseddin Türbesi Notları)
Cenevizliler dâhil, bütün sanat ve ticaret erbabıyla ahâlinin din, mezhep hürriyeti temin edilip sulh ve sükûn sağlandı. Fatih, Ayasofya’nın içini gezerek bu mabedin Cuma gününe kadar cami hâline getirilmesini emretti.

Emevîler devrinde yapılan ikinci İstanbul kuşatmasında vefat edip, surlar önüne defnedilen, Ashâb-ı kiramdan Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin kabri, Fatih’in hocalarından Akşemseddin tarafından keşfedilip, daha sonra buraya türbe ve cami yapıldı. Nihayet Cuma günü maiyeti ile Ayasofya’ya gelen Fatih, İstanbul’da ilk Cuma namazını burada kıldı. 655’ten 1453 tarihine kadar devam eden bir idealin (Feth-i Mübîn) gerçekleştirildiği, fetihnâmelerle bütün İslâm âlemine müjdelenip dünyaya ilan edildi.
İstanbul fethedilmekle, Osmanlı Devleti toprakları arasında sıkışıp kalan, mevcudiyeti ve siyaseti ile daima bir tehlike teşkil eden, 1123 yılı İstanbul’da geçen, 1480 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’na son verildi. Osmanlı Devletinde yükselme devri başlayıp, Cihanşümûl hâkimiyet fikri gelişti. İnsanlığı iman birliği içinde bir tek devlet ve hükümdar hâkimiyetinde toplamak için teşebbüse geçildi.

Fatih kendisinin yazdığı bir şiirde de niyetini şöyle özetler:
“Dini İslam’ın mücerret gayretidir gayretim
Ehli küfr-i serte ser kahr eylemektir niyetim.
Lütfi Haktandır human ümmid-i feth-ü nusretim,
Hamdulillah var gazaya sadhezaran rağbetim.” (Fatih’in Şiirleri, s. 81)
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.