Özlenen Rehber Dergisi

60.Sayı

Perdeleri Aralamak 'İslâh-ı Nefs'

Muzaffer YALÇIN Hocaefendi Özlenen Rehber Dergisi 60. Sayı
Bir mü’minin, mü’min olma vasfını kemâl-i hâl üzere devam ettirebilmesi için ana unsurlar vardır ki onun en önemli temelini şek ve şüpheden uzak bir iman oluşturur. Bu imanı muhafaza edecek olan, Cenâb-ı Hakk’ın bizlere bildirmiş olduğu emir ve nehiyleridir. Cenâb-ı Rasûlullah efendimizden gelen hâl üzere bu unsurlarla kendimizi muhafaza edersek, inşallah yanlışlara düşmeden ömrümüzü dosdoğru sırat-ı müstakim üzere tamamlamış oluruz. Rabbimizden ümidimiz, isteğimiz budur. Cenâb-ı Hakk yaşantımızı da ölümümüzü de hayır üzere kılsın inşallah.


Cenâb-ı Hakk insanları çeşitli nimetler ile süslemiş; kalp, akıl, ruh, nefis ve azalarla donatmıştır. Bu nimetlerin her biri, tam bir itaat hâli üzere Allah’a teslimiyet göstermesi lazımdır ki insan, kemâl üzere imanı tam ve bütün arızalardan arınmış, tertemiz, Allah’a tam bir teslimiyet üzere olmuş olsun.

* * *
Büyüklerimizin sözleri, boş ve faydasız kelâmdan uzaktır. Zahirde yaşadıkları İslâm’ın bütünlüğünü, gönüllerinde duydukları yüksek iman ve sevgiyi gönüllerine ayna olan sözleriyle ortaya koymuşlardır.

İnşallah bu günkü sohbetimizde İmam-ı Rabbanî (h.z.) efendimizin; Cenâb-ı Hakk’ın varlığı ve birliği, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Hakk (c.c.) katından getirdiği hükümlerin apaçık olup onları ispat için zaid fikir ve delile ihtiyaç olmadığının izahı ve bu hususta aklî melekelerin düştüğü şüphelerin izalesine dair Nakîb Seyyid Şeyh Ferîd efendiye yazdığı mektubunu arz etmeye çalışacağız.

“Allah (c.c.) sizleri değerli atalarınızın yolu üzere sabit kılsın. Önce atalarınızın ilki ve en üstünü olan Peygamberimize, sonra diğerlerine salât ve selâm olsun.”

İmam-ı Rabbani efendimiz bu sözlerle, Peygamber Efendimizin (s.a.v.) neslinden gelmesinden dolayı ona olan hürmet ve sevgisini ifade ediyor.

“Bilmelisin ki, Allah’ın varlığı ve birliği hatta Peygamberimizin peygamberliği ve Allah Teâlâ (c.c.) katından getirdiği hükümlerin hepsi apaçık olup aklî melekeler, manevi hastalıklardan ve bayağı arızalardan arınmış olduğu takdirde bunları düşünmeye ve ispatlamaya ihtiyaç yoktur.

Kur’ân-ı Kerim’de ve Cenâb-ı Rasûlullah efendimizin söylemiş olduğu hadislerinde ne delile ne de ispata gerek duyulacak hiçbir noksanlık yoktur. Peki, noksanlık arayan insanlar bunca konuştukları şeylerle; Kur’ân ve Sünnet’in emirlerini anlamanın ötesinde ne arıyorlar ki! Onlarda bir noksanlık olduğunu farz ederek onlara farklı mana yükleme yollarına gidiyor, âyet ve hadislerin günümüzün ihtiyaçlarına cevap veremediği gibi yanlış bir anlayışla büyük bir hastalığa müptela olup Kur’ân ve Sünnet’e karşı kalbinde şüphe bulunan bir Müslüman haline geliyorlar! Olgunluktan ve kemâlâttan uzak, ancak terbiyeyle, itaatle kemâl bulabilecek nakıs akıllarıyla tam ve noksanlıktan uzak olan Kur’ân ve Sünnet’in hükümlerinde noksanlık aramak, onda şüpheye düşmek o insanın kendisindeki hastalıkların varlığına işarettir.

İman, şek şüpheleri izale ile değil de niçin teslimiyetle elde edilen bir nimettir? Şek ve şüphe insanın nefsindeki hastalıktır. İman ise bütün şek ve şüphelerden uzak tam bir teslimiyetin adıdır.

Kul nefsine ne kadar zulüm yaptığının farkında değil. Cenâb-ı Hakk “(Allah) yarattığı (mahlûkatı)nı bilmez mi?” buyuruyor. Elbette ki bilir. Öyle ise Cenâb-ı Hakk kullarının peygamberimizin döneminde hangi ihtiyaçlarının, hangi dini meselelerinin, hangi hâl ve durumlarının olacağından haberdar idi de bu gün ve kıyamete yakın dönemde ahir zaman da insanların ne gibi ihtiyaçlarının, ne gibi meselelerin ortaya çıkacağı hususunda noksanlık mı gösterdi(!) Değil hâşâ. Böyle bir inanış insanı İslâm dairesinden çıkarır. Noksanlıktan münezzeh olan Hz. Allah’a noksanlık izafe etmek gibi büyük bir hastalığa kapı açar. Bunun sebebi insanın akli melekesinde var olan ve kuvvetini nefisten alan hastalıkların tesirinden başka bir şey değildir.

Cenâb-ı Hakk’ın bir hükmü hususunda sıkıntıya düşen insan, imanın kemâlini, teslimiyeti tam manasıyla kalbinde bulduğu zaman şek ve şüphesinden dolayı Hz. Allah’tan af ve mağfiretini isteyecek, O’ndan hayâ edip yüzünü aşağıya indirecektir. Cenâb-ı Hakk bizi aklımızın ve nefsimizin hastalıkları ile değil de imanın kemâliyle muttasıf olan kullarından kılsın inşallah.

Dinî ilimleri ikmâl etmiş zâtlardan birisi Hicaz’a giderken, bir memlekete uğrar. O memleketin büyüğü küçüğü herkes kendini ziyarete gelir. Kendini karşılayanlara bakarak: “Bizi ziyarete gelmeyen kaldı mı” diye sorar. “Efendim bir yaşlı kadın dışında herkes geldi” derler. “Bizi bilmeyen biri olduğundan mı gelmedi” der âlim kişi. Yöre halkı da: “Yok efendim bilir derler.” Âlim de: “Öyleyse biz kendisine gidelim” der ve giderler. Âlim kişi, kadına: “Hâlık-ı Zü’l-Celâli doksan dokuz delille ispat eden bir kimseye niçin hoş geldin demedin” diye sorar.

Kadın: “Efendim ne kadar büyüklendiniz! Ben Allah-u Zü’l-Celâli bir delille ispat ederim; o da: “Kul hu vallâhu ehad” âyetidir. “Senin şüphen varmış ki doksan dokuz delil aradın.” diye cevap verir.

Doktor olan bir hocaefendi askerlikle ilgili bir anısında şunu anlatmıştı:

“Askerliğim döneminde, doğunun sınır illerinden birisinde bir hasta kadını tedavi olmak üzere getirdiler de iğne vurmam gerekti; ama mümkün değil pardösüsünü bile çıkarmadı. Allah’tan öyle korkuyor, o kadar hayâ sahibiydi ki bir başkasının yanında pardösüsünü bile çıkarmaktan hayâ ediyordu. Zor güç ikna ettik pardösüsünü çıkardı da elbisesinin üzerinden vurduk iğnesini.”

Belki de bilgileri çok az, ama öyle tutunmuşlar ki, Allah (c.c.) kalplerine öyle bir iman açmış ki, “Allah” demişler, onun dışındaki hiçbir şey ile meşgul olmamışlar. Aslında insanın nihayetinde göstermesi gereken teslimiyet de budur.

Hz. Bilal Habeşi (r.a.), o sımsıcak Arabistan sokaklarında sürünerek, yaralar açılıp da bedenindeki kemikler dışarıya çıkmış halde “Ehad” derken ne Kur’ân’ın tamamına dair bir bilgisi vardı, ne de Rasûlullah Efendimizin bugün ciltler dolusu kitaplarda toplanılmış hadis-i şeriflerine vakıftı. Sadece imanı, Allah’ın birliğini biliyordu ve Peygamber Efendimizden alıştığı bu imana öyle teslim olmuştu ki; Mekke’nin en azılı kâfirleri ve zalimleri bile yaptıkları zulüm ile Hz. Bilal Habeşi’yi o bir “Allah” inancından geri çevirememişlerdi. Köle diye sürüdükleri, üstüne taşları koydukları Hz. Bilal Habeşi (r.a.)’in hürlüğün hakikatini yaşadığını bilmiyorlardı.

“Kalbî hastalıklardan ve basireti kapatan perdelerden kurtulduktan sonra geriye apaçık hakikatten başka bir şey kalmaz.”

Yani insanla Kur’ân ve sünnetin parlaklığı, nuru arasında nefsinden ve aklındaki hastalıklardan kaynaklanan perdeler vardır. Zaten bu şek ve şüpheler, o perdeler oradan kalkıp da imanın kuvveti onun sadrına açıldığı zaman, dosdoğru imanın kuvvetini bulacaktır.

* * *

“Nitekim safrasından hasta olan bir kimse, safra hastalığına müptela olduğu müddetçe şeker ve balın tatlı olduğunu ona ispatlamak, söz konusu hastalığı sebebiyle bir delile ihtiyaç doğurabilir.”

Bir insan ki safra hastasıdır, yediği gıdaların lezzetlerini birbirinden ayırt eden azası hasta demektir. Tatlıların tatlı olunduğunu ifade eden azası hasta olunca şeker ve balı yedirdiğiniz zaman o kendi canında onu acı zehir gibi hissedecektir. İşte burada bir delil lazım olabilir, çünkü kendi canında bunu yaşayamadığı için bunu onun aklına anlatmak gerekir. Önce aklında bal ve şekerin tatlı olduğunu çözmesi lazımdır. Bunu çözerse, canında bunu tadamasa bile, aklıyla bal ve şekerin tatlı olduğunu anlamaya çalışabilir.

“Fakat söz konusu hastalıktan kurtulacak olsa hiçbir delile ihtiyaç hissetmez.”
Bir doktor, bal ve şekerin tatlı olduğunu o hastaya anlatmak için buna deliller getirmek yerine, bedenindeki bu hastalığı ortadan kaldırırsa, o zaten balın ve şekerin tatlı olduğunu kendisi yaşayacaktır. O zaman delile ihtiyaç duymayacaktır. İmâm-ı Rabbânî efendimiz bu örneği şunun için misal veriyor:

Kur’ân ve Sünnet, Allah’ın hükümleri bal ve şeker gibidir. İnsan, içindeki hastalıklar varken Kur’ân ve Sünnet’i anlamada, Allah’ın hükmünde bir noksanlığın olmadığına kani olamaz. Çünkü nefsi, hastalıklar ile dopdoludur. Burada deliller ile ona anlatabiliriz; fakat ne kadar da deliller ile anlatsanız bile asli olarak kendi canında bunu yaşamadığı müddetçe onun hakikatini anlamaktan uzak olacaktır. Bu gün Müslüman gençliğin yaşadığı sıkıntılardan birçoğu da budur. İmanı kalbine sunacağı yerde aklına sunuyor. Senin aklın peygamber aklı değil ki gelen vahyi Allah’tan geldiği gibi hazmedecek kuvvette olsun. Bununla beraber, Allah (c.c.) “kalbi” imanı kabul edecek vasıfta kılmıştır.

“Bu durumda, hastalıktan neş’et eden delile ihtiyaç hissedilmesi ile bal ve şekerin tatlı oluşlarının çok açık olması arasında haddi zatında çelişki yoktur. Bunun gibi şaşı kimse ‘bir’i ‘iki’ olarak görür ve onun ‘bir’ olmadığına hükmeder. Şaşı kimse bu hükmünde mazurdur. Şaşılık hastalığından kaynaklanan bu hüküm ‘bir’in ‘bir’ oluşu gibi apaçık bir hükmü nazariye çevirmez.”

Nefsinde şehvet hastalığına düşmüş olan bir genç, Peygamber (s.a.v.) Efendimize gelip; “Yâ Rasûlallah! Zina (etmem) hususunda bana izin ver” der. Orada bulunanlar onu ayıplarlar. Efendimiz (s.a.v.): “Onu (bana) yaklaştırın!” buyurur. Genç ona yaklaşınca ona bir delil getirir ve sorar:

“Annenin (zina etmesi) hoşuna gider mi?” (Genç): “Hayır! Allah’a yemin olsun ki (hoşuma gitmez), Allah beni sana feda kılsın!” der. Efendimiz (s.a.v.) gence sırasıyla kızı, kız kardeşi, halası ve teyzesi için aynı soruları yöneltir. Genç her defasında “Hayır! Allah’a yemin olsun ki (hoşuma gitmez), Allah, beni sana feda kılsın!” cevabını tekrarlar. (Rasûlullah Efendimiz, mübarek) elini (gencin) üzerine kor ve: “Allah’ım, onun günahını bağışla, kalbini temizle, iffetini (zinadan) koru!” buyurur. Bu konuşmadan sonra o genç bu çirkin istek ve arzusundan vazgeçip huzuru Rasûlullah’tan bu hastalıktan kurtulmuş olarak ayrılıyor.

Aslında o genç, bu fiilin Allah nezdinde haram olduğunu biliyor; ama nefsinde bu haram hükmüne karşı bir hastalık peyda olmuş. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) onu bu hastalıktan kurtaracak delili sunduktan sonra ve Cenâb-ı Hakk onun hastalığını hem fikri hem de gönlünden kaldıracak nimeti bahşediyor ve onda Allah’ın murat etmiş olduğu iman ve Allah’a itaat hâsıl oluyor.

Nefsin hastalıkları ve kulluğun önündeki sıkıntılar da bunun gibidir. Kur’ân’ın hükmü ezelde ve ebette dosdoğrudur. Allah’ın emirlerinde ne bir noksanlık ne de bir yanlışlık asla mümkün değildir. Bizim kendi sadrımız ve aklımızdaki hastalıklar, bizlerde Allah’ın hükümlerini kavramada noksanlık olarak tezahür ediyor. İnsan bu hâldeyken zulme düştüğünü bilmiyor. Hz. Allah’a rağmen, Hz. Allah’ın hükümlerini kendi nefsinde yargılamaya kalkıyor. Din, oyuncak değildir. İnsan, şek ve şüpheye meylederek cüretkâr bir şekilde şeytanın iğvasına, vesvesine kapı açıyor ve sonunda birçok kez kendisi için geri dönülemez tehlikeler meydana getiriyor.

Cenâb-ı Rasûlullah efendimiz ’Ben sizi terk ettikçe siz de beni bırakın. (Sizi bırakıp teklif etmediğim hususlarda beni kendi hâlime bırakınız) Zira sizden öncekileri, suallerinin çokluğu ve peygamberlerine karşı ihtilâfları helâk etmiştir. Öyle ise sizi bir şeyden nehyettiğim zaman ondan kaçının. Bir şey emrettiğim zaman da gücünüzün yettiği kadar onu yapmaya çalışın.’ buyurarak kalplere ve akıllara şek ve şüphe getirecek hususların önünü ümmetine kapatmıştır. Burada iman lazımdır.

Allah’a iman gibi bir nimeti insan burada buldu da buna şükretmek yerine şimdi bu imanın kuvvetinden uzak aklı ile imanı ölçmeye ve tartmaya mı kalkıyor? Ne kadar büyük kayıp zayıflıktır. “Şaşı bir insan ‘bir’e bakar ama ‘bir’i ‘iki’ olarak görür.” Bu aynı şunun gibidir; gökteki güneşin parlaklığına rağmen gözündeki arızadan dolayı güneşin parlaklığını görmeyen insanın güneş yoktur demesi gibidir. Hâlbuki güneş her zaman yerinde duruyor; ama sorun güneşe bakıp da o güneşi göremeyen gözlerdir.

* Not: Bu makale, Hocaefendi’nin Maktûbat-ı Rabbâni sohbetlerinden derlenmiş olup izniyle istifadelerinize sunulmuştur. Yazıdaki bolt bölümler İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sanî Ahmet Farukî Serhendî hazretlerine ait mektuptan okunan pasajları ihtiva etmektedir.
----------------------------------------------------------------
Özlenen Rehber
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.