Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: ’Bir adam gelerek ’Ey Allah’ın Rasûlü! Ben seni seviyorum’ dedi. Rasûlullah: ’Ne söylediğine dikkat et!’ diye cevap verdi. Adam: ’Vallâhi ben seni seviyorum!’ deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.v.) bunun üzerine adama: ’Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir’ buyurdu.(1)
İslâm literatüründe ’fakirlik’ kavramı çok çeşitli tariflerle anlatılmaya çalışılmış, ve bu hususta tam bir fikir birliği de elde edilememiştir. Bu çeşitlilik, fakirliğin alt sınırının belirlenmesi hususundaki ihtilaftan kaynaklanmaktadır. Bu tariflerdeki ihtilaf da, rivayetlerin farklı anlaşılmasından ortaya çıkmıştır. Zira bazı rivayetlerde fakirlik, zahirdeki imkansızlıklarla, bazı rivayetlerde gönül fakirliği ile, bazılarında ise dünya nimetlerinden yüz çevirme ile anlatılmıştır. Bununla birlikte, fıkhen zekat ve fıtır sadakası vermekle yükümlü olan kimselerin vasıfları mezheplerin görüşleriyle detaylı olarak belirlenmiştir.
Yukarıda zikredilen hadis-i şerifte ve benzerlerinde, Cenâb-ı Allah’a (c.c.) ve Peygamber (s.a.v.)’e olan sevgi sebebiyle insanlara bela, musibet ve fakirliğin geleceği bildirilmiştir.
Geleceği bildirilen bu imtihanlar nedeniyle insanlar, Efendimiz (s.a.v.)’e olması gereken sevgide zayıflık ve tereddüt gösterdikleri gibi, karşılaşabilecekleri imtihanların neticesinden de korku duymuşlardır.
Bir kısım insanlar da, Peygamber Efendimiz’in sevgisine ulaşabilmek için fakir bir şekilde yaşamayı maksatları haline getirmişlerdir.
Bu iki zıt anlayışın itidal üzere, sünnet-i Rasûlullah istikametinde tashihi gereklidir. Aksi halde, hem imanımızın gereği olan peygamber sevgisinin kemal vasfından uzak kalınmakta, hem de tembel ve atalet içinde başkalarına muhtaç olarak yaşamak, peygamber sevgisinin gereğiymiş gibi kabul edilmesine neden olmaktadır.
Bizim dikkat çekmek istediğimiz husus ise yanlış telakki edilen fakirliğe bakış açımızın ortaya konması ve bu husustaki yanlış anlayışların izalesi hususunda olacaktır.
Konumuza örnek teşkil edebilecek bir çok hadis-i şerif olmakla beraber, yazımızın başında zikrettiğimiz rivayette de görüldüğü gibi, Peygamber Efendimiz (a.s.), kendisine sevgi iddiasında bulunan sahabesini, iddiası sebebiyle karşılaşacağı büyük imtihanlardan haberdar etmektedir. Çünkü Allah (c.c.) her iddia sahibinin samimiyetini ortaya çıkartmak için onları büyük imtihanlara tabi tutar. Böylelikle de samimi olanlarla olmayanlar birbirinden ayırt edilir. Mesela, Allah’ı sevdiğini iddia edenlere, bu iddialarında samimi olup olmadıklarını ispat etmeleri için Habîb-i Zîşân’a tabi olmalarını emretmektedir.(2)
Bu hususun daha iyi kavranabilmesi için konuyu misallendirmek gerekirse, Uhud savaşının fâtihlerinden Enes b. Nadr (r.a.)’in ibret veren tablosuna şöyle bir bakmak gerekir: Enes bin Nadr (r.a.), bedir savaşına katılamamış, ve şehadet arzusuyla kavrulurken: ’Eğer Allah, bana Rasûlullah (s.a.v.)’le birlikte müşriklerle savaşmak nasip ederse, Allah (c.c.) ne yapacağımı görecektir!’ diyerek büyük bir iddiada bulunmuştu. Hemen yakın zamanda Uhud savaşı meydana geldi ve Cenâb-ı Hakk Enes b. Nadr efendimizi Uhud savaşında bu iddiasıyla imtihan tabi tuttu. Şöyle ki: Uhud günü müslümanlar (bozulup) dağılınca: ’Ey Allah’ım, bunların -yani müslümanların- yaptığından dolayı özürlerinin kabulünü dilerim. Ben onların -yani müşriklerin- yaptığından da sana sığınıyorum!’ dedi ve kılıcını çekip ilerledi. Karşısına Sa’d b. Mu’âz çıkmıştı: ’Ey Sa’d! Cenneti istiyorum! Nadr’ın Rabbine yemin olsun ki ben, Uhud’un önünde cennetin kokusunu duyuyorum!’ dedi. O günü anlatan Sa’d b. Mu’âz, Rasûlullah (s.a.v.)’e: ’Ey Allah’ın Rasûlü! (O gün) onun yaptıklarını (bir bir anlatmaya) muktedir değilim! İlerledi (diyeyim o kadar)’ dedi. Enes b. Mâlik, Sa’d b. Mu’âz (r.a.)’i te’yiden dedi ki: ’Biz Enes b. Nadr’ın cesedinde seksen küsur darbe izi bulduk, kimisi kılıç, kimisi mızrak, kimisi ok yarasıydı. Ayrıca biz onu müşrikler tarafından müsle edilmiş (gözü oyulup, burnu, kulakları koparılmış) olarak bulduk. Öyle ki onu kimse tanıyamamıştı. Kız kardeşi (halam Rübeyyi’) -bedenindeki bir ben’inden veya- parmağının ucundan tanıdı.
Enes b. Nadr, Uhud’da herkesin şaşkın hale düştüğü bir anda tek başına ilerler, bu şaşkınlığın şoku içinde olan muhacirlerden bir gruba rastlar. ’Sizi böyle hareketsiz kılan nedir?’ der. ’Rasûlullah (s.a.v.) şehit edilmiş!’ cevabını verirler. Enes b. Nadr: ’Ondan sonra yaşamayı ne yapacaksınız? Onun öldüğü dava uğruna siz de ölün!... Ey kavmim! Muhammed öldü ise, Muhammed’in Rabbi (davası) ölmedi. Muhammed’in kavga verdiği şey adına siz de kavga verin!’ demiştir ve kendisi müşriklerin üzerine atılarak çarpışmış ve şehit olmuştur.
El-Ahzâb sûresi 23. âyet-i kerimesi, işte zikri geçen bu sahabe efendimiz hakkında inzal olmuştur: ’Müminlerden Allah’a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir, ahitlerini hiç değiştirmemişlerdir.’(3)
Görüldüğü gibi Hazreti Allah (c.c.) kendisine ve Rasûl’üne itaat hususunda ahit veren sahabe efendimizi, ahit verdiği şey üzere imtihan etmiş ve neticesinde, onu şehâdet mertebesine yükselterek ve hakkında âyet inzal ederek samimiyetini ortaya çıkarmıştır.
Rabbimize ve Habîb’i Edîb’ine olan yüksek sevgisini ve sadakatini, hayatı boyunca ona yoldaş olan gönül dostlarının da sarih bir şekilde müşahede ettikleri kıymetli üstadım Abdullah Fârukî el-Müceddidî Hazretleri, daha gençliğinde iken, Hak sevgisinin getirdiği nimetleri ve bu husustaki yüksek iddianın samimiyetinin izharı için Cenâb-ı Hakk’ın kulunu nasıl imtihan ettiğini bir sohbetlerinde bizlere şöyle anlatmıştır:
’Alaadin Fersâfî Hazretleri Efendim’e intisabımın ilk yıllarında, Malatya’da ikamet etmekteydim. Üç ayların içerisindeydik ve o günlerde kendimi ibadete daha çok vermiştim. Seyr-i sülûkte, ’fenâfillâh’ hâlini yaşadığım günlerdeydi. Rabbimin sevgisi gönlümü öyle bir sarmıştı ki, O’nun sevgisinin haricinde hiçbir şeyi düşünemez, duyamaz hale gelmiştim. Öyle ki, cihanda Rabbimden başka hiçbir şey yoktu. O’nun sevgisinden, kendimi dahi tanıyamıyor, ismimi hatırlayamıyordum. İşte bu günlerden biriydi... ’Kendisini her şeyden çok sevdiğim Allah’ü Azîmü’ş-şân, acaba beni seviyor mu’ diye düşündüm ve bir gece teheccüt namazında, secdede ağlayarak: ’Allah’ım ben seni çok seviyorum. Acaba sen de beni seviyor musun? Sevdiğini bilmeyi çok isterdim.’ diye yalvardım.
Bu duamın üzerinden birkaç gün geçmemişti ki, hiçbir rahatsızlığı olmayan eşim, genç yaşta aniden vefat etti. Çok iyi olan işlerim tamamıyla bozuldu. Bir kaza sonucu evim yandı ve bir ekmeğe muhtaç hale geldim. Çocuklarım çok küçükken yetim kalmışlardı. Karşı karşıya kaldığım bu imtihanlara sabretmeme rağmen, eşimin vefatına da çok üzülmüş ve ağlamıştım. Yaklaşık kırk gün sonra bir rüya gördüm. Rüyamda iki melek bana bir tarafı eskimiş bir cübbe getirdiler ve: ’Bunu giy dediler.’ Ben: ’Bunun bir tarafı eski, ben giymem dedim.’ Onlar da sitem ederek: ’Başına gelen imtihan karşısında çok ağlayarak, bunu sen kendin yaptın, giyeceksin’ dediler. Daha sonra anladım ki, Rabim, elimdeki bazı nimetleri alarak beni, kendisini gerçekten sevip sevmediğim hususunda imtihan etti ki, bu nimetler elimden alınınca da sevgimde sadık kalacak mıyım acaba?... Neticede, sadakati temsilen rüyamda bir cübbe getirilmişti; fakat eşim için birazcık fazla ağlamamın ona zararı olmuş, bir tarafı hafif zedelenmişti. Kısacası Rabbim bu kadarını dahi istememekteydi.
Kıymetli üstadımın da anlattığı üzere, Allah ve Rasûl’üne sevgi iddiası büyük bir iş olmakla beraber, bu iddia neticesinde gelecek imtihanlara karşı gösterilecek sabır ve metanet, bizim bu yoldaki sevgi ve bağlılığımızı izhar edecektir ki, bu sevginin karşılığı, mükafatı da hem dünyada, hem de ahirette tahayyül edilemeyecek kadar büyüktür.
Şu halde, Allah Rasûl’üne duyulan sevgi ve bağlılık insanı zillete değil, izzete çekecektir, bizi gerçek kulluğa götürecektir. Herkes, sevgisi ölçüsünde bazı imtihanlarla karşılaşacaktır. Bu imtihanlar farklı farklı olabilir. Sahabe efendilerimizin her biri, karşılığı ancak cennet olan Rasûl-i Zîşân’ı sevmenin bedelini, hem canlarını hem de mallarını ortaya koyarak ödemişlerdir.
Mekke döneminde olduğu üzere, kimi sahabeler Efendimiz’e iman ve sevgi pahasına, azgın müşriklerce yurtlarından sürgün edilmişler, mallarına zorla el konulmuş, hunharca şehit edilmiş, yıllarca boykot edilerek aç ve susuz bırakılmıştır.
Medine döneminde olduğu üzere, gönülleri Efendimiz’in aşkıyla kavrulan kimi sahabeler de, o’nunla beraber olmak pahasına terk-i vatan eylemiş, tüm mal ve mülklerini geride bırakmışlar, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in dizi dibinde olmak ve onun sohbetinde bulunmak için karın tokluğuna razı olmuşlardır.
Ayrıca, makalemize konu edindiğimiz hadisteki ’fakirlik’ kavramı, günümüzdeki gibi, başkalarına muhtaç hale gelme durumu olarak anlaşılacak olursa, hiçbir zenginde Peygamber Efendimiz’in sevgisinin bulunmaması gerekirdi ki, bu da İslâm’ın dünyaya bakışına terstir. Çünkü, İslâmî kaynaklardan öğrendiğimiz kadarıyla, Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Abdurrahman ibn-i Avf (r.anhüm) vb. pek çok sahâbe-i â’zam, sahip oldukları dünyalıklarla beraber, erişilmez bir peygamberî sevgiye de sahiptiler.
Netice olarak hadis-i şerifteki ’fakirlik’ bir hedef ve maksat değil, bir imtihan vesilesidir. Fakirlik istenen bir durum değildir; ancak böyle bir imtihanla karşılaşıldığında sabredilir ve kimi insanlar için fakir olmak daha hayırlı da olabilmektedir. İmam-ı Gazâlî bu hususta şöyle der: ’Malın misali, faydalı panzehirle beraber öldürücü zehri taşıyan yılanın misali gibidir. Zehrin şerrinden sakınıp panzehiri çıkarmasını bilen arif kişi için, o bir nimettir. Ancak o, böyle olmayan bir ahmak’ın eline geçerse, kendisini helake atacak belayı bulmuş demektir.’
Rasûlullah Efendimiz’in, insanı acze düşürecek, başkalarına muhtaç edecek fakirlikten Allah’a sığınması yanı sıra, mütevazı bir hayatı tercih ettiği de bilinmektedir. Zira Efendimiz (s.a.v.) malı olmadığı için değil, bütün varını Allah yolunda tasadduk ettiği için günlerce aç kalabiliyordu. Şu kesinlikle bilinmelidir ki, Peygamber (s.a.v.) Efendimiz daimi olarak zengindir. Zira hiçbir dünya malı Allah’ın Habîb’i olma nimeti kadar insanı zengin kılamaz. Hazreti Allah (c.c.)’nun, Habîb’i hakkında ferman buyurduğu: ’Biz Seni fakir bulup zengin kılmadık mı?’ ilâhî hitabı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in, kıyamete kadar, daimi olarak zengin olduğunu tasdik etmiştir. Bu zenginlik vasfından dolayı Peygamber Efendimiz asla sadaka kabul etmemiştir.
Kaynakça:
1. Tirmizî, Zühd 36.
2. Âl-i İmran 3/31.
3. Buhârî, Megazî 1.
Efendimiz (s.a.v.)'i Sevmek ve Fakirlik
Özlenen Rehber Dergisi 21. Sayı
böyle güzel yazıların olması ve ulaşabilmemeiz çoook güzel bu bozuk devirde bunların anlatılması gerek