Ashâb-ı Kirâm’ın sohbetinde bulunmakla şereflenen, Tâbiîn devrinin yüksek âlimlerinden, On İki İmâm’ın yedincisi ve evliyânın büyüklerindendir. Câfer-i Sâdık’ın oğlu, İmâm-ı Ali Rızâ’nın babasıdır. Annesi, Humeyde-i Berberiyye’dir. Rasûlullah Efendimiz’in torunu olup, Hz. Ali ile Hz. Fâtımâ (r.anhümâ)’nın neslindendir. Hz. Hüseyin’in çocuklarından olduğu için seyyittir. Asıl adı, Mûsâ bin Câfer-i Sâdık bin Muhammed Bâkır bin Ali Zeyne’l-Âbidîn bin Hüseyin bin Ali bin Ebî Tâlib’dir. Künyesi, ’Ebû’l-Hasan’ ve ’Ebû İbrâhim’dir. Kâzım, Sâbır, Sâlih, Emîn gibi lâkapları da vardır. En meşhuru Kâzım’dır. Hilminin (yumuşaklığının) çokluğundan, kötülük yapanlara kızmayıp bağışladığından ve gazabına hâkim olduğundan kendisine bu lâkap verilmiştir. Mûsâ Kâzım, Mekke ile Medîne arasında Ebvâ’da 745 (H. 128)’de Safer ayında doğdu. 802 (H. 186)’de Bağdat’ta hapishânede vefât etti. Bağdat’ın Kâzımiyye mahallesinde Kureyş mezarlığına defnedilmiştir.
İmamlığı yirmi beş sene, üç ay süren Mûsâ Kâzım, derin bir âlim ve büyük bir velîdir. Din bilgilerinde içtihât derecesine yükselmişti. Her ilimde imâm, üstâd, büyük bir rehberdi. Çok ibâdet ederdi. Gecelerini hep namazla geçirirdi. Bu hâllerinden dolayı, kendisine ’Sâlih Kul’ adını vermişlerdir. Tasavvuf ilminde, Ehl-i Sünnet’in gözbebeğidir.
Mûsâ Kâzım (r.a.), hadîs-i şerîf ilminde sikâ (güvenilir) bir râvîdir. Büyük bir hadis imâmıdır. Oğulları Ali Rızâ ve İbrâhim, İsmâil, Hüseyin ile kardeşleri Ali ve Muhammed ondan hadîs-i şerîf rivâyet etmişlerdir. Rasûlullah (s.a.v.)’e kadar varan bir rivâyet ile bildirdiği bir hadîs-i şerîfte buyruldu ki: ’Yemekten önce el yıkamak, fakirliği yok eder. Yemekten sonra yıkamak da üzüntüyü giderir.’
Mûsâ Kâzım Hazretleri’nin yaşadığı devirde, ehl-i beytten olanlara maalesef haksızlıklar yapılmıştır. İmam Mûsâ Kâzım (r.a.) zamanın sultanları tarafından birkaç kez hapse atılmış ve hapiste iken vefât etmiştir. Halbuki o, dünyâya düşkün değildi. Zühd ve takvâsı çoktu. Affı ve ihsânı, kerem ve cömertliği ile meşhûrdu. Hapishaneye atılınca, Harun Reşit’e mektubunda şöyle yazdı: ’Bende belâ ve musîbet son bulmayacak, buna karşılık sende daima rahat ve genişlik olacaktır. Yalnız şunu unutma ki; sonu gelmeyen ahirete sen de ben de gideceğiz.’ ’Bağdât Târihi’ kitabının yazarı Hatîb-i Bağdâdî’nin rivâyetine göre, ölünceye kadar, yedi sene zindanda tutulmuştur.
Mûsâ Kâzım (r.a.)’ın hayâtı, fazîletler ve üstünlüklerle doludur. Sevdiklerine ibret veren ve yol gösteren kerâmet ve menkıbeleri ile rûhlara gıdâ olan sözleri çoktur. Menkıbeleri meşhurdur. Bâzı söz ve kerâmetleri kitaplarda yazılmış, bâzıları da şifâhî olarak dilden dile, gönülden gönüle akıp gelmiştir.
Hikmetli sözlerinden birinde buyurdular ki:
’Arkadaşlık ettiğin biri, önceleri hâli, hâline uyar, sonraları kalbine sıkıntı verirse, hemen kendine bak! Kendi eğriliğini anlarsan, hemen tövbe et! Doğru olduğunu anlarsan, bilesin ki, o arkadaşın yoldan sapmıştır. Bu durumda dur, biraz düşün. Hemen ondan ayrılma! Onu yalnız başına bırakma. Cenâb-ı Hak tarafından bir düzelme gelinceye kadar bekle.’
Kız kardeşi, onu şöyle anlatır:
’O, yatsı namazını kıldığı zaman, Allah Teâlâ’ya hamd eder ve duâ eder, bu hâli gece bitinceye kadar devâm ederdi. Gece bitince tekrar kalkar, sabah namazını kılardı. Sonra bir miktar zikirle, Allah Teâlâ’yı anmakla meşgûl olur, bu durumu güneş doğuncaya kadar devam ederdi. Sonra kuşluk vaktine kadar oturur. Daha sonra hazırlanır, dişlerini misvaklar, zevâl öncesine kadar uyurdu. Uykudan uyanınca abdest alır, ikindiye kadar namaz kılar, namazı bitirince kıbleye doğru dönerek akşam namazına kadar Allah Teâlâ’yı zikrederdi. Sonra tekrar akşam ile yatsı arası namaz kılardı. Bu onun her günkü âdeti idi.’
Onu seven ve ondan istifâde eden âlimlerden Şakîk-i Belhî (k.s.) şöyle anlatıyor: Hacca gidiyordum. Fâriziyye’ye vardım. Orada güzel yüzlü, buğday benizli, yün elbiseli, başı sarıklı ve ayağında nalin bulunan bir genç gördüm. İnsanlardan ayrı bir yerde yalnız oturuyordu. Kendi kendime; ’Bu tasavvuf talebelerinden bir kimse olması lâzımdır, bu yolda müslümanlardan ayrı duruyor, gidip biraz ağır konuşayım da bu işten vazgeçsin.’ dedim. Yanına yaklaşınca, bana:
’Ey Şakîk!’ diye hitâb ederek: ’Zandan çok sakınınız, zîrâ bâzı zanlar günahtır.’ buyrulan Hucurât sûresi on ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Bir tarafa doğru gitti. Kendi kendime: ’Bu bir sâlih kişi olmalı, adımı ve kalbimdekini bildi.’ dedim. Arkasından helâlleşeyim diye gittim. Ne kadar hızlı yürüdüysem yetişemedim. Başka bir konak yerinde onu yine gördüm. Namaz kılıyordu. Bütün âzâları titriyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Namazını bitirsin de helâlleşeyim, dedim. Namazını bitirdi. Yanına yaklaştım. Bana; ’Ey Şakîk!’ diyerek:
’Ben tevbe eden, îmân edip sâlih ameller işleyen ve sonra doğru yolu bulan kimseleri elbette affederim.’ buyrulan Tâhâ sûresi seksen ikinci âyet-i kerîmesini okudu. Beni bırakıp uzaklaştı. Kendi kendime: ’Bu genç yüksek bir velî olmalı, ikinci defa ismimi ve kalbimdekini bildi.’ dedim. Başka bir konak yerinde yine onu gördüm. Bir kuyunun başında, elindeki kısa ipli kova ile su çıkarmak istiyordu. Kova suya düştü. Ellerini kaldırıp: ’Yâ Rabbi! Sen benim Rabbim’sin, su aşağıdadır. Kuvvet sendedir, su içmek istiyorum.’ diye duâ etti. Kuyudaki su yükseldi. Elini uzatıp kovasını doldurdu. Abdest alıp dört rekat namaz kıldı. Bir kum yığınına doğru gitti. Eliyle kumları kovanın içine döktü. Çalkalayıp içti. Yanına gidip selâm verdim. Selâmımı aldı. ’Hakk Teâlâ’nın sana ihsân ettiği nîmetlerin fazlasından bana da tattır.’ dedim. ’Hakk Teâlâ’nın nîmetleri açık veya gizli her zaman bize gelir. Hakk Teâlâ’ya hüsn-ü zanda bulun!’ deyip, kovasını bana verdi. İçinde kavrulmuş buğday ile şeker vardı. Kovanın içine koyup çalkaladığı kum onun kerâmeti ile yiyecek hâline gelmişti. Ondan daha lezzetli bir şey yememiştim, yedim ve doydum. Mekke’ye gelinceye kadar onu bir daha göremedim. Mekke’de gece yarısı namaza durmuştu. Tam bir huşû ile inleyip ağlardı. Bütün gece böyle devâm etti. Sabah oldu. Namaz kılıp tavaf edip dışarı çıktı. Arkasında hizmetçiler vardı. İnsanlar etrafına toplandılar. ’Bu zât kimdir?’ diye sordum: ’Mûsâ bin Câfer bin Muhammed bin Ali bin Hüseyin’dir.’ dediler. ’Yolda bu zâttan şöyle şöyle acâib haller gördüm.’ dedim. ’Bu haller bu seyyid için acâib değildir.’ dediler.
Onu seven Hâlid ez-Zabbâlî şöyle anlatıyor: ’Halîfe Mehdî, İmâm Kâzım’ı ilk defâ çağırmıştı. Mûsâ Kâzım, bana, yol hazırlığı için çarşıdan bâzı şeyler almamı buyurdu. Yüzüme baktı ve:
’- Seni üzüntülü görüyorum, ne oldu?’ diye sordu. Ben de:
’- Niçin üzülmeyeyim, bir zâlimin yanına gidiyorsunuz, sonunuzun da ne olacağı belli değildir.’ dedim.
’- Hiç korkma, falan ay, falan günde geri döneceğim. Akşamleyin beni beklersin.’ buyurdu. Ay ve günleri sayıyordum. Buyurduğu gün geldi. Güneş batmasına az kalmıştı. Kimse gelmedi. Şeytan da içime vesvese düşürdü. Kalbimde bir şüphe uyanmasından korkuyordum. Çok sıkıldım. O sırada Irak tarafından bir karaltı göründü. Mûsâ Kâzım Hazretleri bir katıra binmişti.
’- Ey falan!’ diye seslendi.
’- Buyurun efendim, buradayım!’ dedim.
’- Az kalsın, kalbine şüphe geliyordu değil mi?’ buyurdu.
’- Evet, öyle olacaktı.’ dedim. Sonra: ’Allah Teâlâ’ya hamd olsun ki, bu zâlimden kurtuldunuz.’ dedim.
’- Beni bir daha oraya götürecekler, o zaman kurtulamayacağım.’ buyurdu.
Rabbim şefaatine nâil eylesin!
Yararlanılan Kaynaklar:
1. Tezkiretü’l-Havâs, s.348-350.
2. Tabakât-ı İbn-i Sa’d, c.3, s.244.
3. Tarih-i Bağdadî, c.13, s.27.
4. Sıfatü’s-Safve, c.1, s.103.
İmam Mûsâ Kâzım (r.a.)
Özlenen Rehber Dergisi 21. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.