Enes bin Malik (r.a.), Hz. Peygamber’in şöyle dediğini anlatıyor; ’Kimde şu üç haslet bulunursa imanın tadını duyar: Allah ve Rasûlü’nü bu ikisi dışında kalan her şeyden ve herkesten fazla sevmek, sevdiğini sırf Allah rızası için sevmek, iman ettikten sonra küfre dönmeyi ateşe atılmak gibi çirkin görmek’. (1)
Enes bin Malik (r.a.) tarafından rivayet edilen bu Hadîs-i Şerîf, sahih kaynakların tamamına yakınında mevcut olmakla birlikte hadisle alakalı birçok da şerh yazılmıştır. Kaynaklarda ulema bu hadîsi şöyle açıklıyor: ’İmanın tadı bir kimsenin imandan lezzet almasıdır. Bu öyle bir lezzettir ki, gücü kuvveti yerindeyken yaptığı ibadetlerle gönlünün imana, etine ve kanına işleyecek ölçüde açılmasıdır. Nasıl ki safra hastalığına yakalanmış olan bir kimse bal yese dahi onun tadını alamaz ise, imanı zayıf olan kimse de işlediği amellerin zevkine ermekten mahrum kalır.’(2) Ayrıca tatlılıktan maksadın: ’İbadetin zevkine erişmesi, Allah rızası uğrunda sıkıntı ve meşakkatlere sabır ve tahammül etmesi, dünyalık şeylere ve kul sevgisine Allah ve Rasûlü’nü tercih etmesidir.’ demişlerdir.(3)
Allah ve Rasûlü’nü her şeyden fazla sevme ise, el-Hafız’ın beyanına göre el-Beyzâvî; ’Buradaki sevgiden maksadın nefsin sevmesi değil aklın sevmesidir.’ demiştir. Bunu da şöyle bir misalle izah etmiştir: ’Bir hasta normalde ilâç almaktan hoşlanmadığı hâlde bilir ki kendisinin şifa bulmasına vesile olacak olan bu ilâçtır. İşte içine düştüğü marazdan kendisini kurtarması için ilâcı almaya yönelik aklî tercih ve kendisini eski sağlıklı, dinç hâline ulaştıracağı için ilâca duyduğu ihtiyaç gibi, aklı başında olan Mü’min de Allah’ın emir ve nehiylerinde mutlak suretle hayır olduğunu, bunun kendisi için faydalı olduğunu anlar. İman etmiş kimse böyle yapmakla aklın ürünü olan lezzet ve zevke kavuşur. Çünkü akla dayalı zevk ve lezzet, izlenen yolun en hayırlı ve en kazançlı yol olduğunu idrak etmektir.’demiştir.(4) Kadı İyaz, ’Muhabbetin aslı, sevgiye uygun düşene meyletmektir. Bu meyil maddî olan şeylere yönelebilir; ancak aklını kullanan kimse manevî şeylerden lezzet alabilir, âlim ve sâlih kimselerin hali böyledir.’ demiştir. ’Allah (c.c.)’yu sevmek kula farzdır. Bu farziyet emirleri yapıp, nehiylerden kaçınmak, kadere rıza gösterme şeklinde olan sevgidir. Nefsin harama meyleden istek ve arzularına boyun eğmek, ilâhî rızaya bunları tercih etmek, Allah (c.c.)’yu sevmede kusur sayılır.’ Hatta mubah olan şeylerde ölçüsüz olmak bile bu sevgiye gölge düşürebilir. Peygamber (a.s.)’ı sevmek ise O’nun sünnetini sevmek ve hayatına tatbik etmektir.’(5)
Herhangi bir kimseyi sırf Allah için sevmek, sevildiğini iddia edilen kimseyi hiçbir dünyalık menfaat gütmeden, yalnızca Allah rızası için sevmektir. Yahya bin Muaz: ’Gerçekten Allah için sevmek, seven kimseye sevilen tarafından iyilik veya kötülük etmesi, sevgisinde artma ve eksilme olmaması ile olur.’ demiştir. ’Hakikat, bir kul imanlı olduğu, Allah’a kulluk ettiği, emirlerini yapıp yasaklarından kaçındığı için sevmelidir. Ayrıca Allah (c.c.) Mü’minlere birbirini sevmelerini emretmiştir.’(6)
Hadîs-i Şerîf’te imanın tadına erebilmek için bulunması gerekli üçüncü şartı Allah Rasûl’ü (s.a.v), ’İmandan sonra küfre dönmeyi ateşe atılmaktan çirkin görmektir.’ şeklinde belirlemiş, ulema ise buna şöyle bir yorum getirmiştir: ’Kulun imanı öyle bir seviyeye gelmiştir ki artık küfre dönmektense ateşe atılmak onun için daha hoştur. Çünkü iman nuru kalbine girmiş olan kimse artık küfrün çirkinliğini anlamıştır. Artık bilir ki kendisine dünya ve ahiret mutluluğunu sağlayacak olan imanıdır.’(7)
Âlemlerin Rabbi’ne hakikî kulluk Allah ve Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten fazla sevmekle gerçekleşebilir. Bunun aksi olduğu zaman kulun gerek imanında gerekse de ibadetlerinde noksanlık var demektir. Cenâb-ı Hakk Âyet-i Kerîme’de: ’Rasûl’üm de ki: Babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, akrabalarınız, elde ettiğiniz mallar, durgun gitmesinden korktuğunuz ticaret, hoşunuza giden evler size Allah’tan, Rasûl’ünden ve Allah yolunda savaşmaktan daha sevgili ise Allah’ın buyruğu gelene kadar bekleyin. Allah fâsık kimseleri doğru yola eriştirmez.’(8) buyurarak konunun önemini gözler önüne sermiştir. Allah (c.c.)’yu ve Nebîsi’ni sevmenin nasıl olacağını ise başka bir ayette şöyle vurgulanmıştır: ’De ki Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın.’(9) Âyetlerde açıkça görülmektedir ki sevgi duyulması muhtemel her şey sayıldıktan sonra bunların Allah ve Rasûlü’nden fazla sevilmesinin ne kadar yanlış olduğu büyük bir tehditle vurgulanıyor. Allah’ı sevdiğini iddia edenlere ise bunun ancak Peygamber’e tâbî olmakla gerçekleşmesinin mümkün olduğu açıkça beyan ediliyor. Gerçekten Allah (c.c.)’yu ve Rasûlü’nü sevebilmek Cenâb-ı Hakk’ın kullarına sunduğu en büyük nimetlerden biridir. Zira bu nimete kavuşmuş olan kimse kurtuluşa ermiş demektir. Çünkü eğer kul iman etmiş ve Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevebilmiş ise işte o zaman ibadetlerinden zevk alır, emirleri yapmak, yasaklardan kaçınmak ona sıkıntı bir yana mutluluk verir o kul için bunları yapmak bedenini canlı tutma vesilesi olan su gibi vazgeçilmez bir ihtiyaç olur. Oysa Allah’ı sevgisinden yoksun yapılan ibadet işkence gibi gelir. Misal olarak Cenâb-ı Hakk Kur’ân’da, namazın zor bir iş olduğunu ancak gerçekten iman etmiş olanlara ise zor gelmeyeceğini bildirmiştir.(10) Çünkü seven sevdiğinin isteğini yerine getirirken asla sıkıntı duymaz, tam aksine bu, onu rahatlatan, huzura kavuşturan bir durumdur. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili isimli eserinde Bakara Suresi’nde geçen bu ayet için şunları söyler : ’Şüphesiz sabır ve namaz kolay değil, ağır ve büyük bir iştir; ancak hâşiîn (lâyıkıyla korkanlar)’a değil, başını öne alıp düşünen saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir, meleke (alışkanlık) olur. (11)
Sevdiğini sırf Allah için sevmeye gelince, Allah sevgisine mazhar olmuş kimse O’nun kullarını da sever. Allah için sevmek ancak böyle gerçekleşebilir. Kendisi Allah’ı ve Peygamberini sevmiyor, itaat etmiyorken başka birini Allah için sevebilmek zayıf bir ihtimalden ibarettir. Bizim için kendisinde en güzel örneklerin bulunduğu Rasûlullah ve O’nun güzide ashabı Allah için sevme ameliyesini doruk noktada yaşamışlardır. Gökteki yıldızlara benzetilen bu ulvi şahsiyetler, İmanın tadına öyle varmışlardır ki, Allah’a itaat ve sevgi noktasında canlarını mallarını ortaya koymaktan hiçbir zaman çekinmemişler, Ensar (r.a.), Allah yolunda Medine’ye hicret eden muhacirlere karşı sergilemiş oldukları tavır ile Allah için sevmenin nasıl olacağını kıyamete kadar eşine bir daha rastlanmayacak şekilde gözler önüne sermişlerdir.
İmandan sonra küfre dönmenin kerih görülmesi noktasında ise yine Ashâb-ı Kirâm Efendilerimiz’in erişilmez bir seviyeyi yakaladıklarını müşahede ediyoruz. Ashâb imandan sonra küfre dönmeyi öylesine kerih görmüşlerdir ki; Mekke döneminin o işkence ve sıkıntı dolu günleri onlara bir adım dahi geri attıramamıştır. Müşrikler tarafında yakalanıp işkence görmelerine rağmen kendilerine: ’Şuanda sizin yerinizde peygamber olduğunu iddia eden arkadaşınızın olmasını ister miydiniz?’ sorusuna: ’Değil O’nun burada olması, Medine’de ayağına bir diken batmasına bile razı olamayız.’ deme cesaretini gösterebilmişlerdir. Oysa müşriklerin istediği sözleri söyledikleri taktirde işkenceden necat bulacak, özgürlüklerine kavuşacaklardı oysa o büyük insanların cevabı imanlarının ne kadar sağlam, Allah’a ve Peygamberi’ne sevginin ne derece fazla olduğunu anlatmak için yeter de artar. İşte onlar imandan sonra bırakın küfre dönmeyi Peygamber (a.s.)’a kalben bağlı olduğu halde, sözle dahi en ufak bir kusur etmekten uzak durmuş, O’na kötü söz söylemektense canlarından olmayı tercih etmişlerdir.
İman nuru gönlüne yerleşmiş olan Mü’min için de imandan sonra küfre dönmek ateşe atılmaktan daha çirkindir. Oysa ateş kul için azapların en şiddetlisi iken, nasıl böyle düşünülebilir? İmanın nuruyla müşerref olmuş kimse belki de küfrü kendisini cehenneme götüreceği için değil de iman nimetine erdikten sonra kendisine her türlü nimeti sunan Aziz ve Celil olan Allah’a nankörlük etmiş olacağından böyle düşünür. O’nun sevgisini tattıktan sonra O’ndan ayrı olmanın ne kadar zor ve acı olduğunu bildiği için küfrü çirkin görür.
Mü’min’in Allah (c.c.)’yu ve Rasûlü’nü her şeyden ve herkesten fazla sevebilmesi, Mü’min kardeşini sadece Hakk’ın rızası için sevmesi ve küfrü ateşten daha çirkin görebilmesi için, ancak Allah yolunda olmak, O’nun rızası doğrultusunda hayatını devam ettirmesi gerekir. Allah’ı ve O’nun sevdiklerini sevebilmenin ilk şartı bizatihi Cenâb-ı Hakk’ın kendisini sevebilmekten geçer. Zaten Allah için sevmek, Allah sevgisi ile şereflenmiş bir gönlün ürünüdür. Allah’ı, Rasûlü’nü ve O’nların sevdiklerini iddia edenlerin bu sevginin âlametinin itaat ve ibadet olduğunu unutmaması gerekir. Eğer itaat ve ibadet terk edilip, bunlara gereken önem verilmezse, kul her geçen gün nefsinin esiri olmaktan kurtulamadığı gibi, zamanımızda da çeşitli örneklerine rastladığımız kötü ahlâklar ortaya çıkar ki, bunlar hem bireyin kendisini ve yakınlarını hem de toplumu olumsuz etkileyerek dünya ve ahiret saadetini mahveder. Şayet kul Allah’ın rızasına aksi istikamette fiilleri gerçekleştirmede ısrarlı ve devamlılık arz eden bir tavır sergilerse, öyle bir zaman gelir ki, artık inanmakla imansızlık arasında onun için hiçbir fark kalmaz. Bu durumda olan kul için ise, ebedî bir azap söz konusudur. Yaratılış gayesi, sırf Aziz ve Celîl olan Allah’a kulluk olan insan, bu gayeden tamamen uzaklaşarak O’na nankörlük etmiş olur. Oysa her türlü nimeti kullarının hizmetine sunan Âlemlerin Rabbi: ’Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım. Ben onlardan rızık istemiyorum. Beni doyurmalarını da istemiyorum. Şüphesiz ki rızık veren, güç ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.’(12) buyurmuştur. Bu manevî çağrı hiçbir şeye muhtaç olmayan ve sınırsız güç sahibi olan Yaratıcı’nın herhangi bir farazî ’ihtiyac’ından doğmuş değildir; tersine her şeyi kuşatan ilâhî iradeye bilinçli olarak kendini teslim etmek suretiyle bu iradeyi kavramayı ve böylece bizatihi Allah’a daha yakın olmayı ümit eden kulun ruhî gelişmesinin bir aracı olarak öngörülmüştür. (13)
İmanın kemâle ermesi ve hakikî kulluk için Allah’ı sevmek, Allah’ı sevebilmek için de elçisini sevmek ve O’na her hususta ittibâ etmek şarttır. Şayet kul dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek istiyorsa bunu yapmaktan başka çarenin de olmadığını anlamak zorundadır. Bunun aksi olduğu taktirde netice hüsran olacaktır.
Kaynakça:
1. Buhârî, İman 9, Edeb 42 ; Müslim, İman 67 (43) ; Tirmîzî, İman 10 ; İbn-i Mâce, Fiten 23 ; Nesâî, İman 2-3.
2. İrşâdü’s-Sârî (Kastallânî) ve Tenvirü’l-Hevalikî (Suyûtî).
3. Tuhfet’ul-Ahfazî.
4. A.g.e.
5. Hatipoğlu Haydar ; İbn-i Mâce, Şerh ve Tercümesi.
6. Tenvîrü’l-Hevalikî.
7. A.g.e.
8. et-Tevbe 9/24.
9. Âl-i İmran 3/31.
10. el-Bakara 2/45.
11. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, c.I, s. 342.
12. ez-Zâriyât 111/56-58.
13. Kur’ân Mesajı, Muhammed Esed.
Îmanın Halâveti Hadîsi
Özlenen Rehber Dergisi 14. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.