Tevekkül hukuk dilinde çok kullanılan ’vekalet’ kökünden türemiş bir fiildir. Aynı zamanda bu kökten türeyen ’tevkil’ fiili ile bağlantılıdır. Tevkil, bir işi gördürme konusunda o işi birine havale etmek, ona güvenmek demektir. Tevekkül de, havale edilen iş konusunda sadece vekile güvenmek manasına gelir. Bir Kur’ân terimi olarak tevekkül, yapılması gereken bir iş konusunda gerekli olan her araç ve yönteme baş vurduktan sonra beklenen sonucu Allah’a havale etmek, bu hususta O’na sonsuz güvenle bağlanmak demektir. Tevekkül kavramı çeşitli türevleri ile Kur’ân-ı Kerîm’de 45 yerde geçmektedir. Bu da İslâm’ın tevekküle verdiği önemi açıkça ortaya koymaktadır.
Karamsarlık, korkular insanı yıkıcı bunalımlara sokar. Ardından ruhsal ve fiziksel problemlerin ortaya çıkmasına bir zemin hazırlar. Endişe değil güven, ihtiras değil ümit, hayatı yaşanabilir hale koyar. Bunun içindir ki İslâm çözüm getirici bir yöntem olarak tevekkül hâlini insana sunmuştur. İnsan daima birine güvenme ve dayanma, birinden destek alma, diğer bir ifade ile tevekkül etme ihtiyacı duyar. Tam bu noktada Cenâb-ı Hakk, ’Tevekkül edecekler yalnız Allah’a tevekkül etsinler.’ uyarısında bulunur.(1) Diğer bir Âyet-i Kerîme’de ise, ’Mü’minler ancak Allah’a tevekkül etsinler.’(2) buyurarak özellikle Müslümanları tevekküle yönlendirmektedir.
Sadece Allah’a tevekkül, niçin bu derece önemlidir?
Düşündüğümüzde, Allah’ın dışında başvurulan her şey, her kapı da tevekküle muhtaçtır. Onlar da sığınacak güvenecek bir varlığa muhtaçtır. Bu nedenle güvenleri boşa çıkarmayacak, tevekküle lâyık tek varlık Allah’tır. ’Allah kuluna yetmez mi?’(3) ’Kim Allah’a tevekkül ederse O kendine yeter.’(4) âyetleri de bunu beyan buyurmaktadır.
Tevekkül bir muamele ve yargı işidir. Hakikatte tevekkülün özü tevhide dayanmaktadır. İmâm-ı Gazâlî de bu konuyla ilgili olarak İhyâ’sında şöyle buyurmaktadır: ’Bir insan tevhidi hakkıyla söyleyip kabul ettiyse gerçek tevekkülü yaşayan odur.’ Çünkü tevhid inancıyla sadece Rabbe güvenmek ve yalnız O’na dayanmak vardır. Aynı zamanda tevhid inancıyla kadere rıza da ortaya çıkmaktadır. Her şeyin Allah’tan geldiğine inanmasıyla O’ndan gelen her şeyde bir hayır olduğunun bilincinde yaşanacaktır. İşte tevekkül ile tevhidin birleştiği nokta burasıdır. Bu inceliğin göz ardı edilmesi durumunda kadere isyan hâli oluşmaktadır. Olan biten her şeyin sonunda ’insan var’ anlayışı ile ilâhî takdir ve hikmet inkârı ortaya çıkarır. Oysa gerek karşılaşmak istemediğimiz gerekse ulaşmak istediğimiz sonuçlar sahip olunması gereken zihinsel yapı şu ayette ortaya çıkmaktadır: ’De ki, bizim başımıza ancak Allah’ın bizim için yazdığı şeyler gelir. O bizim yardımcımızdır. Öyleyse mü’minler yalnız Allah’a güvensinler.’(5) Ayette belirtilen gerçek şu şekilde açıklanır: ’Acı tatlı başımıza her ne gelirse hepsi Allah’ın takdiridir. O da sonuç olarak mutlaka bizim yararımızadır. Ya bu dünya ya da ahiret ile ilgili maslahat, yarar ve hayrımız içindir. O bizim yardımcımızdır. Üzerimizdeki bütün yetki ve tasarruf O’nundur. Nasıl dilerse öyle yapar ve hakkımızda hayırlısını yapar. İşte bundan dolayı mü’minler yalnız Allah’a güvenmelidir. Bütün güç ve kudretin O’na ait olduğunu bilip durumlarını O’na havale etmelidirler. Her konuda O’na güvenip dayansınlar, emir ve takdirlerine güzel bir şekilde rıza göstererek teslimiyet göstersinler. Allah’a ne derece güven beslenirse O daha fazlasına layıktır.’ (6)
Günümüzde tevekkül yanlış anlaşılıp yorumlanmaktadır. Tevekkül hayatın sürdürülmesi için gerekli olan çalışıp çabalamayı terk etmek değildir. Bu ’sünnetullâh’a aykırıdır. Tevekkül yukarıda değindiğimiz gibi bir kalp ve iman işidir. Tevhîdî yaşayışın bir ürünüdür. Zira tevhid bütün sebepleri var eden Allah’a bakmayı, ortaya çıkan her sonuçta O’nun takdirinin ve iradesinin varlığını göz önünde bulundurmayı gerektirir.
Tevekkülü gerçek anlamda yaşayan ve anlayan elbetteki Cenâb-ı Hakk’ın dostlarıdır. Tevekkül hâlinin anlaşılması pek mühim bir olgudur. Avam halkın anlamasıyla, gönül dostlarının anlaması çok farklıdır. Zira Allah dostları tüm benlikleri ile yalnız O’na güvenmektedirler. İbrahim (a.s.) ateşe atılacağı zaman Cebrail gelip bir şey isteyip istemediğini sorunca Halîlullâh O’na: ’Sana ihtiyacım yoktur. Yalnız Allah bana yeter, O ne güzel vekildir.’ diyerek en büyük teslimiyet örneğini göstermiştir (ki bu tevekkülü neticesinde ateşler ona gülistan olmuştur).
İmâm-ı Gazâlî Hazretleri İhyâ’sında tevekkülü üç kısımda açıklamaktadır:
1- Allah ile olan tevekküldür.
2- Bu da birincisinden daha kuvvetli olup, Allah’a karşı itimadın, küçük bir yavrunun annesine olan itimadı gibidir. Zira çocuk annesinden başkasını bilmez, ondan başkasına güvenmez ve annesinden hiç ayrılmak istemez. Annesini bulamayınca kalbi sıkılır. Kalbi daima ona bağlıdır. Ona çok güvenir. Kimin aklı ve bakışı Allah’a (yönelik) olursa çocuğun annesine güvenip bağlanması gibi ona da böylece Allah’a güvenip bağlanması teklif olunur; ancak o zaman hakkıyla tevekkül edenlerden olur.
3- Tevekkülün üçüncüsü ve en üstün derecesi budur. Kişinin hareket ve sükununda Allah Teâlânın önünde, yıkayıcının önünde bulunan ölü gibi olmalıdır. Cenâzeyi yıkayanın elini hareket ettirdiği gibi kendisini de hareket ettirenin ezelî kudret olduğuna inanmalıdır. Bu iradenin kuvvetinin ve diğer vasıflarının mecrası Allah olduğu inancı kuvvetleşen kimse, ikinci şıkta örnek verdiğimiz küçük çocuktan ayrılır. Küçük çocuk hep annesine koşmaktaydı; fakat bu tevekkül sahibi her şeyi bekler ve durur. Daha ziyade aklı başında olan çocuk gibidir. 2. makamda olan insan dua ve niyazdan ayrılmaz. Buradaki ise hiç talepte bulunmaz. Gönlü sürekli O’na bağlı olduğu için güveni sonsuzdur. Bu makama ulaşan sadece Habîb-i Kibriyâ Efendimiz ve O’nun varisleri olan Allah dostlarıdır.
Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) dua ederken: ’Allah’ım Senden tevekkülün en doğrusunu isterim ve Beni sana tevekkül edenlerden eyle.’ dileğinde bulunmuştur. (7) Bu da Rasûlullah Efendimizin tevekküle verdiği önemi göstermektedir.
Tevekkül kalp ve iman işidir demiştik. İman bakımından en üstünümüz Allah’ın Rasûlü (s.a.v.) olduğuna göre, tevekkülü en ziyade yaşayan da yine O’dur. Câbir (r.a.) şöyle anlatıyor: ’Hz. Peygamber (s.a.v.) Necid’in Nahl denilen mevkiinde Getof ve Muharib kabileleriyle savaştı. Bir ara Müslümanların ayrı olduğu bir anda Gavres isimli bir kişi elinde kılıcı ile Hz. Peygamberin tepesine dikildi ve Seni benim elimden kim kurtarabilir.’ dedi. Hz. Peygamber sonsuz bir güvenle: ’Allah Azze ve Celle’ dedi. Bunun üzerine adamın kılıcı birden bire elinden düştü. (8)
Ashâb-ı Kirâm Efendilerimizin tevekkülü de Cenâb-ı Hakk’a yakınlığın en büyük göstergesidir. Yahya b. Mürre şöyle anlatıyor: ’Hz. Ali geceleri mescide gider ibadet ederdi. Biz de O’nu korumak için nöbet tutardık. Bir keresinde namazı bitirdikten sonra yanımıza gelerek şöyle dedi. Burada niçin bekliyorsunuz? Biz de: ’Seni korumak için bekliyoruz’ dedik. Peki beni niçin bekliyorsunuz? Biz de: ’Korumak için bekliyoruz.’ dedik. Peki beni yerdekilere karşımı yoksa göktekilere karşımı koruyorsunuz?’ dediğinde yerdekilere karşı koruyoruz diye karşılık verdik. Bunun üzerine: ’Şunu biliniz ki, gökte hüküm vermedikçe yerde bir şey olmaz. Benim üzerimde Allah tarafından görevlendirilen çok kuvvetli bir koruyucu vardır. Ecelim geldiğinde bu koruyucu aramızdan çekilecektir. Şunu da biliniz ki kişi başına gelmesi takdir olunan şeylerin kendisini bulacağına ve takdir olunmayan şeylerin ise asla başına gelmeyeceğine inanmadıkça imanın tadına varamaz.’ (9) İşte iman ve tevekkül ilişkisini anlatan en güzel örnek. Günümüzdeki tevekkül anlayışına baktığımızda büyük bir zıtlık görülmektedir. Tevekkülün yanlış anlaşılmasının büyük nedeni olan iman zayıflığı bu zıtlığı oluşturur. Bundan dolayı tembellik, güvensizlik ve hiçbir çaba göstermeden hazıra konma eğilimi ortaya çıkacaktır.
Kur’ân’ın genel anlamı ile ’dünyanın imarı’ diye bildirildiği, çalışıp üretme, kazanma inancı, yaşamanın gereklerini yerine getirme emri göz ardı edilmekte, üretkenlikten uzak hayat mücadelesinin gerektirdiği aktivite gösterilmektedir. Bu yanlış anlama genellikle yanlış zühd anlayışı ile at başı gitmektedir. Dünyaya ve dünyalık imkanlara gönülden ve esaret derecesinde bağlanma hâlini ifade eden zühd, dünyalıklarda fizîkî problemlerden uzak durma şeklinde anlaşıldığı anda, ’bir lokma bir hırka’ anlayışı ortaya çıkmakta, bu da yanlış tevekkül anlayışını tetiklemektedir.
İbn-i Abbas (r.a.)’ın rivayetine göre Yemen halkından bazıları: ’Bizler tevekkül etmiş insanlarız.’ diyerek yanlarına azık almaksızın hac yolculuğuna çıkıyorlar. Mekke’ye geldiklerinde ise dileniyorlar. Bunun üzerine: ’Ahiret için azık toplayın. Kuşkusuz azığın en hayırlısı takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) azığıdır.’(10) âyeti inmiştir. (11) İbn-i Abbas (r.a.) bu âyetten, gerekli tedbirleri almadan hac için de olsa yolculuğa çıkmanın takvaya aykırı olduğu ve Allah’a karşı gelme demek olacağı anlamını çıkarır.
Nitekim Hz. Rasûlullah (s.a.v.) döneminde de bu konuda tereddüt yaşandığını görüyoruz. Sahâbe’den Hz. Enes (r.a.)’in anlattığına göre bir adam: ’Ey Allah’ın Rasûlü! Devemi bağlayıp da mı tevekkül edeyim, yoksa onu salıp da mı tevekkül edeyim?’ diye sorunca Hz. Peygamber Efendimiz: ’Önce deveni bağla, sonra tevekkül et.’ buyurmuşlardır.’(12)
Âyet ve hadislerden anlaşıldığı üzere, Allah’a tevekkül mü’minin bir görevi niteliğindedir. Bu da yararlı şeylere ulaşma zararlı şeylerden uzaklaşma ve kurtulma konusunda gerekli etkinlikleri gösterdikten sonra gönlün ve kalbin Allah’a yönelmesi, sonucu O’ndan beklemektir. Bir çokları bu gerçeği dikkatten kaçırarak tevekkülü görevi terk etmekle eş değer zanneder. Allah’a havale edip emir yetkisini kendinde görmek isterler. Sanki kul vazifesiz oturacakmış namaz, oruç, hac, zekat, cihat gibi görevleri Allah onlara emredip yaptırmayacakmış da onların emir ve havaleleriyle bizzat yapacakmış gibi tavır takınırlar. (13)
Tevekkülün faziletlerine gelince, şu Âyet-i Kerîmeler bunu en güzel bir şekilde anlatmaktadır: ’...Allah kendine güvenip dayananları sever.’ (14) Görüldüğü gibi bu öyle bir makamdır ki Allah (c.c.) sevgisiyle bunun mükafatını veriyor. Kim ki bu makama erişmiş ise Allah ona sevdiğini ve himayesini bildirirse O kurtuluşa ermiştir.
Bir Hadis-i Şerif’te Rasûlullah Efendimiz: ’Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, Allah (c.c.) kuşları rızıklandırdığı gibi sizi de rızıklandırırdı. Onlar sabahleyin aç çıkarlar ve tok olarak dönerler.’(15) hadisin sözlerine bakıldığında, tevekkülün pasif bir tutum olduğu anlaşılmamalıdır. Efendimiz (s.a.v.) burada gerçek tevekkülü ortaya koymakta ve yanlış anlama ihtimalini ortadan kaldırmaktadır. Dikkat edilirse kuşların sabahleyin aç olarak çıktıklarına değinilmektedir. Yani kuşlar karınlarını doyurmak için yuvalarını terk etmekte ve usulünce rızık peşine düşmektedir.
Kısaca tevhid inancından beslenen ve Allah’a karşı duyulan sonsuz bir güven halidir tevekkül. Beşer planında sergilenecek gayretler sonucu O’nun mutlak kudret ve iradesinin meyvesi ve şuurudur. Tevekkül asla tembellikle işleri Allah’a havale etmek, hazır sonuca ulaşmak beklentisi değildir. Bu Kur’ân ve Sünnet’e aykırı bir anlayıştır. Tevekkül olayların gerçek var edicisinin Allah olduğunu bilmek, dünyadaki sebepler zincirine materyalist bir pencereden değil, aktif bir hayat anlayışı ile îmanın teslimiyet penceresinden bakmak ve en son kertede bütün hayatın ’hikmete ram ’olması noktasında ilâhî hikmetin belirleyiciliğine teslim olmaktır.
Kaynakça:
1. İbrâhîm 14/12.
2. İbrâhîm 14/11.
3. ez-Zümer 39/36.
4. et-Talâk 65/3.
5. et-Tevbe 9/51.
6. E. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, c.6, s.2566.
7. Câmiu’l-Ulûm, Hikem 1.
8. Buhârî ve Müslim, Beyhâkî Câbir’den rivayet etmiştir.
9. Buhârî ve Müslim
10. el-Bakara 2/197.
11. Buhârî, Hacc 6,11,143.
12. Tirmîzî, H.No:2517.
13. E. Hamdi Yazır, a.g.e., s.2567.
14. Âl-i İmrân, 3/159.
15. Tirmîzî, Zühd 14, H.No: 4164.
Kalbin Huzur İklimi Tevekkül
Özlenen Rehber Dergisi 14. Sayı
tşk ederim çok güzel