Mücâhede, lügatte cihad, cenk ve savaş etmek, çekişmek, kavga etmek, cehd ve gayret sarf ederek çalışmak, perhiz, temrin, perhizkarlık ve imsak anlamlarında kullanılır. Istılahta ise nefis ile cenk etmek, nefse savaş ilan etmek, nefse karşı açılan savaş, cihad-ı ekber, nefsi en büyük düşman bilerek onu ezmek, nefsin kötü huy ve ahlâklarını yok etmek için girişilen harekât, cimri bir adamın ortağını hesaba çekmesi gibi nefsi hesaba çekmek, murakabe-i nefs, nefsânî arzuları kırıp geçirmek, nefsi, iradenin; hissi, aklın kölesi yapmak, nefse zor gelen şeyleri nefs-i emmareye yükleyerek onunla savaşmaktır.(1)
Mücâhede insanın nefisinin arzularına, kötü isteklerine ve şeytanın askerlerine karşı direnip savaşmasıdır. Bu savaşın silahı ibadetler, zikir, tesbih, tehlil ve dualardır. Nefis düşmanına, bu silahlarla saldırıp onun ikmal kaynağının etrafını riyâzet mayınlarıyla döşemek gerekir.
Riyâzet lügatte idman, eğitme, terbiye ve ıslah etme, boyun eğdirme, çekici ama zararlı şeylerden uzak kalmaya, zor ama faydalı şeyleri yapmaya kendini alıştırma demektir. Istılahta ise nefsin arzularını kırmak maksadıyla bedeni zor olan çetin işlere koşma, diğer taraftan sürekli olarak zihni ve düşünceyi mâsivâdan uzaklaştırıp Cenâb-ı Hakk’ta yoğunlaştırmaktır. Riyâzet, sâlikin canının istediğini yapmaması, arzu etmediği şeyi yapması, kalbin iyi huy ve faziletlerle donatılması, sâlikin ilâhî ahlâklarla ahlâklanmasıdır. Zira ilimle ahlâk, ihlâsla amel güzelleştirilir.
Riyâzet sayesinde sâlik nefsine hakim olur, aşağı, süflî arzularını dizginler, kendisini disiplin altına sokar.(2) Riyâzet nefsin ve tenin isteklerini kesmek, asgariye indirmek ve ona zor gelen şeyleri yaptırmaktır. Az yemek, mideyi doyurmamak ve bu suretle nefsi inceltmek, kalbi tezkiye ve tasfiye etmektir.(3) Nasıl ki bir deri tabaklanmadan ve terbiye edilmeden önce pis; bu işlemler yapıldıktan sonra temiz olursa; nefis de mücâhede ve riyâzetten önce pis, mücâhede ve riyâzetten sonra temiz sayılır. ’Nefsini eğiten kurtulur, kirleten hüsrana uğrar.’(4) ayeti ile de bu hususa işaret edilmiştir.
Mücâhedeye nefis ile cihad veya cihâd-ı ekber de denir. Nefis ile cihad, düşmanla yapılan cihattan daha zordur. Çünkü görünmeyen düşmanın şerrinden korunmak, görünen düşmanın şerrinden korunmak gibi olmaz. Bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.v.) nefis mücâhedesini büyük cihad (5) olarak nitelendirmiştir. Allah Teâlânın: ’Allah yolunda gereğince mücâhede ediniz.’(6) ’Bizim uğrumuzda mücâhede edenleri yollarımıza iletiriz.’(7) ayeti bir bakıma bu manevî cihada işaret sayılmıştır. Nitekim Ebû Ali Dekkâk: ’Dışını mücâhede ile süsleyenin içini Allah, müşahedeyle güzelleştirir.’ sözünü bu ayetle irtibatlandırarak, tasavvufî sülûkun başlangıcında mücâhede sahibi olmayan kimsenin, bu yolda bir tek ışık huzmesi göremeyeceği gibi bu yolun kokusunu dahi alamayacağını belirtmiştir. Bu konuda Ebû Osman Mağribî şöyle der: ’Mücâhedeye dört elle sarılmadan bu yolda kendisine bir şeyin feth ve keşf olduğunu zanneden kimse hata içindedir.’ Yine Ebû Ali Dekkâk: ’Bu yolun başlangıcında ayakta durmayan, sıkıntı ve meşakkat çekmeyen, sonucunda oturamaz, rahat ve huzur bulamaz.’ demektedir.(8)
Cüneyd-i Bağdadî, Seriy es-Sakatî’nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: ’Genç arkadaşlarım! Benim yaşıma gelmen evvel çok çalışınız, yoksa benim gibi zayıflar ve benim gibi (amel ve ibadetlerde) kusur edersiniz.’
İbrahim b. Ethem der ki: ’Bir kimse şu altı sarp ve çetin yolu aşmadıkça sâlih insanlar derecesine ulaşamaz: ’Nimet kapısını kapatıp, şiddet ve sıkıntı kapısını açmak. İzzet (şan şöhret) kapısını kapatıp zillet kapısını açmak. Rahatlık kapısını kapatıp cehd ve gayret kapısını açmak. Uyku kapısını kapatıp uykusuzluk kapısı açmak. Zenginlik kapısı kapatıp fakirlik kapısını açmak. Uzun emel kapısını kapatıp ölüme hazır olma kapısını açmak.’(9)
Görüldüğü üzere mücâhede ve riyâzet birbirine yakın anlamlarda iki kavramdır. Mücâhede nefsi iyiliğe zorlamak, riyâzet da nefsi bu işe alıştırmaya çalışmaktır. İşin başı mücâhede, devamı riyâzet, nihayeti de müşâhededir. (10)
Mücâhedenin Üç Gayesi Vardır:
a. Gayesi takva (ve dini hassasiyet) olan mücâhede: Takva sahibi olmak için yapılır. Bu mücâhede dinin emirlerine tam olarak riayet etmek ve kalbi temiz tutmak için nefsi disiplin altına alma esasına dayanır. Buna ’verâ’(11) (şüpheli olan şeyleri terk etmek) adı da verilir. Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: ’Sana şüphe veren şeyi bırak, şüphe vermeyene bak.’ Sordular: ’Ey Allah’ın Rasûlü! Hangi insan daha üstündür?’ buyurdular ki: ’Allah yolunda malı ve canıyla mücâdele eden mümin.’ Sonra kimdir? ’Bir köşede Allah korkusuyla (takva) yaşayan ve insanlara kötülüğü dokunmaktan uzak bulunan mümindir.’(12)
b. Gayesi istikamet (tam dürüstlük) olan mücâhede: İstikamet üzere olmak ve itidal yolunda yürümek için yapılır. El-Fâtiha süresindeki: ’Bizi sırat-ı müstakime ilet.’ ifadesi bu hususu ifade eder. İnsan, namazlarda günde kırk defa el-Fâtiha süresini okuyarak bu istikameti istemekle mükellef tutulmuştur. Yapılan bu mücâhede nefsânî huylar terbiye edilerek, aşağı arzuların zıddı yapılarak, bayağı isteklere muhalefet edilerek elde edilir.(13) ’Allah’ın nimetine mahzar olan Nebî ve sıddıkların’(14) derecesidir.
c. Gayesi keşf ve ıttıla olan mücâhede: Keşf ve ilham sahibi olmak için yapılır. Bundan maksat ise beşerî sıfatların mahvolması, bedenî kuvvetlerin iş görmez hâle gelmesi ve böylece perdelerin kalkmasıdır. İslâm dini bu maksatla nefisle mücâhede yapmaya teşvik etmez.(15)
Mücâhedenin esası, nefsi alışkanlıklardan kesip, daima onun arzu ettiğinin tersini yapmaktır. Nefsin hayra engel iki sıfatı vardır:
a) Hevâ ve heveslerine dalmak,
b) İbadet ve tâatlardan kaçmak.
Nefis, hevâ ve heveslerinin peşinde koşmak isteyince takvâ yularıyla dizginlenir, ibadet ve tâatlarda tembellik gösterince de isteğinin tersi yapılır.
Riyâzet aslında zor bir iştir. Canını dişine katmaktır; fakat tabip, yani manevî hekim sayılan mürşit, mütehassıs olup, yolun inceliklerini bilirse zorluklar kolaylaşır.
Mürit ise başlangıçta tam ihlâs sahibi olmayabilir. Nefis gazaba gelince alınacak tedbir, onun seviyesine inerek güzel ahlâk ve muamele ile gücünü kırmak ve kızgınlık ateşini rıfk (yumuşaklık) ile söndürmektir. İnsanlık icabı müridin kendisinde mevcut olan bir takım zaaflar, çeşitli metotlarla ıslah edilir. Mesela nefis, dünya ihtirasından kurtulunca kişinin içinde kendini beğenme duygusu meydana gelirse ona dilencilik veya temizlik yaptırılması gibi işler yükletilir. Riyâzette tedrîcilik (sırası ile peş peşe yapma) esastır. Riyâzet kaideleri birden uygulanacak ve sonra yapılması gerekenler önceden yaptırılacak olursa, müridin dengesi bozulur.
Nefis tezkiyesine ermek için yapılan mücâhede ve riyâzetin genellikle kabul edilen görüşe göre üç esası vardır: Açlık (cû’) ve az yemek (kıllet-i taâm). Az uyumak (kıllet-i menâm). Az konuşmak (kıllet-i kelâm).(16) Bunlara bazen halvet (yalnızlık) veya uzlet (yalnız bir kenara çekilmek) denilen çile ve erbaîn (kırk gün ibadet) de ilave edilmektedir.(17)
1) Açlık (cû’) ve az yemek (kıllet-i taâm):
İnsan nefsini azdıran şeylerin başında yemede, içmede sınır tanımamak gelir. Yemek ve içmekten başka nimet bilmeyenin ilmi az, sıkıntısı çok olur. Çünkü yeme içmeye mahkum olanlar bitki (nebât), şehvetin emrinde olanlar hayvan, ilim ve irfan emrinde olanlar ise insan mesabesinde görülür. Bu yüzden insanın amacı, süflî duyguları harekete geçiren yeme ve içme peşinde koşmak değil, ulvî duygulara yardımcı olacak kadar yemektir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de ’Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez.’(18) buyrulur. İnanmayanların yemeğe düşkünlükleri de hayvanlara benzetilmektedir: ’Kafirler, dünyada zevk peşinde koşarlar ve hayvanlar gibi yer içerler.’(19) Bu yüzden mutasavvıflar, yemeğin insanın kendisini taşıyacak kadar olmasını, insanın taşımak zorunda kalacağı bir dereceye ulaşmamasını şart koşarlar. Azgınlığın ve isyanın genelde tokluktan kaynaklandığını, Firavun ve Karun’un isyanının tokluk sebebiyle olduğunu belirtirler.(20)
Hz. Peygamber ve Ashâb’ının açlık ve oruca devamları, tasavvuf çevrelerinin bu konudaki dayanağı olmuştur. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.): ’İnsanoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. İnsana belini doğrultacak bir kaç lokma yeter.’(21) buyurmaktadır.
Yahya b. Muaz şöyle diyor: ’Açlık nur, tokluk nâr (ateş)’dır. İştah oduna benzer, ondan ateş meydana gelir ve bu ateş sahibini yakmadan sönmez.’ Ebû Süleyman Daranî ise: ’Akşam bir lokma eksik yemek, geceleri sabaha kadar namaz kılmaktan daha çok hoşuma gider.’ demektedir.
2) Az uyumak (kıllet-i menâm):
Kur’ân-ı Kerîm’de geceleyin sıcak yatağından kalkıp Rablerine korku ve ümitle dua edenlerle,(22) ve gecenin pek azında uyuyup sabahın erken saatlerinde istiğfar edenler övülmekte,(23) uzun gecelerde tesbih (24) ile geceleyin tesbih namazı emredilmektedir.(25) Ancak buradaki gece namazı, Hz. Peygamber hakkında vacip, ümmeti hakkında müekked sünnettir.
Az uyumak, Allah’a dönüşün ifadesidir. Çünkü uyku organları tembelleştirir. Az uyumak kalbi cilalandırır, nurlandırır. Az uyumak, açlık ve az yeme sonucu elde edilir. Çünkü tok karın uykuyu artırır. Hz. Rasûlullah (s.a.v.)’in gelmiş ve geçmiş bütün günahlarının bağışlandığı (26) Kur’ân lisanıyla haber verilmiş olmasına rağmen, gece az uyuyup kalan zamanın ibadetle geçirmesi ve bunu şükredici bir kul olarak yaptığını ifade buyurması düşündürücüdür.
Mutasavvıflar, yeme ve uykunun zaruret miktarı olması sayesinde ğayb sırlarının açılabileceğini belirtmektedirler. Nitekim abdâlların sıfatları sayılırken, ’Ölmeyecek kadar yemek, tâkat verecek kadar uyumak, zaruret olmadıkça konuşmamak.’ denilmektedir.
Çok uykunun genellikle çok yeme ve içmekten geçtiği; normalden fazla bir uykunun ise dimağı rutubetlendirdiği kabul edilmektedir.(27)
İrfan ehli kişiler, az yemek ve az uymakla vücutta birikebilecek fazlalıklardan kurtulunacağını, beden ve ruhun rahata kavuşacağını söylerler. Buradaki ölçü ise vücuda eziyet edecek kadar az ve uykusuz kalmak demek değildir.
Ali el-Havas uykusuzluğun nasıl olması gerektiğini şöyle söylüyor: ’Uykusuzluğa tefekkür eşlik ediyorsa ne âlâ, değilse Allah’tan gelmiş bir afettir.’
3) Az konuşmak (kıllet-i kelâm):
Konuşmak insanın terazisidir. Fazlası ziyan, azı vakar ifadesidir. Az konuşan kınanmadığı gibi itibarı da çok olur. Çok konuşmak ise utanç verici ve yüz kızartıcıdır. Dilini tutan kötülüklerden kurtulur. Lüzumsuz konuşma, kişinin ayıplarını ortaya koyar ve kişiliğini küçültür. Dilini tutup kalbini söyletenin günahları az, kalbi rahat olur.(28)
Az konuşmanın faziletini belirten bazı âyet ve hadisler vardır. Eski ümmetlerde oruç iki şekilde idi. Birisi bizim orucumuz gibi diğeri de akşama kadar Allah için konuşmamak, dili tutmak şeklinde idi. Bu susma orucunun hikmet ve faydaları çoktu. Muhammed ümmeti susma orucundan muaf tutulmuştur; fakat lüzumsuz konuşmadan, boş sözlerle kalbi karartmaktan da men edilmiştir. Bu husustaki bazı Âyet-i Kerîmelerde: ’Ben Rahman olan Allah’a söz verdim. Bugün hiçbir kimseyle kesinlikle bir şey konuşmayacağım.’(29) ’Senin alâmetin üç gün süreyle insanlarla sadece işaretle konuşmandır.’ buyrulmaktadır. Konu ile ilgili bazı hadisler ise şöyledir: ’Susan kurtulmuştur.’(30) ’İki dudağı ile iki bacağı arasındakine garanti verene cenneti garanti ederim.’(31) Ukbe b. Âmir, Rasûlullah (s.a.v.)’e kurtuluş çaresini sorduğunda şu cevabı almıştır: ’Dilini tut, evin geniş olsun, günah ve hatana ağla.’(32)
Allah insana iki kulak, bir ağız verdiğine göre insanın iki dinleyip bir konuşması esastır. Kur’ân’ın ilk emri oku olduğuna göre de lüzumsuz ve çok konuşmak yerine ilme sarılmak gereklidir. Mevlânâ Hazretleri de Mesnevî’sine ’dinle’ diyerek başlıyor. Öyleyse insanın konuşmaktan çok dinlemeye ihtiyacı vardır. (33)
Kaynakça:
1. Kuşeyrî, er-Risâle trc., ULUDAĞ Süleyman, s.234 ; ULUDAĞ S., Tasavvuf Terimleri Sözlüğü.
2. Herevî, Menâzilü’s-Sâirîn ; Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s.246 ; ULUDAĞ S. Tasavvuf Terimleri Sözlüğü ; Sühreverdî, Avârifü’l-Meârif trc., SELVİ Dilaver, s.132 ; İbn Haldun Şifâu’s-Sâil trc. ULUDAĞ S., s.129 ; YETİK Erhan İsmâil-i Ankaravî Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, s.189.
3. YILMAZ Hasan Kamil, Ana Hatlarıyla Tasavvuf ve Tarikatlar, s.201 ; ERAYDIN Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.314.
4. eş-Şems 91/10.
5. Beyhâkî, Keşfü’l-Hafâ, c.I, s.143.
6. el-Hacc 22/78.
7. el-Ankebût 29/69.
8. Kuşeyrî, s.235.
9. A.g.e., s.236.
10. A.g.e., s.236-237 ; YILMAZ H.Kamil, a.g.e. s.202.
11. Dinde haram ve mekruh olan şeyleri terk ettikten sonra haram ve mekruh oluşu şüpheli olan hususlar ile helâl ve mubahların ihtiyaçtan fazlasını terk etmektir. Gazalî İhyâ-u Ulûmi’d-Dîn, c.I, s.25 ; Kuşeyri, s.247 ; Kelâbazî, Ta’arruf trc., ULUDAĞ S., s.207.
12. Buhârî, Cihâd 12.
13. Burada anlatılan istikametten maksat ise bütün beşerî sıfatların kazılarak atılması ve tamamen yok edilmesi değildir. Çünkü bunlar bir takım tabiî huylardır ve Allah Teâlâ her birini bir fayda için yaratmıştır.
14. en-Nisa 4/68.
15. İbn Haldun, a.g.e., s.124 ; Gazalî, a.g.e., c.IV, s.395.
16. Kuşeyrî, s.236.
17. YILMAZ H.Kamil, a.g.e., s.203 ; KARA Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar, s.107.
18. el-A’râf 7/31.
19. Muhammed 47/12.
20. YILMAZ H.Kamil, a.g.e., s.204.
21. Tirmîzî, Zühd 48.
22. Tirmîzî, Aynı yer.
23. Âl-i İmran 3/17.
24. el-İnsan 76/26.
25. el-İsrâ 17/79.
26. el-Fetih 48/1.
27. Sülemî, Tasavvufun Ana İlkeleri trc. ATEŞ Süleyman, s.40 ; YILMAZ H.Kamil, a.g.e., s.205.
28. Sülemî, a.g.e., s.58 ; YILMAZ H.Kamil, a.g.e., s.205.
29. Meryem 19/26.
30. Tirmîzî, Kıyame 50.
31. Buhârî, Hudûd 19.
32. Buhârî, Aynı yer.
33. YILMAZ H.Kamil, a.g.e., s.206.
Mücâhede ve Riyâzet
Özlenen Rehber Dergisi 14. Sayı
28 kişi yorum yazdı.