Rüzgâr yine bela yurdundan esip kan kokularını bütün bir âleme yaymaya başladı, yine bela yurdunda feryat ve figan sesleri ayyuka çıktı. Ve yine ümmetin gözyaşlarının Peygamber torunu için, onun hunharca katli için akma ve Kerbela’ya yol bulma zamanı geldi. Bu gün iman ehlinin akıttığı yaşlar Kerbela çölüne doğru savrulmaya başlayacak, belki o kupkuru çölde gözyaşları bir anda buharlaşıp kayboluverecek ve belki de oraya yetişemeden yollarda yok olup gidecek ama yine de bu gün gözler, pınarlarını hep bu amaç uğruna açacak. Muhabbet meclisleri kerbelayla açılıp kerbelayla kapanacak, diller kerbelayı anmayınca kendini kusurlu hissedecek, dudaklar kuruduğunda diller ’su’ demeye utanacak, sadece Fırat ve Dicle değil, bütün nehirler bu gün hiçbir kimseye su vermek istemeyecek ve sözler, en sonunda dönüp dolaşıp kerbelaya gelecek. Nihayetinde içler burkulup yürekler parçalanacak; ağlandıkça ağlanacak, ağlandıkça ağlanacak. Acı mı? Kor bir ateş… Kıyamete kadar hiç sönmeyecek, alevlendikçe alevlenecek, alevlendikçe alevlenecek.
’Eyleyüp her yıl cemî’i âlem ittifak
Şerh iderler mâcerayi Kerbela ahbarını
Ne tükenmez kısadur kim hergiz âhir olmadı
Şerhi âciz eyledi ehli cihânun varını’
’Bütün İnsanlar, her yıl bir araya gelerek Kerbela’da meydana gelen olayları açıklar. Ne tükenmez hikâyedir ki hiçbir zaman sona ermedi, anlatması insanların en seçkinini bile çaresiz bıraktı.’
İnsanlar Kerbela’daki zulümden dolayı öyle çaresiz kaldılar, öyle çaresiz kaldılar ki o kanlı günü içerisinde barındıran Muharrem ayının gelmemesini, bin yıl ara vermesini isteyecek duruma geldiler ama istekleri kabul olmadı, her yıl insanlar on Muharremde o acıyla baş başa kaldılar ve bundan sonra da kıyamete kadar baş başa kalacaklar. Yukarıdaki dizelerde de geçtiği üzere, insanlar her yıl bir araya gelip Kerbela’dan bahsedecekler. Asırlar önce oluşan o hüzün tablosunun üzerine beyitler dizecekler, ağıtlar yakacaklar. Kitaplarında sayfalarca Peygamber torununun şehadet ânını anlatacaklar. Bu geçmişte de böyleydi, şimdi de böyle, gelecekte de pek farklı olmayacağa benziyor.
Asırlar öncesinde meydana gelmiş olan o kan dolu hüzün tablosunu yine en hüzünlü anlatan, asırlar öncesinden bir şair ve yazar, Fuzuli. Dîvan Edebiyatının ve bütün Türk Edebiyatının en önde gelen şairlerinden Fuzuli, Hadikatü’s-Süeda (Ermişlerin Bahçesi) adını taşıyan kitabında, bela yurdundaki o acı dolu olayı anlatıyor.
Hadîkatü’s-Süeda:
Hadîkatü’s-Süeda mensur bir kitap olmakla birlikte içerisinde çok sayıda şiiri de barındırmaktadır. Eser, ana hatlarıyla Hz. Hüseyin Efendimizin Kerbela topraklarında şehit edilişini anlatmaktadır.
Fuzuli bu eserinde sadece Kerbela’daki zulmü değil, Peygamber Efendimiz başta olmak üzere birçok Peygambere tarih boyunca gerek kavimleri, gerekse de düşmanları tarafından reva görülen zulmü de işliyor. Fuzûlî bu şekilde dünya üzerinde en çok belaya Allah’ın Peygamberlerinin ve dostlarının uğradığını, onların üzerine belaların yağmur gibi yağdığını, yine belalara en çok sabrı da onların gösterdiğini anlatmak istiyor. Kitap, birinci bölümünde, Âdem (a.s.)’den başlayarak Yahya (a.s.)’ya kadar birçok Peygamber’in sıkıntılarından haber veriyor.
’Âdem ki şu âlemde fezaya ayak bastı,
Sıkıntıya, belaya arkadaş olmuştu hem.
İnsanlara özgüdür şu âlemin belâsı,
Belâ çekmeyenler dünyada olmaz âdem!’
Bu dizeler açıkça gösteriyor ki dünya üzerinde bela çekmeyenlerin insanlığından da şüphe edilir, nitekim yeryüzünde hiç sıkıntı yüzü görmemişler Firavun ve onun yolundan gidenlerdir. Peygamberler ve Allah dostları ise en çok belaya uğradıkları gibi belaya en çok sabrı da gösterenlerdir.
Fuzuli eserinin ikinci ve üçüncü bölümlerini Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e, O’nun çekmiş olduğu sıkıntılara ayırıyor. Şair Peygamber Efendimizin karşılaşmış olduğu ilk sıkıntı olarak O’nun yetim oluşunu gösteriyor. O’nun için sıkıntılar, henüz kendisi dünyaya gelmeden başlıyor. Önce babasını daha sonra da annesini kaybediyor. İşte şairin dilinden Efendimizin yetim oluşu:
Hayâ denizinin o incisi yetim olsa ne çıkar?
Eğer yetim (tek) olursa deniz incisi, değeri daha artar.
İlerleyen sayfalarda Efendimizin hayatı boyunca çekmiş olduğu sıkıntılardan bir kısmı sunuluyor. Yollarına dikenlerin dökülmesi, başına işkembelerin konulması ve daha nicesi… Efendimizin çekmiş olduğu sıkıntılar bununla da sınırlı değil, kendisi henüz hayattayken sevdiklerini de bir bir kaybediyor, Bedir’de Hâris oğlu Ubeyde’yi, Uhut’ta Hz. Hamza’yı, Mûte’de Hz. Câferi… Fuzuli bu bölümü Efendimizin vefatıyla bitirip daha sonraki bölümlerde Hz. Fatıma annemizin vefatını ve Hz. Ali Efendimizin şehit edilişini anlatıyor. Çile yağmurları Peygamber Efendimizden sonra O’nun ev halkının üzerine yağmaya başlıyor. Hz. Ali Efendimiz zalimler tarafından şehit ediliyor, oğullarından Hz. Hasan Efendimiz zehirleniyor ve diğer oğlu Hz. Hüseyin Efendimiz Kerbela çölünde şehitlik mertebesine erişiyor.
Kitabın bundan sonraki bölümlerinde Hz. Hüseyin Efendimizin şehadet makamına erişi ve geride bıraktığı ailesinin durumu yer alıyor.
Hz. Hüseyin’in şehit oluşunu anlattığı bölümünde şöyle bir şiire yer veriyor Fuzuli:
’Şem’i hayata subh-ı ecel verdi ıstırab
Mülk-i vucude seyl-i adem saldı inkılab
Gülzar-ı ömre kıldı eser sarsar-ı hazan
Dest-i zemane rişte-i ümmide verdi tab.’
Açıklaması:
’Hayat kandiline ecel sabahı verdi ıstırap,
Varlık mülküne saldı yokluk bir başkalaşma,
Hazan fırtınaları ömrün gül bahçesini darmadağın eyledi.
Zamanın eli umudun ipliğini büküp buruşturdu.’
Bir başka şiir:
Geldi o dem ki gamlı gönlümü şâd edeyim,
Ruh kuşumu pusulu tenden âzat edeyim!
Geldi o dem ki mihnet evimi yakıp yıktı,
Kudsi yurdda ebedi ev kurmaya gideyim!
Geldi o dem ki Rabbe anlatayım hâlimi,
Islak göz, gamlı gönül ile feryad edeyim.
Eserde Hz. Hüseyin Efendimizin şehit edildiği gün ile ilgili şu rivayete yer verilmektedir: ’Kûfeli Etem’den şöyle nakledilmiştir: İmam Hüseyin öldürüldüğü sırada havayı bir toz yığını sardı. O kadar ki, dünya karanlıklara boğuldu. Dünya halkı: Bu kıyamet alametidir! Diyerek istiğfara başladılar. O toz yukarılara çıktıkça Hazreti Hüseyin’in atı, yelesini kan rengine boyayarak çadıra doğru yüz tuttu. Ehl-i Beyt’in hatunları o atın yelesini kanlı ve üzerinde şehzadenin bulunmadığını görünce figan etmeye, ağlayıp hıçkırmaya başladılar.’ FUZÛLÎ, Hadîkatü’s Süeda,(Ermişlerin Bahçesi), (Sadeleştiren: M. Faruk Gürtunca), Huzur Yayınevi, İstanbul 2003
Yine Hüseyin Efendimizin atı ile ilgili şu rivayete yer veriliyor: ’O İmam Hazretlerinin vefalı atı, kendisinin yanından ayrılıp çöl yolunu tutmuş ve sahraya açılıp gitmişti. Bundan sonra o attan kimse nişan bulamadı ve ona binmek kimseye nasip olmadı.’ FUZÛLÎ, Hadîkatü’s Süeda,(Ermişlerin Bahçesi), (Sadeleştiren: M. Faruk Gürtunca), Huzur Yayınevi, İstanbul 2003
Bu bölümün sonunda ise şu şiir yer alıyor:
’Yâ Râb, bu ne fitnedir, açığa vurdu cihan,
Yâ Râb, bu ne zulümdür, ortaya koydu zaman,
Akmasın, şu yerlerin dibine geçsin sular,
Rahatlık beşiğinde hava tutmasın karar!
Çünkü dünya yüzünde rahat etmedi bir an,
O Şah Hüseyin Ali, o dinde ulu Sultan!
Hızlı uçan ok açmış öldürmek için ağız,
Keskin kılıç dil açmış hasretler için yalnız.
Yâ Râb, kılıç çıkmasın hapsolan kılıfından,
Yâ Râb, ne yerde olsa ok yere batsın her an!’
Son söz niyetine… Zalimler, fitneciler, katiller, caniler o gün olduğu gibi bugün de boş durmuyor, ümmeti birbirine düşürüyor, fitne ateşini ha bire körüklüyor ve sönmemesi için ellerinden gelen gayreti gösteriyorlar. Bugün belki Kerbela çölünde değiller, bugün belki Peygamber torunu aramızda yok ama yezitler yine iş başındalar, kâh Suriye’de hortluyorlar, kâh Mısır’da, kâh da dünya üzerindeki başka bir İslam toprağında. Peki ya biz Müslümanlar? Sonsuza kurulmuş bir saat gibiyiz, canımız yanana dek çok derin bir uykudayız. Uyandırabilene aşk olsun.
KAYNAKLAR
FUZÛLÎ, Hadîkatü’s Süeda,(Ermişlerin Bahçesi), (Sadeleştiren: M. Faruk Gürtunca), Huzur Yayınevi, İstanbul 2003
Ermişlerin Bahçesi
Özlenen Rehber Dergisi 128. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.