Bazı siyasetçiler, Arap baharı devriminin ülkelerin ekonomileri ile meşgul olmasını, işsizlere iş bulmayı, yaşam standartlarını artırmayı, halkın kimliği, kültürü, dili ve geleneği ile uğraşmamayı istediler, bunun da, onların görüşlerine göre, halkların fakirlikten ve açlıktan kurtulmak istemelerinden ötürü olmasının gerektiğini bir yönden, ikinci yönden ise, halkın kimliği, kültürü, dili ve geleneğine gelebilecek muhtemel zarardan korkmadığı, kimlik üzerinde bu kompleks halin bitmesi gerektiği, bizde ise bu kompleksin artık hastalık derecesine varmış olması meselenin üçüncü yönünü teşkil etmekte olduğunu gördük.
Aha size Çin, Hindistan, Japonya ve diğer milletler batılılaşmak adına batı medeniyetin değerlerini batı üslubuyla almış; tüm bunlara rağmen bu halklar Çin, Hindistan ve Japon halkları olarak kimliklerini muhafaza ederek bir değişikliğe uğramamış.
İşte tam burada Erdoğan ve Türk tecrübeleri bir önder ve model olarak Arap baharına sunuluyor, İslami akımlara ’Erdoğan’ın Türkiye’yi dönüştürmesi tecrübesini kopyalayın’ deniliyor, çünkü o ülkenin ekonomisine önem verdi, devlet bütçesini iyileştirdi, Türk halkının hayat standardını yükseltti, selefi Erbakan gibi Müslüman kimliği ve İslam âlemi ile ilgilenmedi, birincisi başardı ve ülkeyi yönetti; ikincisi ise başarısız oldu ve ülkeyi yönetemedi.
Erdoğan’ın İslam ile laikliği bir araya getirdiği, aralarında bir çelişkinin olmadığını gördüğü, sizde bu tecrübeyi alarak bu minvalde hareket edin diyorlar. Bu iddialar ne kadar doğrudur? Bizim değerlendirmemiz nedir? İddialara karşı kanaatimiz nedir?
Birinci iddiayı ele alacak olursak, Arap baharını başlatan halklar fakirlikten, açlıktan ve bozuk düzenden kurtulmak için başlattıkları doğru mudur? Bu doğru değildir, evet halklar bozuk düzenden, açlıktan ve fakirlikten kurtulmak için başlattıkları devrimi, sosyal ve ekonomik adaleti de tesis etmek, bozuk ve diktatör yöneticilerden, Hüsnü Mübarek, Zeynel Abidin ve Kaddafi gibi benzerlerinden kurtulmak için de başlattılar.
Bunlara ilaveten, İsrail karşısında zelil olmayı reddetmelerini 2009’da İsrail’in Gazze’ye saldırısında bunu gördük, ayrıca Gazze’nin ablukaya alınması ve etrafında çelik duvar örülmesi meselesinde de ortaya çıktı bu reddediliş. ABD’nin Arap bölgesinde güttüğü siyasete karşı ayaklandı ve zelil olmayı kabul etmedi, ümmetin kimliği ve dinine önem gösterilmesini talep ederek ayaklandı, buna delil olarak da, Mısır, Libya ve Tunus’ta İslami cemaatlerin o ülkelerin diktatörleri tarafından yönettikleri dönem boyunca çeşitli işkencelere maruz kalmalarını gösterebiliriz. Haysiyet ve onurlarını, diktatörlerin güttüğü siyaset yüzünden elinden kaybettiği medeniyetteki rollerini de iade etmek için ayaklandılar.
İkinci iddia da, ümmetin kimliği üzerindeki korku ve bu korkunun suni ve sanal olduğunu, kimlik konusu üzerindeki kompleks halinden kurtulmamız gerektiği meselesine gelince, bu iddialar da doğru değildir, ümmet üzerinde gerçek bir tehlike söz konusudur: kültürü tehlikede, dili, birliği, değerleri ez cümle bunlara daha onlarca tehlike ekleyebiliriz.
Arap dili, Arap beşiğinde tehdit altında, dilimiz varlığımızın en büyük etkenidir, nahvinde(gramer) ve imlasında şüpheler dile getirilmekte, zorluğu iddia edilmekte, bilim ve çağa ayak uyduramadığı; İngilizce dilinin caddelerde, üniversitelerde, okullarda ölçüsüzce yaygınlaştığı, hatta teşvik edildiği, medyanın bütün organlarında ve şiir alanında halk dilinin yaygınlaştığı görülmekte.
Büyük Ortadoğu projesinin mimarı A.B.D ve ortağı A.B.’nin aldığı kararlardan bir tanesi de, İngilizcenin okullarımızda ve enstitülerde önemseneceği, uygun eğitim planlarının buna göre konulacağı, bu da Amerika Ortadoğu ortaklığı projesinin 2003 yılı sonunda Collin Paul tarafından açıklanması suretiyle ortaya çıktı.
19’uncu yüzyılından beri batılılaşma tehdidi bu ümmetin üstünden hiç inmedi, ümmeti a dan z ye batılılaştırma uğruna çalışmalar yürüten yerli işbirlikçileri vardı. Batılılaşmaya çağıranlardan birisi de Hadevi İsmail’dir, zira o Mısır’ı Avrupa’nın bir parçası görmüştür. 20’nci yüzyılda ise batılılaşma çağrılarını en hararetli savunan isim Taha Hüseyin’dir. Batı medeniyetinin külliyen kopyalanmasının gerektiği, acısıyla ve tatlısıyla, iyisi ve kötüsü ile tek medeniyet olduğunu savunmuştur. Ardından, geçtiğimiz yüzyılda, altmışlarda Arap Milliyetçiliği ve Sosyalist akımlar ortaya zuhur etti. Ümmetin dinini kökünden kazımağa çalışmış; geriliğin ve çöküşün, batı medeniyetine iltihak etmenin yegane manisi olarak İslam’ı görmüş.
Batılılaşma çağrıları canlılığını korumakta, batılılaşma önderleri Arap baharı sayesinde kelimenin tam manasıyla bu halkları Amerikalılaştırmak için uğraşıyor, laiklik ve liberalizmi kökleştirerek tarihi ve medeni kimliğini ortadan kaldırmağa çalışıyorlar. Laiklik ve liberalizm ise şu esaslar üzerine kuruludur: hakikatin göreceli olduğu, sınırsız ferdi özgürlük, hayatın ve kâinatın maddesel olduğu, aralarında çelişki olduğunda menfaat ve şehvetlerin ahlaka takdim edilmesini benimser.
Diğer tehdit ise kültürel ve siyasi parçalanmadır, Şam diyarını Birinci Dünya Savaşından sonra parçalamakla yetinmeyip diğer ülkeleri de aynı akıbete uğramaları sağlamaya çalışmaları. Bu tehdit; birkaç ülkede yaşayan Sünni, Şii, Hıristiyan, Kürt, Berber, Arap, Dürzü vb. etnik, mezhebi ayrılıkları yayarak karşımıza çıkıyor. Bu tehdidin başını, elinde hazır planları olan A.B.D. ve İsrail çekiyor. Bu planla Şam diyarını, Arap yarım adasını, Kuzey Afrika ve Mısır’ı bölmeye çalışıyorlar. Bu girişimleri, A.B.D’nin Irak’ı işgal etmesi ile görüyoruz, çünkü Irak üç yapıya ayrılacak: Kuzeyde Kürtler, Ortada Sünniler ve güneyde ise Şiiler. Sudan’da ise yine aynı girişimleri görüyoruz. Kuzeyde Müslümanlar, güneyde de Hıristiyanlar.
Diğer tehdit ise İsrail tarafından geliyor, bir yönden etrafını çevreleyen toprakları büyük İsrail projesi kapsamında işgal ediyor, diğer yönden ise bölgedeki gücünü A.B.D.’nin de desteğiyle korumak, düşmanını zayıflatmak için çaba harcıyor.
Mesele vuzuha eriştiğine göre, kimliğe önem vermenin bir zaruret olduğu, aksini savunanların iddiası da çürümüş oluyor. Kimliğe yöneltilen tehditlerin gerçek olduğu, ümmetin varlığını ve kültürünü hedef aldığı bu şekilde de ortaya çıkmış bulunuyor.
Üçüncü iddiaya gelince, Erdoğan’ın tecrübelerini İslami akımlara aktarılması hususu, Türkiye’nin şartları ile bölgemizin şartları birbirleri ile mutabakat sağlamıyor, Türkiye’nin şartları ile Arap baharını yaşayan halklar arasında birçok farklılıklar bulunuyor. Türkiye istikrarlı bir ülke, siyasi ve ekonomik bir sistem benimsemiş, Birinci Dünya Savaşından sonra laiklik üzerine kurulmuş, halkın batılılaştırılması benimsenmiş, Mustafa Kemal ise bu değişime öncülük etmiştir. Batılılaştırma tecrübesinin değerlendirilmesine bakmaksızın, Erdoğan’ı bağımsız bir çizgide değerlendirmek gerekir. O kendisini ve partisini yerleşik siyasi düzene hizmet etmeye adamış, iktisadi yönlerini iyileştirmiş, dolayısıyla da başarılı olmuş. Ne var ki, Arap baharı ayaklanmaları başarısız bir batılılaşma süreci neticesinde vuku bulmuş, yeni siyasi düzen kurmak için ayaklanmış; Türk tecrübesinin kopyalanması çağrıları faydasız, çünkü iki çizgi de birbirinden farklıdır.
Görünen o ki, Arap baharının önderleri dışarıya kulak verecekleri yerine, kendi ümmetinin sesine, çağrılarına, ümmetin kimliğine kulak versinler, sosyal adaleti ve gelişmeyi sağlayacak siyasi, iktisadi ve eğitim düzenini tesis etsinler, ümmetin zenginliğini korusunlar, ihtiyaç sahibi ve aç insan bırakmasınlar, aynı zamanda, ümmetin kimliğini ve varlığını tehdit eden tehlikelere karşı korusunlar, çünkü bu tehlikeler, kültürünü hedef almış, varlığını parçalamaya çalışmış. Şu iki husus arasında bir çelişki ve tezat yoktur: İktisadı önemseme ve kimliği önemseme.
Bu önder ve liderler ve özellikle ’İslami olanları’ bu hedefleri gerçekleştirmede üzerlerine düşeni yerine getirmezlerse, halklar, geçmişte, ümmetin kimliğini ve varlığını muhafaza etmede başarılı olamayan liderleri düşürdükleri gibi bunları da düşürürler, buna verilecek en güzel misal ise; 20 yüzyılda Arap Milliyetçilik akımını savunanları bu ümmet düşürmüş, çünkü iç ve dış düşmanları karşısında varlığını ve kimliğini korumamış, bunların en başında ise İsrail’dir.
Gazi Et’Tevbe
Filistinli akademisyen ve yazar.
Bu makale http://www.aljazeera.net/portal/ sitesinden, Arapçadan Türkçeye çevrilmiştir. Makalenin orijinalini aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz.
http://www.aljazeera.net/NR/exeres/ECDD0505-55C9-4AC8-AC5A-24DAD07EE52C.htm?GoogleStatID=2
Arap Baharı Nelere Önem Vermesi Gerekiyor?
Özlenen Rehber Dergisi 110. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.