Bir varlığa duyulan muhabbet, o muhabbete vesîle olan veya ona nisbeti bulunan her şeye sirâyet eder. Meselâ mü’minler için, binlerce dağ arasında Uhud Dağı’nı farklı ve müstesnâ kılan, Rasûlullâh (s.a.v.)’in ona olan husûsî muhabbetidir. Yine hicretten evvel sıradan bir şehir olan ’Yesrib’i daha sonra ’Medîne-i Münevvere’ haline getirip bütün ümmete sevdiren husus da, Efendimiz (s.a.v.)’in muhabbetiyle donanmış mübârek bir mekân oluşudur. Gerçekten ’Medîne-i Münevvere’nin, mü’minlerin gönüllerinde hiçbir memleketle kıyaslanmayacak derecede bir muhabbete mazhar olması, onun zikredildiği her an Rasûlullah (s.a.v.)’i hatırlatmasındandır.
Hayatın değerlenmesi, doğru fikirler ve doğru hareketler ile kâimdir. Bu, hakka ve hayra ulaşmak demektir. Bunun için en mûtenâ ve yegâne rehber, Peygamberlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak onları ve hâssaten Efendimiz (s.a.v.)’i, bütün insanlığa bir ’nümûne-i imtisâl’ olarak göstermektedir. Mevlânâ hazretlerinin yukarıdaki beyti de bu gerçeği terennüm etmektedir.
Rasûlullah (s.a.v.)’in insanlar üzerindeki bu tesirleri ve örnek şahsiyeti, kendi devrinden îtibaren bütün beşeriyeti kuşatmıştır. Ona inanmayanlar bile ahlâk ve üstünlüklerini teslim etmek mecburiyetinde kalmışlar; ona gönül verenler ise içlerindeki duygu ve hisleri yanık nağmeler hâlinde terennüm etmişlerdir. Ashâb-ı kirâm, ’Malım, canım, bütün varlığım sana kurban olsun ya Rasûlallah!’ diyerek teslîmiyet ve bağlılıklarını beyân etmişlerdir. Ucu kıyâmete kadar uzayan aşk kâfileleri, O’nun sevgi ve heyecânı ile akmaktadır. Cihân, O’nun güneşten daha parlak olan nûru ile aydınlanmıştır. İmanın lezzetine O’nunla erişilmiştir.
Nitekim Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah (s.a.v.)’in hakîkatine yaklaşabilmek için, O’nun rûhâniyeti etrâfında âdeta pervâne olup O’nda fânî olmayı dünyanın en büyük nimeti bilmiş ve bu sûretle ilâhî lutuflara nâil olmuşlardır. Târih boyunca Efendimiz (s.a.v.)’in üsve-i hasenesinden lâyıkıyla istifade eden mü’minler de, fıtratlarındaki ilâhî neşveleri kemâle erdirerek îman ve ahlâk bakımından zirveleşmişler, insanlığa hidâyet meş’aleleri olmuşlardır. Ama bu hallere kavuşabilmek için pek çok imtihanlarla karşı karşıya kalmışlardır.
İnsanlığın derdini her daim hisseden, çile ve ızdırap insanı Efendimiz (s.a.v.) de, insanların duyarsızlığı karşısında nasıl sancılar çektiğini siyer ve megazi kitaplarında zikredilmektedir. Zira O’nun vazifesi çok daha büyük, yükü daha ağır, özellikle Mekke’de atmosfer ise nâmüsaitti. Cenab-ı Hakk, Habîb’inin (s.a.v.) kıvranışlarını elbette görüyor ve biliyordu. Bildiğini bildiriyor ve; ’Bu Kitâb’a inanmazlarsa ve bu yüzden helak olurlarsa, arkalarından üzüntüyle neredeyse kendini harap edeceksin.’ (Kehf, 18/6), ’Rasûlüm! Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıyacaksın!’ (Şu’arâ, 26/3) ayetleriyle O’nu teselli ediyordu.
Rasûlullah (s.a.v.)’e Hakem bin Keysan adında bir esir getirildi. Efendimiz (s.a.v.), ona İslâm’ı anlattı. Muhatabı dinledi, sorular sordu. Efendimiz (s.a.v.) tekrar tekrar anlattı. Bir hayli vakit geçmişti. Ashab-ı Kiram adamın ikna olmamasından dolayı rahatsız olmaya başlamış, imana gelmesinden neredeyse ümitlerini kesmişlerdi. Sonunda Hz. Ömer (r.a.) bu duruma sabredemeyip: "Ya Rasûlallah! Ne diye kendini bu kadar yoruyorsun; bu adam hiçbir zaman Müslüman olmaz! Bırak, boynunu vurayım, gitsin!" Efendimiz (s.a.v.), insanların fısıltılarına, hâriçten müdahalelere aldırış etmeden, muhatabının iradesini elinden alacak tarzda baskı da uygulamadan nezaketle, ama ısrarla anlatmaya devam ediyordu. Sonrasını, yine Hz. Ömer’den dinleyelim: "Bir de baktım ki, adamcağız Müslüman oldu! Hayret; hem de çok iyi bir Müslüman oldu! Maune kuyusu hâdisesinde şehit olup, cennete girinceye kadar İslâm için mücadele ve mücahede etmekten geri kalmadı. Rasûlullah (s.a.v.), kendisinden razı idi.’
Şimdi düşünelim, Hakem bin Keysan gibi kaç kişi var etrafımızda veya yeryüzünde. "Bu kişi asla Müslüman olmaz; bu kişiden asla adam olmaz, bu adam yola gelmez, iflâh olmaz!" dediğimiz belki de milyarlarca insan var. Anlatmayı ve teklif etmeyi dahi aklımıza getirmediğimiz kaç gönül, kaç dimağ var uzak ve yakın çevremizde? Ya Cehennem’e gönderdiklerimiz; hiçbir kurtuluş ümidi, düşünme fırsatı dahi tanımadıklarımız?!.. Defterden sildiklerimiz veya deftere dahi kaydetmediklerimiz!..
Unutmayalım ki, bu yolun başındaki o güzel İnsan (s.a.v.), hiç kimseden ümidini kesmedi ve kimseye de önyargıyla yaklaşmadı. O’nun rehberliğine talip olan bizlerin de ahlakı bu şekilde olmalı. Sabır ve metanetle istikamet sahibi, güzel ahlakın timsali kimselerden olmayı hedeflemeliyiz.
’Peygamberlerin gönüllerinde öyle diriltici nağmeler vardır ki, o nağmeler, Hakk’ı arayanlara kıymet biçilmez bir hayat bağışlar’
(Hz. Mevlânâ)
Sizin İçin Seçtiklerimiz. Editörden...
Özlenen Rehber Dergisi 110. Sayı
Henüz hiç kimse yorum yazmadı.