Özlenen Rehber Dergisi

107.Sayı

Modern Çağın Handikabı Din Adına Konuşmak

Mustafa ŞENTÜRK Özlenen Rehber Dergisi 107. Sayı
’Din hakkında konuşmak’ ile ’din adına konuşma’yı birbirinden ayırt etmek gerekir. Bir kimsenin, lehte olsun aleyhte olsun din ile ilgili şahsi düşüncelerini, dine izafe etmeksizin dile getirmesine din hakkında konuşma diyebiliriz. Genel olarak değerlendirdiğimizde böyle bir konuşmada din namına/adına bir söz söylenmemektedir. Bu itibarla din hakkında konuşma, başlangıçta ifade ettiğimiz ve makalenin ana gündemini oluşturan hususiyetin dışında kalmaktadır.
Din adına konuşma ise bir kimsenin dinde var olan bilgileri veya kendine ait düşüncelerini dine nispet ederek ifade etmesidir. Böyle bir konuşmada söylenen sözler, din namına/adına söylenmektedir. Din adına konuşan kişi, ya dinde var olan bir bilgiyi, başka bir ifade ile var olan bir hükmü olduğu gibi ya da dinin yorum imkânı tanımış olduğu bir sahada vahye muhalif olmamak şartı ile akıl yürüterek -ki buna içtihat diyebiliriz- yine dinin genel prensipleri çerçevesinde ulaştığı bir hükmü ifade etmekte veya dinde olmayan bir bilgiyi ya da yorum imkanı tanınmayan bir hükmü ortaya koymaktadır. Bu açıdan baktığımızda ’din adına konuşmak’ ile ’din hakkında konuşmak’ birbirinden farklı şeylerdir.

Olması gereken
Dinin sahibi Allah (c.c.), kapsadığı alan ise dünya ve ahirettir. Allah, sahibi olduğu dini insanlara ulaştırmak için yarattıkları içerisinde en çok sevdiği ve seçtiği peygamberlerini aracı kılmıştır. Bütün peygamberler bu uğurda her şeylerini, hatta canlarını feda etmişler, Allah’ın muradını insanlara ulaştırmayı hayatlarının tek gayesi kılmışlardır. Buna rağmen peygamberlerin vazifesi, yalnızca Allah’ın buyruklarını ümmetlerine tebliğ etmek olmuş, tebliğcisi oldukları din adına kendiliklerinden, kendi hevâ ve heveslerinden hiçbir şey söylememişlerdir. (Necm 53/3-4) Bu onların sadece mübelliğ oldukları manasına değildir kuşkusuz. Onlar vahyi tebliği sadece bilgi aktarımı olarak değil, Allah’ın vahyettiklerini bizzat yaşayarak insanlara ulaştırmışlardır.
Peygamberlerin yolundan giden ve hem zahirî hem batınî yönleriyle onların varisi olan gerçek âlimler, tebliğ vazifesini yerine getirmenin gayreti içinde olmuşlardır. Yalnızca Kur’an ve Sünnet’i seslendirmişler, bu iki kaynakta açıkça bulamadıkları bazı detay konuları ise büyük bir hassasiyet ve titizlik içinde yine Kur’an ve Sünnet’in genel anlayışına uygun biçimde çözümleyerek insanlara sunmuşlardır.
Peygamberler ve onların varisi gerçek âlimlerin tavrından çıkarılabilecek sonuç şudur: İlahî emirlerin bütünü olan dini, bir başka söylemin önüne vitrin malzemesi olarak koymak büyük bir vebaldir. Zihinlerde var olan ideolojileri, düşünce ve tasavvurları destekleme adına dini ve dinin ana kaynaklarını, Murad-ı İlahi’nin muhalifine, ters yorumlamak, tevil etmek en hafif tabirle dalalet ve hıyanettir.

Mevcut durum
Ne yazık ki günümüzde din adına konuşan ve yazan pek çok kişi, bir kültürel olgudan ya da herhangi bir sosyal vakıadan söz eder gibi din adına konuşurken çok rahat davranabiliyor. Dilin kemiği mesabesinde olması gereken âyet ve hadisleri görmezden ve bilmezden gelip, vahiyle murat edilen yerine, aklıyla murat ettiğini dine söyletme çabasına girişiyor. Mesela bu noktada âyetlere yaklaşımı; ’tarihsellik’ten koparılamayan bir hüviyette olurken, hadislere karşı da kendisince ’ihlâs ve samimiyet’inden kaynaklanan ’şüpheci’ yaklaşım kendisini çok net belirginleştiriyor.
Hadis-i şerifler noktasında, ilmî müktesebatımıza kuşkuyla bakılmasına sebep olabilecek hezeyanları temellendirmede ’Her kim benim adıma yalan söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın’ (Buharî, İlm 38) hadis-i şerifi yüksek sesle dillendirilirken, bu noktayı ifade etme sadedinde, en az bu hadis-i şerif kadar dikkate mucip ’Kim bir hadisi söylemez ketmederse (gizlerse) Allah’ın indirdiğini ketmetmiş (gizlemiş) olur.’ (Buharî, İlm 34) hadis-i şerifi nedendir bilemiyorum dillendirilmiyor.
Din adına konuşma ve dini anlatmada devamlı olarak kadim zamanlarla yarışırcasına ilmî müktesebata telinler ve tekfirler yönlendiriliyor. Sanki eski zamanlarda din adına konuşan ve eserler kaleme alan koca koca insanlar bugün bazı prof.ların, doç.ların aklettiklerini akledemedi, onların gördüklerini göremedi ya da gördü ama söyleyemedi gibi bir histeri uyandırılıyor.
Bütün bu söylenenler din adına konuşmak yoktur, yapılamaz anlamına gelmez tabi. Burada söylenen; konuşulan şey dindir ve konuşan kişi şayet ehil ise konuşmalı, dini konuştuğunun farkında olarak büyük bir ciddiyet ve edep ile konuşmalı, konuştuğu şeyi birilerinin din olarak algılayıp kendisine hüccet kabul edeceğini asla unutmamalıdır.

Din adına konuşul(a)maz mı?
Her konuda olduğu gibi din konusunda da konuşulabilir ve de konuşulmalıdır. İnsanların dini anlamaları, vahyin gereğini hayatlarına tatbik edebilmeleri ve rızay-ı ilâhî doğrultusunda bir deruni hayat yaşayabilmeleri için bu elbette olması gereken bir durumdur. Ama bu konu dâhilinde söz sarf edecek insanların dikkat etmesi gereken noktalar, hassasiyetler de yok değildir. Öncelikle din adına konuşmanın da başından itibaren bir ölçüsü var. Bu ölçü, bir şekilde İslam’ı dile getiren herkesin mutlaka uyması gereken bir ölçü. Hadis-i şerifte, ’Fetva vermekte en cüretkâr olanınız, ateşe/cehenneme atılmaya en cüretkâr olanınızdır.’ buyrulmuştur. (Dârimî, Mukaddime, 20) Gerçek âlimlerle sahte âlimleri ayıran en mühim fark şudur ki, gerçek âlimler fetva verirken kılı kırk yararak, Kur’an ve Sünnet’ten kıl kadar sapmadan ve verilecek olan şeyin zaruret derecesine bakıp korkarak ve çekinerek fetva verirler. Her söyledikleri şeyin hüküm ve hakikat olmasına dikkat eder, sözleri yüzünden insanların tevile giderek sapıtmasından korkarlar. İçtihat ve fetva vermekten kaçınmak için çoğu şeyi bilseler de ’bilmiyorum’ diyerek içtinap ederlerken; sahte âlimler ise fetva verme ve içtihat yapmak da o kadar cüretkâr davranırlar ki, verdikleri fetvalar neticesinde İslam aleyhine yeni fitne akımlarının oluşacağını ya da vereceği fetvalar yüzünden birçok insanın sapıtıp dalalete ve küfre gireceği riski ve tehlikesi olduğunu düşünmezler. Yanlış ve hatalı fetvaları yüzünden belki milyonlarca insanın günahını boynuna yükleneceğini akletmezler.

Aradaki fark
İnsanları saptırmak için cüretkâr bir şekilde bol keseden fetva veren bu âlimlerin aksine Sahabeler, Ehl-i Sünnet âlimleri ve müçtehitler ise en küçük sözlerinin fetva hükmüne geçeceği ya da hüküm olacağı korkusu yüzünden ya susmuşlar ya temkinli ve tedbirli konuşmuşlar ya da bildikleri halde sükût etmişlerdir. Hatta birebir Allah’ın vahyine muhatap olup o âyetleri taze taze alan, Kur’an’ı en güzel anlayan ve yaşayan, ümmetin yıldızları olan sahabiler bile fetva vermekten ve içtihat yapmaktan kaçınırken, yine müçtehit âlimlerden olan İmam A’zam ve İmam Ahmed bin Hanbel Hazretleri o zamanın yöneticilerinin istediği tarzda fetva vermekten kaçındıkları, bu uğurda direndikleri için şehit edildikleri halde, asrımızda nice âlim(?) kimliği ve etiketi taşıyan insanların, bol keseden cüretkâr bir şekilde fetvalar verdiklerini esefle ve hayretle görüyoruz.
Hatta âlim olmayanların dahi insanları saptıracak şekilde inkâr yoluyla fetvalar verdiklerine şahit oluyoruz. ’Kimisi ilahiyatçı olduğu halde cehennemi inkâr ediyor ve ettiriyor. Kimisi başörtüsünü furuat yapıyor. Kimisi bidatlere taraftar olunacak fetvalar veriyor. Kimisi tavukları kurban ettiriyor. Kimisi namazı üç vakte indiriyor. Kimisi tesettür âyetini inkâr edip Yahudi dininde var diyor. Kimisi Yahudi’yi ve Hıristiyan’ı cennete sokuyor. Kimisi farz olan namazı, kılmayıp kazaya bırakabilirsiniz’ diyor. Bazen hiç üzerine vazife olmayan kişiler bile bol keseden başörtüsü içtihadı, Kur’an âyetlerini tefsir (?) çığırtkanlığı yapıyor. Velhasıl ’bol kese fetvahanesi’nin âlimleri bol kepçe atıyor, tutuyor, yutturuyor, kandırıyor, aldatıyor. Maalesef cerbeze akılların bu fetvaları nefisler ve hevalar tarafından kabul görüyor.

Ciddiyetsizlik yarışı

Burada değinilmeden geçilemeyecek öneme haiz bir diğer mesele de hiç kuşkusuz, liyakat sahibi olmayan, yaşantıları Kur’an ve Sünnet’e muhalif, sözüm ona din adamı (?) kisvesine bürünen zevatın ilmi kazanımlara ve kadim döneme arkalarını dönmeleri, dini anlama adına eskiyle olan bütün bağları koparmalarıdır.
Bu kişilere şöyle baktığımızda, söylenilenlerde vahyi anlamadan ziyade hevalarında var olan arzuları vahye söyletme çabası net bir şekilde görülmektedir. Metotsuz, usulsüz, kırmızı çizgileri olmayan bir anlayışın inşa ettiği tasavvur, söylemlerde kendisini çok açık şekilde hissettirmektedir. ’Kur’an’a dönüş’ ’Kur’an İslâm’ı’ gibi yalanlarla kendilerini ne denli gülünç duruma düşürdükleri ortada iken hâlâ büyük bir pişkinlikle ciddiyetsizlik yarışı içerisinde olmaları, onlar adına Hakk’ın armağanı(!) iken, bizler adına da vahye sahip çıkma kamçısı olsa gerek.

İstikamet...
Taassup ehli bir takım insanlar da maalesef körü körüne hocasının ya da önder gördüğü kişinin söylediği sözleri yaptığı içtihatları kabul ediyor. Söylenen ya da verilen fetvaların Kur’an ve Sünnet’e uyup uymadığına değil hocasının yanılmaz, hatasız, kusursuz olduğuna bakıyor.
’Hüsn-ü zan taassubu’yla ve ’bağlılık ölçüsü’yle sorgusuz sualsiz bir şekilde söylenen çürük, batıl ve temelsiz fetvalara itimat edip inanıyorlar. Önderlerinin söylediği her sözü ’hikmet’ ya da ’keramet’ kalıbına koyup tartışmasız kabul ediyorlar. Kur’an, Sünnet, Kıyas ve İcmaya ters veya düz olmasına bakmıyorlar. ’Hatadan münezzeh, kusurdan Müberra’ görüp hakikati araştırmıyorlar. Hâlbuki ölçü Hz. Pir Abdulkadir Geylanî (k.s.) Efendimizin buyurdukları hizada olmalı: ’Görseniz ki bir insan havada uçuyor, yaşantısı Kur’an ve Sünnet’e muhalif ise, korkmayın; vurun onu düşürün.’
Ayrıca bu noktada Efendimiz (s.a.s.)’in buyurmuş oldukları şu hadis-i şerif bir âlim ya da hoca sorusuna verilebilecek en güzel örnekliği teşkil ediyor. ’Her âlimle oturmayın! Ancak sizi beş (şey)den beş (şey)e (yani); şüpheden yakine, düşmanlıktan nasihate, kibirden tevazua, riyadan ihlâsa, (dünyaya) rağbetten zühde davet eden âlimle oturun.’ (Ebû Nuaym el-Esbahânî, Hilyetu’l-Evliyâ ve Tabakâtu’l-Asfiyâ, c.8, s.72)

Netice
Hülasa mahiyetinde geldiğimiz bu noktada, din adına konuşma zannedildiği gibi kolay ve herkesin ulu-orta, usulsüz, delil ve mesnetsiz icra edebileceği, tabir yerindeyse hevasına uygun at koşturabileceği bir meydan değildir, olmamalıdır. Evet, içtihat kapısı kapalı değildir, dinin yaşanılan zaman dilimlerinde net ve doğru olarak anlaşılabilmesi için bu kapıdan Kur’an ve Sünnet ummanına girilmesi elzemdir. Ama bunu liyakatli, iman ve edep sahibi, vahye sırtını dönmeyen aksine vahiyden beslenmeyi izzet ve âlimlik adına şeref sayan basiretli kişilerin yapması daha elzemdir. Bu noktada içtihat yapmayı kendilerine meslek edinmiş zevatın Hz. Muaz (r.a.) hadisi olarak bilinen hadisi-i şerifi kendilerine delil yapmaları, icra edilen işin iç yüzüyle onlar adına net uyum sağlamamaktadır. Şöyle ki; olayın gerçekleştiği devir asr-ı saadet, olaya konu olan kişiler Allah Rasûlü (s.a.s.) ve O’nun arkadaşı Muaz bin Cebel (r.a.)’dir. Yani Peygamber Efendimizin içtihadına izin verdiği kişi Muaz (r.a.)’dır. Kaldı ki öncesinde Kur’an ve Sünnet’e müracaat edilecek olması da ayrı ve gözlerden ırak tutulamayacak öneme haiz bir meseledir.
Bu içeriğe yorum yazabilirsiniz

Henüz hiç kimse yorum yazmadı.